1. Giriş
Modern düşüncenin çekirdeğinde yer alan
"birlik" arayışı, sıklıkla farkın bastırılmasını ya da dönüştürülerek
bir özdeşliğe indirgenmesini içeren yapılarla sonuçlanmıştır. Hegelci diyalektiğinkine
benzer epistemik modeller, çelişkilerin aşılması yoluyla daha yüksek bir sentez
öngörürken, bu süreçte fark genellikle özündeki özgünlüğü yitirerek daha genel
bir yapıya içkin hale gelir. Bu çalışma, söz konusu dönüşümü, epistemik bir mantığın
ontolojik düzenlemelere uyarlanmasından doğan bir sorun olarak ele almaktadır.
Asimilasyon ve entegrasyon arasındaki fark, yalnızca
politik ya da toplumsal bir mesele olmayıp aynı zamanda derin bir ontolojik
ayrıma da işaret eder. Asimilasyon, farkın birliğe tabi kılınması; entegrasyon
ise farkın kendi öznelik konumunu koruyarak bir aradalığını sürdürebilmesi
anlamına gelir. Bu bağlamda Simondon'un transdüksiyon ve bireyleşme kavramları
ile Deleuze'ün fark ontolojisi, Hegelci senteze karşı etik ve yapısal bir
alternatif sunar.
Bu metin, diyalektiğin farkı aşma mantığına karşı, farkın
içsel dinamizmini ve çoğulluk içinde entegrasyonunu temel alan bir yaklaşım
geliştirerek; epistemolojik yapıların ontolojik düzeyde doğurduğu etkileri
eleştirisel bir perspektifle incelemeyi amaçlamaktadır.
2. Hegelci Diyalektik ve Farkın Aşılması
Hegelci diyalektiği, modern felsefenin en etkili
epistemolojik yapılarından biridir. Bu yapı, düşüncenin kendi içsel gelişimi
boyunca, karşıtlar arasındaki çelişkileri aşarak daha kapsamlı bir bütünlüğe
ulaşmasını sağlar. Tez (var olan durum), antitez (bu duruma karşıt gelişen
unsur) ve sentez (her ikisini içerip aşan yeni bir birlik ve bir üst düzeyde
özdeşliğe dönüşüm) yapısı, bu düşünsel ilerlemenin temelini oluşturur.
Hegel'in kullandığı kilit kavramlardan biri olan "Aufhebung",
çok anlamlılığıyla dikkat çeker: hem "ortadan kaldırma" hem de
"koruyarak yükseltme" anlamlarını içerir. Bu kavram, farkın tam
anlamıyla yok edilmediğini; ancak kendi bağımsız konumunu yitirerek daha yüksek
bir yapı içinde içkin hale geldiğini ve özdeşliğe dönüştüğünü ima eder. Bu
açıdan bakıldığında, fark, Hegelci sistemde pozitif yaratıcılığından ziyade,
daha kapsamlı bir bütünlüğe katkısı oranında özdeşliğe vararak değer kazanır.
Ancak bu mantık, felsefi bir düzlemde ilerleme fikrini
destekliyor gibi görünse de, ontolojik düzeyde ciddi sorunlar barındırır.
Farkın bu şekilde içerilip dönüştürülmesi, onu kendi öznelik dinamiğinden
yoksun bırakarak, daha genel bir sistemin unsuru haline getirir, çünkü
varılmak istenen sonuç özdeşliktir. Özellikle kimlik, birey, toplumsal özne
gibi kategoriler açısından bu dönüşüm, farkın asimilasyonu anlamına
gelebilir.
Hegelci diyalektik bu haliyle, epistemolojik bir
ilerleme mantığının ontolojik yapılara empoze edilmesi olarak okunabilir.
Bu da felsefenin yalnızca kavramsal değil, varlığın yapısına dair kurucu bir
söylem haline gelmesini beraberinde getirir. Ancak bu kurucu söylem, farkın
çokluğu yerine, birliğe tabi kılınmasını meşrulaştırabilir. Bu nedenle Hegelci
sentez modeli, her ne kadar bir ilerleme vaat etse de, ontolojik çoğulluğun
bastırılmasına hizmet eden asimilatif bir mekanizma ve total bir akıl sistemi
kurma isteğinden dolayı dikkat edilmezse totaliterleşmeye varabilme potansiyeli
olarak da okunabilir.
3. Ontolojik Düzlemde Diyalektiğin Asimilatif
Potansiyeli
Hegelci diyalektik, temelinde epistemolojik bir ilerleme
modeli olarak tasarlanır. Ancak bu modelin ontolojik alanlara uygulanması,
farkın yapısında bozulmalara yol açabilir. Epistemolojik olarak bilgiye, akla
ya da Tin'e dair çelişkilerin aşılması olumlu bir öneri gibi görünse de, aslında
bu farklılığın özdeşleştirilmesidir. Aynı mantık özne, beden, kimlik ve
toplumsal farklılıklar gibi alanlara uygulandığında asimilatif bir dinamik
yaratabilir.
Bu noktada fark, birliğin tamamlanması yani özdeşliğin
kurulması için ortadan kaldırılması gereken bir engel haline gelir. Tez ve
antitez arasındaki çelişki, sentezde "aşılırken"; bu aşma, her iki
tarafın da kendi öznelik konumlarından vazgeçmeleri anlamına gelir. Bu durum,
toplumsal düzenin içinde farklı kimliklerin ya da öznelliklerin bir özdeşlik
modeline indirgenmesini ve asimile edilmelerini meşrulaştırabilir.
Örneğin, ulus-devlet mantığı çerçevesinde vatandaşlık,
din, dil ya da kültür gibi farklılıklar, "ulus" adı altında tekil bir
kimlikte sentezlenir. Bu sentez, entegratif bir yapı gibi görünse de, aslında
farklılığın şartlı kabulüne dayanır. Bu şart genellikle, egemen özne ya da
ideolojiye uyum göstermek şeklinde tezahür eder. Dolayısıyla fark burada ya dönüşmek
zorundadır ya da görünmez hale gelir.
Benzer bir durum biyolojik düzenlerde de görülebilir.
Organizma içinde her bir hücre ya da organ, kendi farkını koruyarak
sistemleşir; ancak bu farklılıklar, eğer bir "tek biçimlilik"
ilkesine indirgenirse, ya disfonksiyonel hale gelir ya da yok edilir. Farkın
bastırıldığı sistemler, ya patolojik yapılar geliştirir ya da entropik çöküşü
davet eder.
Dolayısıyla Hegelci diyalektiğin ontolojik düzlemde
uygulanması, epistemik olarak tasarlanmış bir ilerleme kurgusunun, farkların
varlık içindeki özgül şekillerine zarar vermesiyle sonuçlanabilir. Bu durum,
Simondon ve Deleuze gibi düşünürlerin ön plana çıkardığı fark içinde
bireyleşme ya da pozitif farkın korunması gibi modellerin neden etik
ve ontolojik olarak zorunlu olduğunu gösterir.
4. Simondon’da Transdüksiyon ve Bireyleşme
Gilbert Simondon, bireyin sabit ve tamamlanmış bir varlık
olmadığını, aksine süreç içinde bireyleşen bir potansiyel olduğunu savunarak
felsefi birey anlayışına radikal bir dönüş getirmiştir. Bu yaklaşım, farkın
bastırıldığı ya da sabit bir özdeşliğe indirgenmek zorunda bırakıldığı
diyalektik modellere karşı özgün ve yaratıcı bir alternatif sunar. Simondon'a
göre birey, "kendinde tamamlanmış" bir özne değil, sürekli
bireyleşme halindeki bir varlıktır. Bu bireyleşme süreci ise
"transdüksiyon" adını verdiği bir ilkeye dayanır.
Transdüksiyon,
heterojen unsurlar arasındaki gerilimli bir alanda, farkın işlenerek yeni bir
yapının ortaya çıkmasıdır. Bu süreç ne bir sentezdir ne de iki unsurun
birleşmesiyle oluşan çıplak bir bütün. Aksine, farklılıkların birbirini
etkileyerek yeni bir bireyleşme alanı yaratmasıdır. Bu anlamda
transdüksiyon, Hegelci diyalektiğin "aşma" ve "yükseltme"
mantığından temelden ayrılır. Hegel farkı özdeşliğe hizmet ettirirken, Simondon
farkın kendisini yaratıcı bir ilke olarak görür.
Simondon'un bireyleşme kuramında metastabilite
kilit bir rol oynar. Bu kavram, sistemin dengede değil, gerilimli ama
potansiyel olarak yaratıcı bir durumda bulunmasını ifade eder. Bu durum, farklı
unsurların sabit bir dengeye ulaşmaksızın, bir arada bir gerilim alanı
oluşturarak yeni bir form doğurmasına olanak tanır. Birey bu alan içinde, sabit
bir özellikler bütünü değil, sürekli fark işleyen bir varlık olarak
düşünülmelidir.
Bu anlayış, asimilasyonun tam karşısına konumlanır.
Asimilasyon, farkı ortadan kaldırarak birliğe tabi kılar; oysa transdüksiyon,
farkın öznelik değerini koruyarak yeni birlikler oluşturmasını sağlar. Bu
birlikler, homojenleşmeden, heterojen öznelliklerin birlikte bireyleştiği
yapılardır. Simondon'un bu anlayışı, farklılığın korunarak bir aradalık içinde
bireyleşmesini sağlayan özgün bir ontolojik model sunar.
Bu model, hem bireysel kimliğin hem de toplumsal yapının
yeniden düşünülmesini gerekli kılar. Farklılıkları yok etmeyen, aksine onlar
aracılığıyla yeni bireyleşme alanları kuran bu yaklaşım, hem etik hem de
yaratıcılık açısından diyalektik yapılara üstün bir alternatif sunar.
Simondon'un transdüksiyona dayalı bireyleşme kuramı, farkın silinmeden
işlenebileceği, çatışma yerine potansiyel yaratılabileceği bir varlık
anlayışının kapısını aralar.
5. Deleuze’de Farkın Ontolojisi
Gilles Deleuze, Hegelci diyalektiğe yönelik eleştirisini
fark kavramı üzerinden derinleştirerek, felsefeye yeni bir ontolojik bakış
açısı sunar. Deleuze için sorun, farkın Hegelci sistemde negatif ve aşılması
gereken bir ara durum olarak ele alınmasıdır. Oysa Deleuze'e göre fark, ontolojik
olarak öncül ve pozitif bir yaratıcılık kaynağıdır.
Deleuze, farkın bir sentezle üst birliğe erişmesini
değil, farklılıkların kendi potansiyelleriyle varlık alanını şekillendirmesini
savunur. Bu anlamda "fark" sadece bir çelişki ya da negatiflik değil;
oluşun, çoğulluğun ve yeni olanın kaynağıdır. Deleuze'ye göre Hegelci
"Aufhebung" mantığı, farkın potansiyelini bastırarak onu özdeşliğe
tabi kılar. Bu, farkın yaratıcılığından ziyade, kontrol edilebilirliği
üzerinden düşünülmesidir.
Deleuze'ün öne çıkardığı bir diğer temel fark, özdeşlik
yerine farkın olumlanması ilkesidir. Klasik metafizikte varlık genellikle
"A=A" şeklinde, yani özdeşliğe dayanarak tanımlanır. Oysa Deleuze
için bu, farkın bastırılmasıdır. Ona göre asıl yaratıcılık, bir şeyin kendine
farklı olmasından, yani kendi içinde farkı üretebilmesinden gelir. Bu
nedenle Deleuze, sabit özlerden ziyade sürekli değişimi ve farkın üretimini
merkeze alır.
Bu bağlamda Deleuze'de "oluş" (devenir) fikri,
bir nesnenin ya da öznenin sabit kimliğini koruyarak ilerlemesi değil, fark
içinde sürekli yenilenmesidir. Fark burada bir engel ya da aşılması gereken
bir bozulma değil, tam tersine varlığın yaratıcı ve sürekli kendini yeniden
kuran hareketidir.
Hegelci totalite anlayışına karşılık, Deleuze heterojen
birlik fikrini savunur. Bu birlik, aynılığın içinde farkı eriten bir sistem
değil; farklılıkların birlikte var olabildiği, çelişmeden ziyade rezonans ve
şiddetli yaratıcı gerilim temelinde bir aradalıktır. Bu yaklaşım, varlığın
birliğini sağlamak için farkı yok etmeye yönelik her türlü asimilatif mantığın
karşısına konumlanır.
Deleuze'de fark, salt bir bilgi kategorisi ya da
zihinsel bir soyutlama değil; ontolojik bir gerilim ve yaratım alanıdır.
Bu nedenle Deleuze'ye göre hakiki bir fark felsefesi, hem epistemolojik olarak
bilmenin yapısını değiştirir hem de etik-politik düzlemde farklılığın
korunmasını ve üretkenliğinin sürekliliğini sağlar.
6. Asimilasyona Karşı Etik Bir Alternatif:
Farkların Birlikteliği
Farkın korunmasını temel alan bir ontoloji, yalnızca
varlığın yapısını değil, aynı zamanda etik ve politik düzenin de yeniden
düşünülmesini gerektirir. Asimilasyon, farklılıkları daha kapsamlı bir birlik
adına silerken; entegrasyon, farklılıkların kendi öznelik değerlerini koruyarak
birlikte var olabilmelerini olanaklı kılar. Bu anlamda etik bir entegrasyon, farklılığın
hak olarak tanınmasını ve bu farklılığın yaratıcılık potansiyelinin
toplumsal yapı içinde özgürce ifadesini güvence altına almayı hedefler.
Bu etik ilke, toplumun homojenleştirici yapılar yerine, heterojen
öznelliklerin bir aradalığını olanaklı kılacak bir zemin kurmasını gerekli
kılar. Farklı dil, din, etnisite, cinsiyet, yaşam tarzı, bilgi ve deneyim
biçimlerinin aynı anda varlığını sürdürebilmesi, sadece bir hoşgörü meselesi
değil; aynı zamanda ontolojik bir zorunluluk olarak görülmelidir. Çünkü
fark, varlığın kendisini yeniden kurmasını sağlayan yaratıcılık alanıdır. Bu
yaratım, farklar silindiğinde değil; tam tersine farkların gerilimli
birlikteliğiyle ortaya çıkar.
Farkın korunmasını hedefleyen bu etik perspektif, bilgi
anlayışımızı da etkiler. Bilgi, farklı bakış açılarının bir senteze
zorlanmasıyla değil; bu bakış açıları arasındaki yaratıcı gerilimin
işlenmesiyle ortaya çıkar. Bu bağlamda bilgi, transdüktif bir üretim süreci
olarak düşünülmelidir.
Beden ve kimlik de bu perspektifte yeniden
düşünülmelidir. Sabit ve evrensel kimlik kalıpları yerine, fark üreten,
deneyimleyen, dönüşen ve şekillenen bedenler ve öznelikler merkeze alınmalıdır.
Bu, bireylerin toplum tarafından tanımlanması yerine, bireylerin kendi
farkları aracılığıyla toplumu şekillendirmesi anlamına gelir.
Sonuç olarak, etik bir alternatif olarak farkların
birlikteliği, hem varlığın yapısına dair bir ontolojik ilke, hem toplumsal
yaşamı düzenleyen bir politik vizyon, hem de bilginin ortaya çıkışına dair bir
epistemolojik dönüşüm talebi olarak kavranmalıdır.
7. Sonuç: Entegrasyonun Transdüktif Mantığı
Bu çalışmanın başlangıcında ortaya konulan temel soru,
farkın birlik adına bastırılmasının zorunlu olup olmadığıydı. Hegelci
diyalektiğin epistemolojik ilerleme modeli, bu soruya çelişkinin aşılması
aracılığıyla evrensel bir sentez önererek cevap verir. Ancak bu sentez,
ontolojik düzeyde farklılığın özgünlüğünü kaybettiği, yaratıcı potansiyelinin
silindiği bir asimilasyon mantığına dönüşebilir.
Simondon'un transdüksiyon ilkesine ve Deleuze'ün fark
ontolojisine dayanan alternatif bir düşünce hattı ise, farkın korunmasını
sadece bir etik ya da politik tercih değil, aynı zamanda ontolojik bir
zorunluluk olarak kavrar. Bu yaklaşımda entegrasyon, sabit birliğin icbarı
değil; farklılıkların kendi potansiyelleriyle şekillendirdiği açık ve
sürekli bireyleşen bir alandır.
Ontolojik düzlemde bu, farklılıkların varlığın temel
bileşenleri olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Epistemolojik olarak bu,
bilginin fark içinde üretildiği ve farklı bakış açılarının yaratıcı
etkileşiminden doğduğu bir süreç olarak kavranmasını gerektirir. Etik ve
politik olarak ise, toplumsal yapıların farklılığı bastırmak yerine onu
işleyen, özneleşmeye alan tanıyan ve birlikte yaşamın heterojenliğini olanaklı
kılan yapılar olması gerektiği sonucunu doğurur.
Farkın yok edilmeden birlikte var olmasının koşulları,
ancak transdüktif bir mantıkla, yani farkı işleyerek, gerilimli alanları
koruyarak ve bu alanlardan yeni bireyleşme olanakları üreterek mümkün olabilir.
Bu, sadece yeni bir felsefi model değil; aynı zamanda yeni bir toplumsal, etik
ve epistemik duyarlılık inşasının da temelidir.
“VARLIK BİR SENTEZ DEĞİLDİR, VARLIK BİR
TUTARSIZLIK/ÇELİŞKİDİR.” Bir Garip Panteist
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder