14 Mayıs 2025 Çarşamba

Bilimsel Yöntemin Transdüktif Modeli: Popper, Kuhn ve Feyerabend’i Aşan İlişkisel Bir Epistemoloji

 

Giriş: Tartışmanın Zemini

Bu metin, Feyerabend ve Pooper’in bilimsel yöntemle ilgili fikirleri üstüne düşünürken, her ikisinin de konuyu eksik bir noktadan ele aldıklarını anlamam ve buna Kuhn’un da katılmasıyla   gerçekleştirdiğim bilimsel yönetem ile ilgili uzun soluklu ve çok katmanlı felsefi düşüncenin sistematik bir derlemesidir. Düşüncemin merkezinde yer alan soru şudur: Bilim nasıl ilerler? Daha doğrusu, bilimsel bilginin oluşumunu mümkün kılan şey nedir? Bu soruyu ele alırken önce Popper’ın yanlışlanabilirlik ilkesine başvurdum fakat bir yanlışlamanın olabilmesi için fark olması gerektiğini fark ettim basit bir örnek vermem gerekir ise, Galileo Galilei: Aristoteles fiziği, doğanın durağan bir merkez etrafında düzenli işlediğini varsayıyordu. Galileo, teleskopla yaptığı gözlemlerde ayın yüzeyindeki çukurlar, Jüpiter’in uyduları ve Venüs’ün evreleri gibi unsurları fark etti ve bulguları Aristoteles fiziğinden farklıyıdı, bu farklılık bir gerilim oluşturmuştu. Bu gerilim Aristotelesçi kozmoloji ile aşılamazdı. Bu çatlak epistemik bir gerilim yarattı. Galileo’nun yapısal katkısı bu farkları işleyip, yeni bir doğa anlayışına dönüştürmesidir: harekete dayalı, matematiksel ve gözleme açık bir evren tasarımı. Ardından Kuhn’un paradigma teorisiyle ilerleyerek bilimsel devrimleri değerlendirm ve burdada vardığım sonuç ilk sonuçla aynı oldu çünkü devrim için kriz gerekiyordu ve bu kriz için ise fark oluşması gerekiyordu aksi kriz olmayacak ve buna bağlı olarak da devrim olmayacaktı. Bir örnekle anlatmama gerekir ise Nikolaus Kopernik: Dünya merkezli model, yüzyıllar boyunca sorgulanmadan aktarıldı. Kopernik’in güneş merkezli modeli doğrudan farktan doğdu: gezegenlerin geriye gitmesi gibi gözlemsel tutarsızlıkları fark etti ve bu fark, mevcut sistemde işlenemezdi ve tam anlamıyla bir krizdi ve bu kriz ancak Güneş merkezli model bu farkı işleyerek daha bütünsel bir açıklama sunmasıyla aşılabilirdir. Bu tam manasıyla bir devrimdi. Burada kriz, farkın bastırılmasıyla değil, farkın dikkatle işlenmesiyle devrimsel bir dönüşüm yaratmıştır. Sonrasında Feyerabend’in yöntem karşıtı epistemolojik anarşizmini üstüne düşündüm. Ancak tüm bu modellerin belirli sınırlara sahip olduğunu fark ettiğim noktada, Bilimin ancak farkları işleyerek yani Transdüktif bir şekilde ilerlediğini fark ettim, ortaya koyduğum bu yeni bir önerme tüm tartışmayı dönüştürdü: Bilim transdüktif olarak ilerler.

Bu önerme, yalnızca bilimsel yönteme dair bir alternatif değil; aynı zamanda bilginin ontolojik oluşuna dair yepyeni bir zemin önerisidir. Bu metin, bu önerinin tüm boyutlarını, karşıt düşüncelerle birlikte detaylı bir şekilde analiz ederek, epistemoloji ile ontolojinin kesiştiği yerde bilimsel oluşun yeni bir haritasını çıkarmayı amaçlamaktadır.

Öncelikle Transdüktivite Nedir? Sorusunu kısaca cevaplayalım çünkü ortaya koyduğum yöntemin temeli Transdüktiviteye dayanmaktadır.

Transdüktivite Nedir: Transdüktivite, bir sistemdeki farkın (asimetri, gerilim, uyumsuzluk) o sistemin sınırları içinde ilişkisel olarak işlenerek, yeni bir yapının, formun ya da bireyin doğmasına yol açan oluşsal işlem gücüdür. Bu, ne içsel ne de dışsal nedenlerle tam açıklanabilir; bizzat farkın işlenmesinden türeyen bir oluşsal dinamizmdir.

1. Popper’ın Yanlışlama Modeli ve Sınırları

Popper’ın bilim felsefesi, bilimsel bilgi ile metafizik ya da sahte bilim arasındaki ayrımı yanlışlanabilirlik ilkesi üzerinden kurar. Bir teori, ancak deneysel olarak çürütülebilir bir yapıya sahipse, bilimsel olabilir. Bu yaklaşım, bilgiye sürekli eleştirel bir tavırla yaklaşmayı öngörür ve mutlak doğruların değil, geçici kabul görmüş hipotezlerin peşinden gitmeyi önerir.

Ancak bu modelin yapısal sınırları vardır ve bana göre:

  • Yanlışlama, fark yoksa mümkün değildir. Yanlışlanabilirlik, ancak bir çelişkinin, bir uyuşmazlığın, bir tutarsızlığın ortaya çıkmasıyla anlam kazanır.
  • Bu fark, yalnızca deneysel ölçüm farkı değil; aynı zamanda ontolojik (varlık yapısına dair), kavramsal (tanım ve mantıksal yapı düzeyinde), tarihsel (zamanla değişen çerçeve) ve epistemik (bilgi sistematiği içinde) olabilir.
  • Dolayısıyla, Popper’ın yanlışlamacı bilimi, farkın ortaya çıkışını ve bu farkın işlenme sürecini göz ardı eder. Yanlışlama ancak transdüktif fark oluşumunun ardından gerçekleşebilir.

Bu noktada bilimsel ilerleme, farkın görülmesi, farkın sistemle ilişkiye girmesi ve onu dönüştürmesiyle başlar; yanlışlama bu sürecin ancak bir sonucu olabilir.

 

2. Kuhn’un Paradigma Teorisi ve İçsel Krizlerin Ontolojisi

Thomas Kuhn’un paradigma değişimi modeli, Popper’ın doğrusal bilim anlayışına karşı devrimci bir anlayış sunar. Bilim tarihi, normal bilim dönemlerinde belirli paradigmalar etrafında yapılan araştırmalardan oluşur. Ancak zamanla biriken anomaliler ve çözümleyemediği sorunlar, bu paradigmanın kriz yaşamasına ve yerini başka bir paradigmaya bırakmasına neden olur.

Ben, Kuhn’un bu kriz teorisini daha derinleştiren ve ontolojik temellere oturtan bir bakış açısı sunmaya çalışacağım:

  • Kriz, sistemin içinde işlenemeyen farkların birikmesidir. Yani farkın bastırılması ya da yok sayılması uzun vadede epistemik bir doygunluk yaratır ve sistem kendini taşıyamaz hâle gelir.
  • Bu kriz yalnızca deneysel verilerin artmasıyla değil, bu verilerin var olan teorik yapı ile açıklanamamasıyla ortaya çıkar.
  • Epistemik kriz bir ontolojik çatışma üretir; bu çatışma yeni bir bireyleşme, yani yeni bir paradigma yaratır.

Dolayısıyla Kuhn’un kriz momenti, aslında farkın işlenemediği, sistemin artık kendini dönüştüremediği noktada meydana gelen bir ontolojik doygunluk ve kopuş hâlidir. Transdüktif ilerleme, işte bu farkın yapısal olarak yeni bir şeyler üretmesidir.

 

3. Feyerabend ve Epistemik Kaosun İlişkisel Okunumu

Paul Feyerabend, bilimsel yöntem diye bir şeyin olmadığını, tarihsel olarak bilimsel ilerlemelerin çoğunun mevcut kurallara ve yöntemlere aykırı bir biçimde ortaya çıktığını savunur. “Her şey mübahtır” mottosuyla özetlediği bu yaklaşım, epistemolojik anarşizm olarak adlandırılır.

Benim ortaya koymaya çalıştığım model, bu anarşiyi düzensizliğe indirgemeden şöyle bir açıklık getirir:

  • Feyerabend’in her şeyin mubah oluşu, aslında sabit bir yönteme indirgenemeyen ilişkisel fark bolluğudur.
  • Bilim, bu fark bolluğu içinde bazı farkların gerilim yaratarak, işlenerek ve sistemle ilişkilenerek yeni anlam alanları yaratmasıyla ilerler.
  • Dolayısıyla kuralsızlık değil, yeni yapıların doğduğu oluş süreçleri önemlidir.

Bu, Feyerabend’in kaotik özgürlük anlayışını transdüktif yapısal bir okumayla yeniden yorumlar.

 

4. Transdüktif Epistemoloji: Bilimsel Oluşun Ontolojik Mantığı

Transdüktif modelin merkezinde, “fark” kavramı vardır. Ancak bu fark, sabit bir ölçümle değil; bir yapının içinde hissedilen, açıklanamayan, çatlak oluşturan ve gerilim yaratan bir unsurdur.

Bu modele göre:

  • Fark, var olan epistemik sistemin içinde işlenemez bir unsur olarak belirdiğinde gerilim yaratır.
  • Bu gerilim, sistemin kendi sınırlarını aşmaya zorlanmasına neden olur.
  • Bu sınır aşımı, farkın yapısal olarak işlenerek yeni bir oluş yapısına dönüşmesidir.

Transdüksiyon kavramı bu süreci şöyle açıklar:

  • Sistem metastabildir, yani kendi içinde farklılık taşıyan ama henüz kırılmamış durumdadır.
  • Fark ortaya çıkar, bu bir potansiyel enerjidir.
  • Gerilim artar, sistem çatlar ve yeni bir oluşlar ortaya çıkar.

Bilimsel bilgi de böyledir: farklar üzerinden oluşur, işlenir ve sistematik olarak yeni yapı üretir.

Birkaç tarihsel örneklerle transdüktif bilimsel oluşu pekiştirmek gerekir ise;

Transdüktif modelin tarihteki bilimsel ilerleme örnekleriyle uyumu çarpıcıdır. İşte bazı kritik örnekler:

Galileo Galilei: Aristoteles fiziği, doğanın durağan bir merkez etrafında düzenli işlediğini varsayıyordu. Galileo, teleskopla yaptığı gözlemlerde ayın yüzeyindeki çukurlar, Jüpiter’in uyduları ve Venüs’ün evreleri gibi unsurları fark etti. Bu farklar Aristotelesçi kozmoloji ile açıklanamazdı. Bu çatlak epistemik bir gerilim yarattı. Galileo’nun yapısal katkısı bu farkları işleyip, yeni bir doğa anlayışına dönüştürmesidir: harekete dayalı, matematiksel ve gözleme açık bir evren tasarımı.

Nikolaus Kopernik: Dünya merkezli model, yüzyıllar boyunca sorgulanmadan aktarıldı. Kopernik’in güneş merkezli modeli doğrudan farktan doğdu: gezegenlerin geriye gitmesi gibi gözlemsel tutarsızlıkları fark etti ve bu fark, mevcut sistemde işlenemezdi. Güneş merkezli model bu farkı işleyerek daha bütünsel bir açıklama sundu. Burada kriz, farkın bastırılmasıyla değil, farkın dikkatle işlenmesiyle dönüşüm yaratmıştır.

Albert Einstein: Newton mekaniği ışık hızına yaklaşan cisimleri açıklamada yetersiz kalıyordu. Michelson-Morley deneyi gibi deneyler, ışığın her yönde aynı hızla hareket ettiğini gösterdi ve bu, Newton’un uzay ve zaman anlayışıyla bağdaşmıyordu. Einstein bu farkı işleyerek özel ve ardından genel görelilik teorilerini oluşturdu. Yeni bireyleşme: zaman ve mekanın mutlak değil, göreli olduğunun kabulüdür.

Charles Darwin: Doğanın sabit türlerden oluştuğu fikri (Platonik ideaların canlılara yansıması olarak görülebilir) hâkimdi. Darwin, türler arasındaki varyasyon farklarını gözlemledi. Bu farklar sabit tür anlayışıyla işlenemezdi. Doğal seçilim fikri, farkların bireyleşmesini sağlayan bir mekanizma sunarak canlılık anlayışını köklü şekilde değiştirdi.

Bu örneklerin her biri, farkın sistem içinde gerilim yaratarak yeni yapılar doğurduğunu ve bu yapıların bilimsel bireyleşmelerle kalıcı hale geldiğini gösterir.

5. Bilimselliği Belirleyen Ölçüt: Transdüktif Kriter

Peki bu modelde bilimi diğer bilgi türlerinden (sanat, mit, metafizik) ayıran nedir? Benim yanıtım açıktır:

  • Bilimsel farklar yalnızca hissedilen değil, ölçülebilir, ilişkisel olarak işlenebilir ve tekrar edilebilir farklardır.
  • Sanat da fark üretir, ancak bu fark öznel oluşlara yöneliktir. Mitoloji, farkı toplumsal işlevle harmanlar. Bilim ise farkı yapısal bilgiye dönüştürür.

Bu durumda bilimsel ilerlemenin ölçütü:

"Fark, işlenerek yapısal, kolektif ve deneysel olarak oluşabiliyor mu yada oluşlaşabiliyor mu?"

Eğer evet, o hâlde bu bilimsel bir ilerlemedir. Aksi hâlde, bu fark başka bir alanın oluşuna katkı sağlar ama bilimsel paradigma oluşturmaz.

 

6. Transdüktif Epistemoloji: Fark, Bilginin Dinamiğidir

Benim modelinde bilimsel oluş:

  • Popper’ın yanlışlamasını içerir ama onunla başlamaz.
  • Kuhn’un devrimlerini kabul eder ama onunla açıklanmaz.
  • Feyerabend’in kaotik doğurganlığını tanır ama onu yapılandırır.

Ve hepsinden öte:

Bilgi, farkın işlenmesiyle oluşur.
Oluş ise ilişkisel bir gerilimden doğar.

Bu durumda bilgi:

  • Statik birikim değil, dinamik bireyleşmedir.
  • Sabit doğrular değil, işlemekte olan farkların sürekliliğidir.

Uygulamalı alanlarda transdüktif epistemolojiye birkaç örnek vermek gerekir ise;

Eğitim: Geleneksel eğitim sistemleri bilgiyi statik, aktarılacak bir nesne gibi sunar. Oysa transdüktif epistemoloji, öğrencinin zihinsel yapısı ile bilgi arasındaki farkın işlenerek bireysel anlam üretimi sağlanması gerektiğini savunur. Öğretim fark yaratmazsa gelişme de sağlanmaz. Bu anlayış, bireyselleştirilmiş, ilişkisel ve fark temelli bir pedagojiyi zorunlu kılar.

Etik: Etik sistemler sabit normlar üzerinden işlemeye çalıştığında farkları bastırabilir. Oysa toplumsal ya da bireysel yaşamda yeni durumlar, önceki etik çerçeveyle açıklanamaz farklar yaratır. Transdüktif etik, bu farkların yapıcı şekilde işlenerek yeni etik bireyleşmeler üretmesini hedefler. Örneğin, dijital mahremiyet, klasik etik sistemlerin dışında doğmuş bir farktır; etik yeniden yapılandırılmadan bu fark işlenemez.

Politika: Katı ideolojiler, farkları tehdit olarak görür. Ancak toplumsal dönüşüm, bastırılan farkların krize dönüşmesiyle değil, farkların açıkça işlenmesiyle sağlıklı biçimde gerçekleşebilir. Bu, temsili demokrasiden katılımcı, farkı bireyleştiren ilişkilere dayalı bir demokrasiye geçişi gerektirir.

7. Transdüktif Bilimin Geleceği: Açık Sistemler, Belirsizlik ve Evrimsel Yapılar

Transdüktif model, gelecekteki bilim anlayışları için de derinleştirici bir çerçeve sunar:

  • Kapalı sistemler yerine açık sistemler düşünülmelidir: Bilgi, sabit yapılarda değil, ilişkisel alanlarda doğar.
  • Belirsizlikler tehdit değil, fark potansiyelidir: Kuantum belirsizliği, epistemik potansiyeldir.
  • Bilim, evrimsel bir oluşlaşmadır: Sabit kurallar değil, her an yeniden şekillenen fark-ilişki yapıları bilimsel düşüncenin zeminidir.

 

Sonuç: Bilim, Oluşun İlişkisel Zemini Olarak

  • Bilim bir dogma değil, kendini fark üzerinden yeniden üretebilen bir sistemdir ve bu sistemde tabi ki deney ve ölçüm olmazsa olmazdır.
  • Bilimsel yöntem, sabit kurallar değil, farkın işlenmesini mümkün kılan ilişkisel etkileşimler bütünüdür.
  • Bilim, sadece doğrularla değil, yapısal çatlaklar ve gerilimlerle yol alır.

Son söz:

"Yanlışlama olmazsa, kriz oluşmaz ve kriz oluşmazsa devrim olmaz; ama fark olmazsa yanlışlama bile olmaz. Bu nedenle bilim, yanlışlamayla değil, farkla başlar. Ve her fark, potansiyel bir oluşun tohumudur."

Kısaca bilimsel yöntemin yöntemini doğa belirler ve bu Transdüksiyondur.

 

3 yorum:

  1. Epistemolojiye dair yerleşik çerçeveyi sarsan, gerçekçi ve dönüştürücü bir bakış açısı, ufkumuzu genişlettiğiniz için sonsuz teşekkürler.

    Su

    YanıtlaSil
  2. Ben teşekkür ederim, hatta cok tesekkur ederim

    YanıtlaSil
  3. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil

NESNE, ÖZNENİN ESİRİDİR

  Klasik Ontolojinin Krizi ve İlişkisel Varlığın İmkânı 1. Tanım ve Tahakküm: Bilgi mi, İktidar mı? İnsan zihninin en temel eğilimlerind...