Giriş: Tartışmanın Zemini
Bu metin, Feyerabend ve Pooper’in bilimsel yöntemle ilgili
fikirleri üstüne düşünürken, her ikisinin de konuyu eksik bir noktadan ele
aldıklarını anlamam ve buna Kuhn’un da katılmasıyla gerçekleştirdiğim bilimsel yönetem ile
ilgili uzun soluklu ve çok katmanlı felsefi düşüncenin sistematik bir
derlemesidir. Düşüncemin merkezinde yer alan soru şudur: Bilim nasıl
ilerler? Daha doğrusu, bilimsel bilginin oluşumunu mümkün kılan şey nedir?
Bu soruyu ele alırken önce Popper’ın yanlışlanabilirlik ilkesine başvurdum
fakat bir yanlışlamanın olabilmesi için fark olması gerektiğini fark ettim
basit bir örnek vermem gerekir ise, Galileo Galilei: Aristoteles fiziği,
doğanın durağan bir merkez etrafında düzenli işlediğini varsayıyordu. Galileo,
teleskopla yaptığı gözlemlerde ayın yüzeyindeki çukurlar, Jüpiter’in uyduları
ve Venüs’ün evreleri gibi unsurları fark etti ve bulguları Aristoteles
fiziğinden farklıyıdı, bu farklılık bir gerilim oluşturmuştu. Bu gerilim
Aristotelesçi kozmoloji ile aşılamazdı. Bu çatlak epistemik bir gerilim yarattı.
Galileo’nun yapısal katkısı bu farkları işleyip, yeni bir doğa anlayışına
dönüştürmesidir: harekete dayalı, matematiksel ve gözleme açık bir evren
tasarımı. Ardından Kuhn’un paradigma teorisiyle ilerleyerek bilimsel devrimleri
değerlendirm ve burdada vardığım sonuç ilk sonuçla aynı oldu çünkü devrim için
kriz gerekiyordu ve bu kriz için ise fark oluşması gerekiyordu aksi kriz
olmayacak ve buna bağlı olarak da devrim olmayacaktı. Bir örnekle anlatmama
gerekir ise Nikolaus Kopernik: Dünya merkezli model, yüzyıllar boyunca
sorgulanmadan aktarıldı. Kopernik’in güneş merkezli modeli doğrudan farktan
doğdu: gezegenlerin geriye gitmesi gibi gözlemsel tutarsızlıkları fark etti ve
bu fark, mevcut sistemde işlenemezdi ve tam anlamıyla bir krizdi ve bu kriz
ancak Güneş merkezli model bu farkı işleyerek daha bütünsel bir açıklama
sunmasıyla aşılabilirdir. Bu tam manasıyla bir devrimdi. Burada kriz, farkın
bastırılmasıyla değil, farkın dikkatle işlenmesiyle devrimsel bir dönüşüm
yaratmıştır. Sonrasında Feyerabend’in yöntem karşıtı epistemolojik anarşizmini üstüne
düşündüm. Ancak tüm bu modellerin belirli sınırlara sahip olduğunu fark ettiğim
noktada, Bilimin ancak farkları işleyerek yani Transdüktif bir şekilde
ilerlediğini fark ettim, ortaya koyduğum bu yeni bir önerme tüm tartışmayı
dönüştürdü: Bilim transdüktif olarak ilerler.
Bu önerme, yalnızca bilimsel yönteme dair bir alternatif
değil; aynı zamanda bilginin ontolojik oluşuna dair yepyeni bir zemin
önerisidir. Bu metin, bu önerinin tüm boyutlarını, karşıt düşüncelerle birlikte
detaylı bir şekilde analiz ederek, epistemoloji ile ontolojinin kesiştiği yerde
bilimsel oluşun yeni bir haritasını çıkarmayı amaçlamaktadır.
Öncelikle Transdüktivite Nedir? Sorusunu kısaca cevaplayalım
çünkü ortaya koyduğum yöntemin temeli Transdüktiviteye dayanmaktadır.
Transdüktivite Nedir: Transdüktivite, bir sistemdeki
farkın (asimetri, gerilim, uyumsuzluk) o sistemin sınırları içinde ilişkisel
olarak işlenerek, yeni bir yapının, formun ya da bireyin doğmasına yol açan
oluşsal işlem gücüdür. Bu, ne içsel ne de dışsal nedenlerle tam açıklanabilir;
bizzat farkın işlenmesinden türeyen bir oluşsal dinamizmdir.
1. Popper’ın Yanlışlama Modeli ve Sınırları
Popper’ın bilim felsefesi, bilimsel bilgi ile metafizik ya
da sahte bilim arasındaki ayrımı yanlışlanabilirlik ilkesi üzerinden kurar. Bir
teori, ancak deneysel olarak çürütülebilir bir yapıya sahipse, bilimsel
olabilir. Bu yaklaşım, bilgiye sürekli eleştirel bir tavırla yaklaşmayı öngörür
ve mutlak doğruların değil, geçici kabul görmüş hipotezlerin peşinden gitmeyi
önerir.
Ancak bu modelin yapısal sınırları vardır ve bana göre:
- Yanlışlama,
fark yoksa mümkün değildir. Yanlışlanabilirlik, ancak bir çelişkinin, bir
uyuşmazlığın, bir tutarsızlığın ortaya çıkmasıyla anlam kazanır.
- Bu
fark, yalnızca deneysel ölçüm farkı değil; aynı zamanda ontolojik (varlık
yapısına dair), kavramsal (tanım ve mantıksal yapı düzeyinde), tarihsel
(zamanla değişen çerçeve) ve epistemik (bilgi sistematiği içinde)
olabilir.
- Dolayısıyla,
Popper’ın yanlışlamacı bilimi, farkın ortaya çıkışını ve bu farkın işlenme
sürecini göz ardı eder. Yanlışlama ancak transdüktif fark oluşumunun
ardından gerçekleşebilir.
Bu noktada bilimsel ilerleme, farkın görülmesi, farkın
sistemle ilişkiye girmesi ve onu dönüştürmesiyle başlar; yanlışlama bu sürecin
ancak bir sonucu olabilir.
2. Kuhn’un Paradigma Teorisi ve İçsel Krizlerin
Ontolojisi
Thomas Kuhn’un paradigma değişimi modeli, Popper’ın doğrusal
bilim anlayışına karşı devrimci bir anlayış sunar. Bilim tarihi, normal bilim
dönemlerinde belirli paradigmalar etrafında yapılan araştırmalardan oluşur.
Ancak zamanla biriken anomaliler ve çözümleyemediği sorunlar, bu paradigmanın
kriz yaşamasına ve yerini başka bir paradigmaya bırakmasına neden olur.
Ben, Kuhn’un bu kriz teorisini daha derinleştiren ve
ontolojik temellere oturtan bir bakış açısı sunmaya çalışacağım:
- Kriz,
sistemin içinde işlenemeyen farkların birikmesidir. Yani farkın
bastırılması ya da yok sayılması uzun vadede epistemik bir doygunluk
yaratır ve sistem kendini taşıyamaz hâle gelir.
- Bu
kriz yalnızca deneysel verilerin artmasıyla değil, bu verilerin var olan
teorik yapı ile açıklanamamasıyla ortaya çıkar.
- Epistemik
kriz bir ontolojik çatışma üretir; bu çatışma yeni bir bireyleşme, yani
yeni bir paradigma yaratır.
Dolayısıyla Kuhn’un kriz momenti, aslında farkın
işlenemediği, sistemin artık kendini dönüştüremediği noktada meydana gelen bir
ontolojik doygunluk ve kopuş hâlidir. Transdüktif ilerleme, işte bu farkın
yapısal olarak yeni bir şeyler üretmesidir.
3. Feyerabend ve Epistemik Kaosun İlişkisel Okunumu
Paul Feyerabend, bilimsel yöntem diye bir şeyin olmadığını,
tarihsel olarak bilimsel ilerlemelerin çoğunun mevcut kurallara ve yöntemlere
aykırı bir biçimde ortaya çıktığını savunur. “Her şey mübahtır” mottosuyla
özetlediği bu yaklaşım, epistemolojik anarşizm olarak adlandırılır.
Benim ortaya koymaya çalıştığım model, bu anarşiyi
düzensizliğe indirgemeden şöyle bir açıklık getirir:
- Feyerabend’in
her şeyin mubah oluşu, aslında sabit bir yönteme indirgenemeyen
ilişkisel fark bolluğudur.
- Bilim,
bu fark bolluğu içinde bazı farkların gerilim yaratarak, işlenerek ve
sistemle ilişkilenerek yeni anlam alanları yaratmasıyla ilerler.
- Dolayısıyla
kuralsızlık değil, yeni yapıların doğduğu oluş süreçleri önemlidir.
Bu, Feyerabend’in kaotik özgürlük anlayışını transdüktif
yapısal bir okumayla yeniden yorumlar.
4. Transdüktif Epistemoloji: Bilimsel Oluşun Ontolojik
Mantığı
Transdüktif modelin merkezinde, “fark” kavramı vardır. Ancak
bu fark, sabit bir ölçümle değil; bir yapının içinde hissedilen, açıklanamayan,
çatlak oluşturan ve gerilim yaratan bir unsurdur.
Bu modele göre:
- Fark,
var olan epistemik sistemin içinde işlenemez bir unsur olarak belirdiğinde
gerilim yaratır.
- Bu
gerilim, sistemin kendi sınırlarını aşmaya zorlanmasına neden olur.
- Bu
sınır aşımı, farkın yapısal olarak işlenerek yeni bir oluş yapısına
dönüşmesidir.
Transdüksiyon kavramı bu süreci şöyle açıklar:
- Sistem
metastabildir, yani kendi içinde farklılık taşıyan ama henüz kırılmamış
durumdadır.
- Fark
ortaya çıkar, bu bir potansiyel enerjidir.
- Gerilim
artar, sistem çatlar ve yeni bir oluşlar ortaya çıkar.
Bilimsel bilgi de böyledir: farklar üzerinden oluşur,
işlenir ve sistematik olarak yeni yapı üretir.
Birkaç tarihsel örneklerle transdüktif bilimsel oluşu
pekiştirmek gerekir ise;
Transdüktif modelin tarihteki bilimsel ilerleme örnekleriyle
uyumu çarpıcıdır. İşte bazı kritik örnekler:
Galileo Galilei: Aristoteles fiziği, doğanın durağan
bir merkez etrafında düzenli işlediğini varsayıyordu. Galileo, teleskopla
yaptığı gözlemlerde ayın yüzeyindeki çukurlar, Jüpiter’in uyduları ve Venüs’ün
evreleri gibi unsurları fark etti. Bu farklar Aristotelesçi kozmoloji ile
açıklanamazdı. Bu çatlak epistemik bir gerilim yarattı. Galileo’nun yapısal
katkısı bu farkları işleyip, yeni bir doğa anlayışına dönüştürmesidir: harekete
dayalı, matematiksel ve gözleme açık bir evren tasarımı.
Nikolaus Kopernik: Dünya merkezli model, yüzyıllar
boyunca sorgulanmadan aktarıldı. Kopernik’in güneş merkezli modeli doğrudan
farktan doğdu: gezegenlerin geriye gitmesi gibi gözlemsel tutarsızlıkları fark
etti ve bu fark, mevcut sistemde işlenemezdi. Güneş merkezli model bu farkı
işleyerek daha bütünsel bir açıklama sundu. Burada kriz, farkın bastırılmasıyla
değil, farkın dikkatle işlenmesiyle dönüşüm yaratmıştır.
Albert Einstein: Newton mekaniği ışık hızına yaklaşan
cisimleri açıklamada yetersiz kalıyordu. Michelson-Morley deneyi gibi deneyler,
ışığın her yönde aynı hızla hareket ettiğini gösterdi ve bu, Newton’un uzay ve
zaman anlayışıyla bağdaşmıyordu. Einstein bu farkı işleyerek özel ve ardından
genel görelilik teorilerini oluşturdu. Yeni bireyleşme: zaman ve mekanın mutlak
değil, göreli olduğunun kabulüdür.
Charles Darwin: Doğanın sabit türlerden oluştuğu
fikri (Platonik ideaların canlılara yansıması olarak görülebilir) hâkimdi.
Darwin, türler arasındaki varyasyon farklarını gözlemledi. Bu farklar sabit tür
anlayışıyla işlenemezdi. Doğal seçilim fikri, farkların bireyleşmesini sağlayan
bir mekanizma sunarak canlılık anlayışını köklü şekilde değiştirdi.
Bu örneklerin her biri, farkın sistem içinde gerilim
yaratarak yeni yapılar doğurduğunu ve bu yapıların bilimsel bireyleşmelerle
kalıcı hale geldiğini gösterir.
5. Bilimselliği Belirleyen Ölçüt: Transdüktif Kriter
Peki bu modelde bilimi diğer bilgi türlerinden (sanat, mit,
metafizik) ayıran nedir? Benim yanıtım açıktır:
- Bilimsel
farklar yalnızca hissedilen değil, ölçülebilir, ilişkisel olarak
işlenebilir ve tekrar edilebilir farklardır.
- Sanat
da fark üretir, ancak bu fark öznel oluşlara yöneliktir. Mitoloji, farkı
toplumsal işlevle harmanlar. Bilim ise farkı yapısal bilgiye dönüştürür.
Bu durumda bilimsel ilerlemenin ölçütü:
"Fark, işlenerek yapısal, kolektif ve deneysel olarak
oluşabiliyor mu yada oluşlaşabiliyor mu?"
Eğer evet, o hâlde bu bilimsel bir ilerlemedir. Aksi hâlde,
bu fark başka bir alanın oluşuna katkı sağlar ama bilimsel paradigma
oluşturmaz.
6. Transdüktif Epistemoloji: Fark, Bilginin Dinamiğidir
Benim modelinde bilimsel oluş:
- Popper’ın
yanlışlamasını içerir ama onunla başlamaz.
- Kuhn’un
devrimlerini kabul eder ama onunla açıklanmaz.
- Feyerabend’in
kaotik doğurganlığını tanır ama onu yapılandırır.
Ve hepsinden öte:
Bilgi, farkın işlenmesiyle oluşur.
Oluş ise ilişkisel bir gerilimden doğar.
Bu durumda bilgi:
- Statik
birikim değil, dinamik bireyleşmedir.
- Sabit
doğrular değil, işlemekte olan farkların sürekliliğidir.
Uygulamalı alanlarda transdüktif epistemolojiye birkaç örnek
vermek gerekir ise;
Eğitim: Geleneksel eğitim sistemleri bilgiyi statik,
aktarılacak bir nesne gibi sunar. Oysa transdüktif epistemoloji, öğrencinin
zihinsel yapısı ile bilgi arasındaki farkın işlenerek bireysel anlam üretimi
sağlanması gerektiğini savunur. Öğretim fark yaratmazsa gelişme de sağlanmaz.
Bu anlayış, bireyselleştirilmiş, ilişkisel ve fark temelli bir pedagojiyi
zorunlu kılar.
Etik: Etik sistemler sabit normlar üzerinden işlemeye
çalıştığında farkları bastırabilir. Oysa toplumsal ya da bireysel yaşamda yeni
durumlar, önceki etik çerçeveyle açıklanamaz farklar yaratır. Transdüktif etik,
bu farkların yapıcı şekilde işlenerek yeni etik bireyleşmeler üretmesini
hedefler. Örneğin, dijital mahremiyet, klasik etik sistemlerin dışında doğmuş
bir farktır; etik yeniden yapılandırılmadan bu fark işlenemez.
Politika: Katı ideolojiler, farkları tehdit olarak
görür. Ancak toplumsal dönüşüm, bastırılan farkların krize dönüşmesiyle değil,
farkların açıkça işlenmesiyle sağlıklı biçimde gerçekleşebilir. Bu, temsili
demokrasiden katılımcı, farkı bireyleştiren ilişkilere dayalı bir demokrasiye
geçişi gerektirir.
7. Transdüktif Bilimin Geleceği: Açık Sistemler,
Belirsizlik ve Evrimsel Yapılar
Transdüktif model, gelecekteki bilim anlayışları için de
derinleştirici bir çerçeve sunar:
- Kapalı
sistemler yerine açık sistemler düşünülmelidir: Bilgi, sabit yapılarda
değil, ilişkisel alanlarda doğar.
- Belirsizlikler
tehdit değil, fark potansiyelidir: Kuantum belirsizliği, epistemik
potansiyeldir.
- Bilim,
evrimsel bir oluşlaşmadır: Sabit kurallar değil, her an yeniden şekillenen
fark-ilişki yapıları bilimsel düşüncenin zeminidir.
Sonuç: Bilim, Oluşun İlişkisel Zemini Olarak
- Bilim
bir dogma değil, kendini fark üzerinden yeniden üretebilen bir sistemdir
ve bu sistemde tabi ki deney ve ölçüm olmazsa olmazdır.
- Bilimsel
yöntem, sabit kurallar değil, farkın işlenmesini mümkün kılan ilişkisel
etkileşimler bütünüdür.
- Bilim,
sadece doğrularla değil, yapısal çatlaklar ve gerilimlerle yol alır.
Son söz:
"Yanlışlama olmazsa, kriz oluşmaz ve kriz oluşmazsa
devrim olmaz; ama fark olmazsa yanlışlama bile olmaz. Bu nedenle bilim,
yanlışlamayla değil, farkla başlar. Ve her fark, potansiyel bir oluşun
tohumudur."
Kısaca bilimsel yöntemin yöntemini doğa belirler ve bu
Transdüksiyondur.
Epistemolojiye dair yerleşik çerçeveyi sarsan, gerçekçi ve dönüştürücü bir bakış açısı, ufkumuzu genişlettiğiniz için sonsuz teşekkürler.
YanıtlaSilSu
Ben teşekkür ederim, hatta cok tesekkur ederim
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil