25 Mayıs 2025 Pazar

SENTEZE KARŞI TRANSDÜKSİYON-ASİMİLASYONA KARŞI ENTEGRASYON

 

1. Giriş

Modern düşüncenin çekirdeğinde yer alan "birlik" arayışı, sıklıkla farkın bastırılmasını ya da dönüştürülerek bir özdeşliğe indirgenmesini içeren yapılarla sonuçlanmıştır. Hegelci diyalektiğinkine benzer epistemik modeller, çelişkilerin aşılması yoluyla daha yüksek bir sentez öngörürken, bu süreçte fark genellikle özündeki özgünlüğü yitirerek daha genel bir yapıya içkin hale gelir. Bu çalışma, söz konusu dönüşümü, epistemik bir mantığın ontolojik düzenlemelere uyarlanmasından doğan bir sorun olarak ele almaktadır.

Asimilasyon ve entegrasyon arasındaki fark, yalnızca politik ya da toplumsal bir mesele olmayıp aynı zamanda derin bir ontolojik ayrıma da işaret eder. Asimilasyon, farkın birliğe tabi kılınması; entegrasyon ise farkın kendi öznelik konumunu koruyarak bir aradalığını sürdürebilmesi anlamına gelir. Bu bağlamda Simondon'un transdüksiyon ve bireyleşme kavramları ile Deleuze'ün fark ontolojisi, Hegelci senteze karşı etik ve yapısal bir alternatif sunar.

Bu metin, diyalektiğin farkı aşma mantığına karşı, farkın içsel dinamizmini ve çoğulluk içinde entegrasyonunu temel alan bir yaklaşım geliştirerek; epistemolojik yapıların ontolojik düzeyde doğurduğu etkileri eleştirisel bir perspektifle incelemeyi amaçlamaktadır.

2. Hegelci Diyalektik ve Farkın Aşılması

Hegelci diyalektiği, modern felsefenin en etkili epistemolojik yapılarından biridir. Bu yapı, düşüncenin kendi içsel gelişimi boyunca, karşıtlar arasındaki çelişkileri aşarak daha kapsamlı bir bütünlüğe ulaşmasını sağlar. Tez (var olan durum), antitez (bu duruma karşıt gelişen unsur) ve sentez (her ikisini içerip aşan yeni bir birlik ve bir üst düzeyde özdeşliğe dönüşüm) yapısı, bu düşünsel ilerlemenin temelini oluşturur.

Hegel'in kullandığı kilit kavramlardan biri olan "Aufhebung", çok anlamlılığıyla dikkat çeker: hem "ortadan kaldırma" hem de "koruyarak yükseltme" anlamlarını içerir. Bu kavram, farkın tam anlamıyla yok edilmediğini; ancak kendi bağımsız konumunu yitirerek daha yüksek bir yapı içinde içkin hale geldiğini ve özdeşliğe dönüştüğünü ima eder. Bu açıdan bakıldığında, fark, Hegelci sistemde pozitif yaratıcılığından ziyade, daha kapsamlı bir bütünlüğe katkısı oranında özdeşliğe vararak değer kazanır.

Ancak bu mantık, felsefi bir düzlemde ilerleme fikrini destekliyor gibi görünse de, ontolojik düzeyde ciddi sorunlar barındırır. Farkın bu şekilde içerilip dönüştürülmesi, onu kendi öznelik dinamiğinden yoksun bırakarak, daha genel bir sistemin unsuru haline getirir, çünkü varılmak istenen sonuç özdeşliktir. Özellikle kimlik, birey, toplumsal özne gibi kategoriler açısından bu dönüşüm, farkın asimilasyonu anlamına gelebilir.

Hegelci diyalektik bu haliyle, epistemolojik bir ilerleme mantığının ontolojik yapılara empoze edilmesi olarak okunabilir. Bu da felsefenin yalnızca kavramsal değil, varlığın yapısına dair kurucu bir söylem haline gelmesini beraberinde getirir. Ancak bu kurucu söylem, farkın çokluğu yerine, birliğe tabi kılınmasını meşrulaştırabilir. Bu nedenle Hegelci sentez modeli, her ne kadar bir ilerleme vaat etse de, ontolojik çoğulluğun bastırılmasına hizmet eden asimilatif bir mekanizma ve total bir akıl sistemi kurma isteğinden dolayı dikkat edilmezse totaliterleşmeye varabilme potansiyeli olarak da okunabilir.

3. Ontolojik Düzlemde Diyalektiğin Asimilatif Potansiyeli

Hegelci diyalektik, temelinde epistemolojik bir ilerleme modeli olarak tasarlanır. Ancak bu modelin ontolojik alanlara uygulanması, farkın yapısında bozulmalara yol açabilir. Epistemolojik olarak bilgiye, akla ya da Tin'e dair çelişkilerin aşılması olumlu bir öneri gibi görünse de, aslında bu farklılığın özdeşleştirilmesidir. Aynı mantık özne, beden, kimlik ve toplumsal farklılıklar gibi alanlara uygulandığında asimilatif bir dinamik yaratabilir.

Bu noktada fark, birliğin tamamlanması yani özdeşliğin kurulması için ortadan kaldırılması gereken bir engel haline gelir. Tez ve antitez arasındaki çelişki, sentezde "aşılırken"; bu aşma, her iki tarafın da kendi öznelik konumlarından vazgeçmeleri anlamına gelir. Bu durum, toplumsal düzenin içinde farklı kimliklerin ya da öznelliklerin bir özdeşlik modeline indirgenmesini ve asimile edilmelerini meşrulaştırabilir.

Örneğin, ulus-devlet mantığı çerçevesinde vatandaşlık, din, dil ya da kültür gibi farklılıklar, "ulus" adı altında tekil bir kimlikte sentezlenir. Bu sentez, entegratif bir yapı gibi görünse de, aslında farklılığın şartlı kabulüne dayanır. Bu şart genellikle, egemen özne ya da ideolojiye uyum göstermek şeklinde tezahür eder. Dolayısıyla fark burada ya dönüşmek zorundadır ya da görünmez hale gelir.

Benzer bir durum biyolojik düzenlerde de görülebilir. Organizma içinde her bir hücre ya da organ, kendi farkını koruyarak sistemleşir; ancak bu farklılıklar, eğer bir "tek biçimlilik" ilkesine indirgenirse, ya disfonksiyonel hale gelir ya da yok edilir. Farkın bastırıldığı sistemler, ya patolojik yapılar geliştirir ya da entropik çöküşü davet eder.

Dolayısıyla Hegelci diyalektiğin ontolojik düzlemde uygulanması, epistemik olarak tasarlanmış bir ilerleme kurgusunun, farkların varlık içindeki özgül şekillerine zarar vermesiyle sonuçlanabilir. Bu durum, Simondon ve Deleuze gibi düşünürlerin ön plana çıkardığı fark içinde bireyleşme ya da pozitif farkın korunması gibi modellerin neden etik ve ontolojik olarak zorunlu olduğunu gösterir.

4. Simondon’da Transdüksiyon ve Bireyleşme

Gilbert Simondon, bireyin sabit ve tamamlanmış bir varlık olmadığını, aksine süreç içinde bireyleşen bir potansiyel olduğunu savunarak felsefi birey anlayışına radikal bir dönüş getirmiştir. Bu yaklaşım, farkın bastırıldığı ya da sabit bir özdeşliğe indirgenmek zorunda bırakıldığı diyalektik modellere karşı özgün ve yaratıcı bir alternatif sunar. Simondon'a göre birey, "kendinde tamamlanmış" bir özne değil, sürekli bireyleşme halindeki bir varlıktır. Bu bireyleşme süreci ise "transdüksiyon" adını verdiği bir ilkeye dayanır.

Transdüksiyon, heterojen unsurlar arasındaki gerilimli bir alanda, farkın işlenerek yeni bir yapının ortaya çıkmasıdır. Bu süreç ne bir sentezdir ne de iki unsurun birleşmesiyle oluşan çıplak bir bütün. Aksine, farklılıkların birbirini etkileyerek yeni bir bireyleşme alanı yaratmasıdır. Bu anlamda transdüksiyon, Hegelci diyalektiğin "aşma" ve "yükseltme" mantığından temelden ayrılır. Hegel farkı özdeşliğe hizmet ettirirken, Simondon farkın kendisini yaratıcı bir ilke olarak görür.

Simondon'un bireyleşme kuramında metastabilite kilit bir rol oynar. Bu kavram, sistemin dengede değil, gerilimli ama potansiyel olarak yaratıcı bir durumda bulunmasını ifade eder. Bu durum, farklı unsurların sabit bir dengeye ulaşmaksızın, bir arada bir gerilim alanı oluşturarak yeni bir form doğurmasına olanak tanır. Birey bu alan içinde, sabit bir özellikler bütünü değil, sürekli fark işleyen bir varlık olarak düşünülmelidir.

Bu anlayış, asimilasyonun tam karşısına konumlanır. Asimilasyon, farkı ortadan kaldırarak birliğe tabi kılar; oysa transdüksiyon, farkın öznelik değerini koruyarak yeni birlikler oluşturmasını sağlar. Bu birlikler, homojenleşmeden, heterojen öznelliklerin birlikte bireyleştiği yapılardır. Simondon'un bu anlayışı, farklılığın korunarak bir aradalık içinde bireyleşmesini sağlayan özgün bir ontolojik model sunar.

Bu model, hem bireysel kimliğin hem de toplumsal yapının yeniden düşünülmesini gerekli kılar. Farklılıkları yok etmeyen, aksine onlar aracılığıyla yeni bireyleşme alanları kuran bu yaklaşım, hem etik hem de yaratıcılık açısından diyalektik yapılara üstün bir alternatif sunar. Simondon'un transdüksiyona dayalı bireyleşme kuramı, farkın silinmeden işlenebileceği, çatışma yerine potansiyel yaratılabileceği bir varlık anlayışının kapısını aralar.

 

 

5. Deleuze’de Farkın Ontolojisi

Gilles Deleuze, Hegelci diyalektiğe yönelik eleştirisini fark kavramı üzerinden derinleştirerek, felsefeye yeni bir ontolojik bakış açısı sunar. Deleuze için sorun, farkın Hegelci sistemde negatif ve aşılması gereken bir ara durum olarak ele alınmasıdır. Oysa Deleuze'e göre fark, ontolojik olarak öncül ve pozitif bir yaratıcılık kaynağıdır.

Deleuze, farkın bir sentezle üst birliğe erişmesini değil, farklılıkların kendi potansiyelleriyle varlık alanını şekillendirmesini savunur. Bu anlamda "fark" sadece bir çelişki ya da negatiflik değil; oluşun, çoğulluğun ve yeni olanın kaynağıdır. Deleuze'ye göre Hegelci "Aufhebung" mantığı, farkın potansiyelini bastırarak onu özdeşliğe tabi kılar. Bu, farkın yaratıcılığından ziyade, kontrol edilebilirliği üzerinden düşünülmesidir.

Deleuze'ün öne çıkardığı bir diğer temel fark, özdeşlik yerine farkın olumlanması ilkesidir. Klasik metafizikte varlık genellikle "A=A" şeklinde, yani özdeşliğe dayanarak tanımlanır. Oysa Deleuze için bu, farkın bastırılmasıdır. Ona göre asıl yaratıcılık, bir şeyin kendine farklı olmasından, yani kendi içinde farkı üretebilmesinden gelir. Bu nedenle Deleuze, sabit özlerden ziyade sürekli değişimi ve farkın üretimini merkeze alır.

Bu bağlamda Deleuze'de "oluş" (devenir) fikri, bir nesnenin ya da öznenin sabit kimliğini koruyarak ilerlemesi değil, fark içinde sürekli yenilenmesidir. Fark burada bir engel ya da aşılması gereken bir bozulma değil, tam tersine varlığın yaratıcı ve sürekli kendini yeniden kuran hareketidir.

Hegelci totalite anlayışına karşılık, Deleuze heterojen birlik fikrini savunur. Bu birlik, aynılığın içinde farkı eriten bir sistem değil; farklılıkların birlikte var olabildiği, çelişmeden ziyade rezonans ve şiddetli yaratıcı gerilim temelinde bir aradalıktır. Bu yaklaşım, varlığın birliğini sağlamak için farkı yok etmeye yönelik her türlü asimilatif mantığın karşısına konumlanır.

Deleuze'de fark, salt bir bilgi kategorisi ya da zihinsel bir soyutlama değil; ontolojik bir gerilim ve yaratım alanıdır. Bu nedenle Deleuze'ye göre hakiki bir fark felsefesi, hem epistemolojik olarak bilmenin yapısını değiştirir hem de etik-politik düzlemde farklılığın korunmasını ve üretkenliğinin sürekliliğini sağlar.

6. Asimilasyona Karşı Etik Bir Alternatif: Farkların Birlikteliği

Farkın korunmasını temel alan bir ontoloji, yalnızca varlığın yapısını değil, aynı zamanda etik ve politik düzenin de yeniden düşünülmesini gerektirir. Asimilasyon, farklılıkları daha kapsamlı bir birlik adına silerken; entegrasyon, farklılıkların kendi öznelik değerlerini koruyarak birlikte var olabilmelerini olanaklı kılar. Bu anlamda etik bir entegrasyon, farklılığın hak olarak tanınmasını ve bu farklılığın yaratıcılık potansiyelinin toplumsal yapı içinde özgürce ifadesini güvence altına almayı hedefler.

Bu etik ilke, toplumun homojenleştirici yapılar yerine, heterojen öznelliklerin bir aradalığını olanaklı kılacak bir zemin kurmasını gerekli kılar. Farklı dil, din, etnisite, cinsiyet, yaşam tarzı, bilgi ve deneyim biçimlerinin aynı anda varlığını sürdürebilmesi, sadece bir hoşgörü meselesi değil; aynı zamanda ontolojik bir zorunluluk olarak görülmelidir. Çünkü fark, varlığın kendisini yeniden kurmasını sağlayan yaratıcılık alanıdır. Bu yaratım, farklar silindiğinde değil; tam tersine farkların gerilimli birlikteliğiyle ortaya çıkar.

Farkın korunmasını hedefleyen bu etik perspektif, bilgi anlayışımızı da etkiler. Bilgi, farklı bakış açılarının bir senteze zorlanmasıyla değil; bu bakış açıları arasındaki yaratıcı gerilimin işlenmesiyle ortaya çıkar. Bu bağlamda bilgi, transdüktif bir üretim süreci olarak düşünülmelidir.

Beden ve kimlik de bu perspektifte yeniden düşünülmelidir. Sabit ve evrensel kimlik kalıpları yerine, fark üreten, deneyimleyen, dönüşen ve şekillenen bedenler ve öznelikler merkeze alınmalıdır. Bu, bireylerin toplum tarafından tanımlanması yerine, bireylerin kendi farkları aracılığıyla toplumu şekillendirmesi anlamına gelir.

Sonuç olarak, etik bir alternatif olarak farkların birlikteliği, hem varlığın yapısına dair bir ontolojik ilke, hem toplumsal yaşamı düzenleyen bir politik vizyon, hem de bilginin ortaya çıkışına dair bir epistemolojik dönüşüm talebi olarak kavranmalıdır.

7. Sonuç: Entegrasyonun Transdüktif Mantığı

Bu çalışmanın başlangıcında ortaya konulan temel soru, farkın birlik adına bastırılmasının zorunlu olup olmadığıydı. Hegelci diyalektiğin epistemolojik ilerleme modeli, bu soruya çelişkinin aşılması aracılığıyla evrensel bir sentez önererek cevap verir. Ancak bu sentez, ontolojik düzeyde farklılığın özgünlüğünü kaybettiği, yaratıcı potansiyelinin silindiği bir asimilasyon mantığına dönüşebilir.

Simondon'un transdüksiyon ilkesine ve Deleuze'ün fark ontolojisine dayanan alternatif bir düşünce hattı ise, farkın korunmasını sadece bir etik ya da politik tercih değil, aynı zamanda ontolojik bir zorunluluk olarak kavrar. Bu yaklaşımda entegrasyon, sabit birliğin icbarı değil; farklılıkların kendi potansiyelleriyle şekillendirdiği açık ve sürekli bireyleşen bir alandır.

Ontolojik düzlemde bu, farklılıkların varlığın temel bileşenleri olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Epistemolojik olarak bu, bilginin fark içinde üretildiği ve farklı bakış açılarının yaratıcı etkileşiminden doğduğu bir süreç olarak kavranmasını gerektirir. Etik ve politik olarak ise, toplumsal yapıların farklılığı bastırmak yerine onu işleyen, özneleşmeye alan tanıyan ve birlikte yaşamın heterojenliğini olanaklı kılan yapılar olması gerektiği sonucunu doğurur.

Farkın yok edilmeden birlikte var olmasının koşulları, ancak transdüktif bir mantıkla, yani farkı işleyerek, gerilimli alanları koruyarak ve bu alanlardan yeni bireyleşme olanakları üreterek mümkün olabilir. Bu, sadece yeni bir felsefi model değil; aynı zamanda yeni bir toplumsal, etik ve epistemik duyarlılık inşasının da temelidir.

“VARLIK BİR SENTEZ DEĞİLDİR, VARLIK BİR TUTARSIZLIK/ÇELİŞKİDİR.” Bir Garip Panteist

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

NESNE, ÖZNENİN ESİRİDİR

  Klasik Ontolojinin Krizi ve İlişkisel Varlığın İmkânı 1. Tanım ve Tahakküm: Bilgi mi, İktidar mı? İnsan zihninin en temel eğilimlerind...