8 Temmuz 2025 Salı

KARAR SÜRECININ TRANSDÜKTIF MODELLEMESI

Sesli Dinlemek İçin Tıklayınız

Özet:

Bu yazı, özgür irade sorununu ilişkisel ontoloji ve transdüktif düşünce bağlamında yeniden değerlendirmektedir. Klasik özgürlük anlayışlarının öznede ya da dışsal nedenlerde temellenen yaklaşımlarına karşılık olarak, özgürlüğün kararın değil, farkın ve ilişkisel katılımın içinden doğduğunu savunur. Karar, birey ve çevre arasındaki etkileşimsel, fark yaratan ve geri beslemeli bir bireyleşme süreci olarak ele alınır. Bu model, etik, hukuk, politika ve psikoloji alanlarında özgürlük kavramının yeniden inşasına imkân tanır. Kararın transdüktif doğası, onu sabit özne ya da belirlenmiş çevre etkilerinden değil; ilişkisel oluşun kendisinden türeyen bir fark alanı olarak tanımlar.

Giriş:

Özgür irade sorunu, felsefi düşüncenin en temel meselelerinden biri olarak, insanın eylemlerine yönelik sorumluluğunu, kararlarının kaynağını ve etik varoluşunu doğrudan ilgilendiren bir tartışma alanı oluşturur. Antikçağ’dan günümüze kadar özgür irade, kimi zaman tanrısal belirlenimcilik, kimi zaman doğa yasalarının zorunluluğu, kimi zaman da rasyonel öznelliğin mutlaklığı bağlamında değerlendirilmiştir. Determinizm ile indeterminizm arasındaki bu tarihsel sarkaç, bireyin kararlarının ya tümüyle dışsal nedenlerle belirlendiği ya da tümüyle nedensellikten azade bir iç özgürlükle verildiği yönünde iki ayrı uca savrulmuştur. Ancak bu iki yaklaşımın da temelinde yatan ortak problem, özne ve çevre arasında yapılan kategorik ayrımdır.

Klasik özgürlük tartışmaları, bireyi ya edilgin bir tepki verici ya da mutlak bir karar verici olarak konumlandırır. İlkinde birey, doğa yasaları, genetik kodlar, sosyal yapı ya da psikolojik etkiler gibi dışsal belirleyiciler karşısında nesneleşir. İkincisinde ise birey, çevreden izole edilmiş, kendi iç mantığıyla işleyen özerk bir varlık gibi tasvir edilir. Oysa bu dikotomik çerçeve, özgürlüğün gerçek dinamiklerini anlamamıza engel olur. Birey ve çevre, birbirinden ayrık iki ilişkisel alan değil; birbirini sürekli olarak dönüştüren, karşılıklı etkileşim içinde bulunan bir ilişkiler ağıdır. Bu ilişkiler ağı içerisinde karar, ne bireyin salt içsel istemine ne de dışsal koşulların zorunluluğuna indirgenebilir.

Bu noktada klasik özgürlük kavrayışını aşan, çok daha dinamik ve süreçsel bir anlayış öneriyoruz: İlişkisel Karar Alma Süreci. Bu kavrayış, özneyi sabit bir yapı olarak değil, ilişkiler yoluyla sürekli bireyleşen ve dönüşen bir oluş olarak düşünür. Karar, yalnızca bir irade beyanı değil, bireyin kendisini ve çevresini birlikte dönüştürdüğü bir süreçtir. Bu dönüşüm, hem bireyin geçmiş yaşantılarını, hem mevcut bağlamsal etkileri, hem de geleceğe dair yönelimlerini içeren karmaşık bir etkileşim örüntüsüdür.

İlişkisel karar alma sürecinin kavramsallaştırılmasında temel dayanak noktamız, transdüktif modellemedir. Transdüksiyon, sabit özler ya da önceden belirlenmiş yapılarla değil, süreç içinde doğan ve süreci yeniden şekillendiren fark alanlarıyla işler. Karar, belirli bir neden-sonuç zincirinin ürünü değildir; aksine, birey ile çevresi arasındaki ilişkisel gerilimden doğan yaratıcı bir oluş alanıdır. Bu nedenle karar verme süreci, hem bireyin öz farkındalığını içerir hem de bireyin çevreyle olan ilişkisel rezonansını yansıtır. Karar, bir dışsal etkinin otomatik sonucu değildir; aynı zamanda bireyin bu etkiyle nasıl bir ilişki kurduğunun, bu ilişkiye nasıl yanıt verdiğinin ve bu yanıtla nasıl bir fark ortaya koyduğunun sonucudur.

Bu yazı, özgürlük sorunsalına ilişkisel ontoloji temelinde ve transdüktif bir düşünce modeli eşliğinde yaklaşmaktadır. İlerleyen bölümlerde, bu yaklaşımın hem kavramsal hem de uygulamalı düzeyde etik, hukuk, siyaset ve psikoloji gibi alanlarda ne tür dönüşümlere yol açabileceği detaylı bir biçimde ele alınacaktır.

1. Kavramsal Temeller

1.1. Özne-Nesne Ayrımı ve Hylomorfizm Eleştirisi:

Özgürlük düşüncesinin geleneksel felsefi çerçevesi, büyük ölçüde özne-nesne ayrımına ve bu ayrımın dayandığı metafizik temellere dayanır. Bu bağlamda özgür irade, karar veren bir “özne” ile bu kararın nesnesi olan “dünya” ya da “çevre” arasında kurulan hiyerarşik bir ilişki üzerinden anlaşılmıştır. Bu yaklaşım, Aristotelesçi kökenlere dayanan hylomorfik (form-madde ayrımı) düşünce tarzının modern formlarından biridir. Hylomorfizm, var olanları bir yanda aktif, biçim verici bir “form”, diğer yanda pasif, biçimlenmeyi bekleyen bir “madde” olarak ikiye ayırır. Bu ikilik, zamanla zihin-beden, özne-nesne, iç-dış gibi modern dualitelere dönüşmüş; karar süreçleri de bu metafizik ayrımın epistemolojik bir yansıması olarak şekillenmiştir.

Bu çerçevede özne, karar veren, anlam yükleyen ve belirleyen aktif bir fail; çevre ise bu kararın koşullarını sunan, edilgin bir arka plan olarak düşünülür. Alternatif olarak bazı indirgemeci yaklaşımlar ise çevresel etkileri mutlaklaştırarak özneyi neredeyse tümüyle pasifleştirir: birey yalnızca çevresel faktörlerin bir yansımasıdır. Her iki bakış açısı da, özne ile dünya arasında bir yönsüzlük ve tek yönlü etkililik varsayar: ya özne aktiftir ve çevre edilgindir ya da çevre aktiftir ve özne tepkisel.

İlişki Felsefsi bu dikotomiyi radikal biçimde sorgular. Özne ve nesne, form ve madde, ben ve çevre gibi ikilikler, sabit ve aşkın varlık kategorileri olarak değil, ilişkiler içinde ortaya çıkan ve birbirlerini koşullayan oluş süreçleri olarak değerlendirilir. Yani karar verme, bir öznenin nesneye hükmetmesi ya da bir çevresel zorunluluğun özneyi belirlemesi değil, bu iki kutbun birlikte katıldığı etkileşimsel bir fark yaratımıdır. Karar, bu anlamda, hylomorfik ayrımın ötesinde, ilişkisel bir eş-etkenlik alanında doğar.

Bu eş-etkenlik, bir etkinin yalnızca tekil bir kaynaktan değil, bir ilişkiler ağı içindeki karşılıklı rezonanslardan doğduğunu gösterir. Özne ve çevre, ayrı varlıklar olarak değil, birbiriyle sürekli ilişki içinde oluşan etki-alanlarıdır. Karar ise bu etki-alanlarının kesiştiği, farkın ve dönüşümün mümkün hâle geldiği yaratıcı bir açıklıkta ortaya çıkar. Bu bağlamda özgürlük, ne mutlak bir bağımsızlık ne de kaçınılmaz bir belirlenimdir; özgürlük, ilişkisel gerilimlerin taşıdığı potansiyelin açığa çıkmasıdır.

Dolayısıyla, karar verme süreci, önceden verilmiş sabit özne ya da belirleyici nesne kategorilerinden ziyade, etkileşim halinde ortaya çıkan fark alanlarına dayanır. Bu fark alanı, kararın hem bireysel hem bağlamsal karakterini ortaya koyar. Bu yaklaşım, özgürlük sorununu yeniden formüle ederken, felsefi düşüncenin temel ayrımlarını da dönüştürme potansiyeline sahiptir.

1.2. Etki ve Etkilenme Kavramlarının Ontolojik Yeniden İnşası

Klasik özgür irade tartışmaları, etki ve etkilenme kavramlarını çoğu zaman tek yönlü bir nedensellik ilkesi üzerinden değerlendirir. Bu çerçevede ya çevre etkileyen, özne etkilenen konumundadır ya da karar veren özne, edilgin bir dış dünyaya yön veren fail olarak konumlandırılır. Bu yaklaşımlar, etkenliği ve edilgenliği sabit roller olarak varsayarak, ilişkilerin doğasında bulunan karşılıklılığı ve eş zamanlı etkileşimi göz ardı eder. Böylece karar süreci, ya dışsal nedenlerin kaçınılmaz sonucu ya da soyut bir öznenin içsel yaratımı gibi iki uç modele indirgenir.

 

İlişkisel ontoloji ise bu ayrımı aşarak, etki ve etkilenmeyi hiyerarşik değil, karşılıklı ve eşzamanlı bir etkileşim olarak kavramsallaştırır. Etki, bir oluşun diğerini belirlemesi değil, iki oluşun karşılaşmasıyla açığa çıkan farkın kendisidir. Etkilenmek, edilgen bir maruz kalma değil; bir ilişkinin içine katılarak dönüşmeye ve dönüştürmeye yönelik aktif bir oluş biçimidir. Bu durumda ne çevre mutlak etken ne de özne mutlak edilgendir. Her ilişki, içinde yer alan tüm oluşları yeniden yapılandıran bir potansiyele sahiptir.

Bu bağlamda, karar verme süreci, klasik nedenselliğin öngördüğü gibi tek bir nedenin zorunlu sonucu değildir. Karar, çoklu etkilerin gerilimi içinde beliren, süregiden bir oluş sürecidir. Bu oluş süreci, sabit neden-sonuç zincirlerinden değil; karşılıklı rezonanslardan ve geri beslemeli etkileşimlerden doğan bir fark alanı üretir. Bu fark alanı, kararın özünü oluşturur. Dolayısıyla karar, belirli nedenlerin zorunlu sonucu değil; belirli ilişkilerin içinde açığa çıkan yaratıcı bir bireyleşme/oluş edimidir.

İlişkisel nedensellik çerçevesinde etki, bir varlığı biçimlendirmek ya da kontrol etmek değil; onunla birlikte yeni bir oluş alanı yaratmaktır. Etki bu anlamda, tek taraflı bir güç uygulaması değil; karşılıklı açıklığın, dönüşüm kapasitesinin ve fark yaratma yetisinin göstergesidir. Bu nedenle karar, yalnızca öznenin bir tercihi değil, çevresel etkilerle birlikte yaratılan bir olasılıklar alanında ortaya çıkan dinamik bir bireyleşmedir.

Özgürlük burada nedensizlik olarak değil, belirlenmişliğin ötesinde bir açıklık ve fark yaratımı olarak anlaşılır. Karar verme, ne mutlak bir rastlantı ne de zorunluluğun sonucu olarak kavranabilir. Aksine, karar, etkilerin özneleştiği, öznenin etkiselleştiği, her iki yönün de aktif fail olduğu ilişkisel bir oluş pratiğidir. Böylece özgürlük, etki ve etkilenme arasında kurulan yaratıcı, eş-etken ve dinamik ilişkinin açığa çıkardığı bir fark alanı olarak temellendirilmiş olur.

1.3. İlişkisel Ontoloji Nedir?

İlişkisel Ontoloji, oluşu sabit ve yalıtılmış ya da bir öz temelinde tanımlamak yerine, onun ilişkiler içerisindeki belirme, dönüşüm ve süreklilik kazanma biçimi olarak kavrar. Bu yaklaşım, metafizik özcülüğün aksine, hiçbir oluşun kendi başına, bağımsız ve içsel bir töz olarak “var” olmadığını; her oluşun ancak diğer oluşlarla kurduğu ilişkiler aracılığıyla ortaya çıkan sınırlandırılmış ilişki ağları olduğu ve anlam kazandığını ileri sürer. Bu bağlamda oluş, “kendinde” değil, “ilişki içinde” olandır. Özne, nesne, çevre, hatta kararın kendisi bile sabit birimler değil; dinamik, çok katmanlı ve karşılıklı etkileşimlerden türeyen süreçsel alanlardır.

İlişkisel ontoloji temel önermesi şudur: Her oluş bir fark alanıdır, potansiyel barındırır ve bu fark, ancak diğer farklarla kurulan ilişkiler aracılığıyla belirginleşir. Dolayısıyla hiçbir birey, hiçbir şey ya da hiçbir durum, başlı başına, kendi içinde anlam taşımaz. Anlam ve oluş, sadece ilişkisel konumlanışlar içinde mümkündür. Bu yaklaşım, ontolojik olanı bir ağ olarak düşünmeyi gerektirir; sabit varlıklar değil, ilişkisel vektörler, farklılaşmalar ve gerilimli etkileşimler ön plana çıkar.

Bu ontolojik çerçevede özne de yeniden tanımlanır. “Ben” dediğimiz şey, aşkın ya da içkin bir merkez değil; çok sayıda ilişkiselliğin düğümlendiği geçici bir oluş yani ilişkiler ağı formudur. Özne, bir birey olarak değil; ilişkiler içinde geçici olarak sabitleşen, sonra tekrar dönüşen bir fark taşıyıcısıdır. Aynı şekilde, karar da özneye ait bir irade edimi olarak değil; bu ilişkiler ağı içinde, çoklu etkenlerin ve potansiyellerin geriliminden doğan bir oluş biçimi olarak kavranır. Karar vermek, öznenin dışsal koşullara rağmen bir iç merkezden yönelim göstermesi değil; ilişkiler içinde beliren fark olanaklarını gerçekleştirme kapasitesidir.

İlişkisel ontoloji bu yaklaşımı, özgürlük kavramını da radikal biçimde dönüştürür. Özgürlük, artık bireyin dış etkilere karşı bağımsızlığı değil; birey ile çevresi arasındaki ilişkinin taşıdığı yaratıcı potansiyel olur. Bu yaratım potansiyeli, yalnızca bireyde değil, bireyle birlikte çevrede, zamanda, geçmişte, kültürde ve duygulanımsal süreçlerde etkinleşir. Özgürlük, bir iç niyetin dışa vurumu değil; karşılıklı etkenliğin açığa çıkardığı, süreç içinde gelişen, çok yönlü bir fark yaratımıdır.

Bu nedenle ilişkisel ontoloji bağlamında özgür irade, bir “özgür seçim” edimi değil; “ilişki içinde beliren yaratıcı fark”ın kendisidir. Bu fark, ne yalnızca bireye aittir ne de yalnızca çevreye. O, her iki yönün karşılıklı açıklığında, geçişkenliğinde ve birbirini dönüştürme kapasitesinde doğar. Kararın ontolojik temeli, sabit bir özne ya da belirleyici bir çevre değil; bu ikisinin birlikte yarattığı ilişkisel alanın iç dinamiğidir. Böylece karar, ilişkisel bir bireyleşmenin edimi, özgürlük ise bu bireyleşmenin açıklık ve fark yaratma kapasitesi olarak anlaşılır.

1.4. Transdüksiyon Kavramı ve Karar Süreciyle İlişkisi

 

Transdüksiyon, Gilbert Simondon’un bireyleşme felsefesinde temel bir yere sahip olan ve klasik nedensellik anlayışını kökten dönüştüren bir kavramdır. Simondon’a göre birey, önceden verilmiş sabit bir forma göre şekillenen bir varlık değil; bir farklılık alanı içinde, gerilimlerin taşıyıcısı olarak ortaya çıkan bir süreçtir. Transdüksiyon, bu sürecin hem ontolojik hem de mantıksal yapısını tanımlar. Bir farkın bir alan boyunca yayılması ve bu yayılımın her noktada yeni farklar üretmesi, kararın sabit bir özne ya da neden tarafından değil, etkileşimli bir alan tarafından belirlendiği anlamına gelir.

Karar verme süreci, bu bağlamda transdüktif bir bireyleşme hareketidir. Karar, önceden verilmiş seçenekler arasından yapılan bir tercihin sonucu değil; ilişkisel gerilimlerin içinden doğan ve hem karar vereni hem de bağlamı dönüştüren bir olaydır. Bu olay, klasik anlamda bir nedensellik zincirine değil; dinamik, geri beslemeli, potansiyel taşıyan bir oluş mantığına dayanır.

Transdüksiyonun karar süreciyle ilişkisi üç temel boyutta ele alınabilir:

1. Gerilim ve Farkın Kaynağı:

Karar, özne ve çevre arasındaki karşılıklı gerilimlerin içinde belirir. Bu gerilim, belirli bir sabite değil; ilişki içindeki fark potansiyeline dayanır. Karar, bu potansiyelin açığa çıktığı andır. Etki eden ve etkilenen ayrımı yerine, karşılıklı etkenlik içinde fark yaratan bir oluş süreci söz konusudur.

2. Alan Boyunca Yayılım ve Zamanla Bireyleşme:

Karar, tekil bir âna sıkışmış bir eylem değil; alan boyunca yayılan, zamansal olarak genişleyen ve yeni bağlamları biçimlendiren bir bireyleşmedir. Verilen bir karar, yalnızca geçmişin izlerini taşımaz; aynı zamanda geleceğin olanaklarını da şekillendirir. Bu açıdan karar, hem nedensel geçmişin hem de potansiyel geleceğin düğümlendiği bir eşik olarak iş görür.

3. Geri Besleme ve Kendilik Dönüşümü:

Karar, sadece dışsal koşulları değiştiren bir eylem değil; karar vereni de dönüştüren içsel bir edimdir. Karar süreci, öznenin kendilik yapısını yeniden yapılandırır, onu farklı bir bireyleşme düzeyine taşır. Böylece karar, hem dışa dönük bir etkide bulunur hem de içsel bir dönüşüm yaratır.

 

Bu çerçevede transdüksiyon, kararın sabit oluşlar ya da tekil nedenlerle açıklanamayacağını; kararın, ilişkisel alanın iç dinamiklerinden doğan, yaratıcı, geri beslemeli ve bireyleştirici bir süreç olduğunu ileri sürer. Karar verme, bir oluşun edimi değil; sınırlandırılmış ilişkinin (oluş) kendini ilişkisel olarak gerçekleştirme biçimidir. Özgürlük ise bu süreçteki yaratıcı açıklığın adıdır. Böylece özgürlük, ne salt bireyin içsel kararlılığına ne de dışsal koşulların rastlantısallığına indirgenebilir; o, ilişki içindeki farkın transdüktif doğuşudur.

2. Karar Süreci: Etkilerin Eş Etkenliği

2.1. Karar “Verilmez”, “Doğar”: Kararın Neden Değil, Farkın Ürünü Olması

Klasik özgür irade tartışmalarında karar verme, çoğunlukla iki ana paradigma arasında şekillenmiştir: determinist yaklaşıma göre karar, neden-sonuç zincirinin zorunlu bir halkasıdır; libertaryen yaklaşıma göre ise bireyin kendi içinden, dış etkilerden bağımsız olarak verdiği özerk bir tercihtir. Her iki model de, kararın ya dışsal nedenlere ya da içsel iradeye bağlanarak açıklanabileceği varsayımını temel alır. Ancak bu yaklaşımlar, kararı ya edilgin bir tepki ya da mutlak bir öznellik olarak konumlandırmak suretiyle kararın oluşsal, süreçsel ve ilişkisel doğasını ihmal eder.

İlişkisel özgürlük anlayışı, bu ikili yapıyı aşarak kararın ontolojik temelini yeniden kurar. Bu perspektifte karar, ne yalnızca geçmişin belirleyiciliğiyle ortaya çıkan bir sonuçtur ne de özerk bir bilinçten aniden fışkıran bir irade edimidir. Aksine, karar, farkın ortaya çıktığı bir ilişkisel oluş alanıdır. Karar, "verilen" değil, "doğan" bir şeydir. Bu doğuş, özne ile çevre arasındaki çok katmanlı, dinamik ve gerilimli ilişkiler alanında gerçekleşir.

Kararın doğumu, alternatifler arasında yapılan rasyonel bir seçim süreci olarak değil, farklı etkilerin ve potansiyellerin bir araya gelerek belli bir yoğunluk düzeyinde yeni bir fark oluşturduğu bir bireyleşme momenti olarak kavranır. Karar, bu anlamda bir sonuç değil; oluşsal bir eşiktir. Bu eşik, önceden belirlenmiş seçeneklerin bulunduğu bir alan değil; ilişkisellik içindeki dinamik farkların belirdiği, geçmişin ve geleceğin düğümlendiği yaratıcı bir alandır.

Bu süreçte karar, yalnızca geçmişin etkileriyle şekillenmez; aynı zamanda geleceğin henüz gerçekleşmemiş olanaklarına da açıklıkla alınır. Karar, geçmişin izlerini taşırken aynı zamanda geleceğin potansiyelini biçimlendirir. Böylece karar, yalnızca retrospektif değil, prospektif bir anlam kazanır. Geçmişin izinden gelen değil, geleceğe yönelen bir yaratım eylemi olarak iş görür.

İlişkisel ontoloji temelinde kavranan bu anlayışta karar, sabit bir özne tarafından alınan bir eylem kararı değil; ilişki içindeki farkın belirme noktasıdır. Bu fark, yalnızca özneye ya da çevreye atfedilemez; her ikisinin karşılıklı açıklığında, birbirini etkileyerek dönüştürdüğü bir sürecin ürünüdür. Bu nedenle karar, “kimin verdiği” sorusuyla değil, “hangi ilişkisel oluşun sonucu olarak doğduğu” sorusuyla anlam kazanır.

Kararın bu bağlamda "doğması", yalnızca bir eylem anını değil, çok sayıda etki ve karşılaşmanın eşzamanlı örgütlendiği bir yaratı alanını ifade eder. Bu yönüyle karar, önceden tasarlanmış ya da sabitlenmiş seçeneklerin seçimi değil; o anın özgül ilişkilerinde ortaya çıkan yeni bir fark üretimidir. Bu fark, sadece bireyin değil, bağlamın da birlikte dönüşüme katıldığı bir yaratı sürecini başlatır.

Sonuç olarak, karar verme eylemi, ne belirlenmiş bir öznenin yönlendirdiği içsel bir işlem ne de çevrenin zorlayıcı etkisiyle şekillenmiş edilgin bir tepki olarak açıklanabilir. Karar, ilişkisel alanın içsel gerilimlerinden doğan bir bireyleşme hareketidir. Bu bireyleşme, hem kararı hem de karar vereni dönüştürür. Özgürlük ise bu dönüşümde beliren fark yaratma kapasitesidir. Dolayısıyla karar, bir irade anı değil; farkın ilişkisel doğumudur.

2.2. Etki – Tepki Değil, Etkileşim – Dönüşüm: Karar Süreci Bir Karşılaşma Alanıdır

Klasik nedensellik modelleri, karar verme süreçlerini çoğu zaman doğrusal, tek yönlü ve hiyerarşik bir çerçevede kavramlaştırır. Bu anlayışa göre, dışsal bir etki özne üzerinde bir tepkiye yol açar; bir neden belirli bir sonucu doğurur. Bu modelde karar, ya bireyin iç dünyasından kaynaklanan bir tepki ya da çevresel koşulların doğrudan belirlediği bir sonuç olarak yorumlanır. Etki eden ve etkilenen arasında kurulan bu dikotomik yapı, kararın süreçsel, ilişkisel ve dönüşümsel boyutunu göz ardı eder.

İlişkisel özgürlük anlayışı, bu indirgemeci çerçeveyi aşarak, etki ve tepki kavramlarının yerine “etkileşim” ve “dönüşüm” kavramlarını koyar. Etkileşim, özne ile çevre arasında karşılıklı açıklık, geçirgenlik ve ortaklaşa yaratım anlamına gelir. Taraflardan biri yalnızca etkileyen, diğeri yalnızca etkilenen değildir. Her iki taraf da bu ilişkisel süreçte dönüşür ve dönüşüm yaratır. Bu nedenle karar verme, yalnızca özne-merkezli bir tercih değil, çok yönlü bir karşılaşmanın ürünü olan ontolojik bir olaydır.

Karar süreci, sabit bir öznenin belirli seçenekler arasında yaptığı bilinçli bir seçimden ibaret değildir. Aksine, özne ve çevrenin çok katmanlı etkileşimlerinin belli bir yoğunluk düzeyinde eşzamanlı biçimde örüldüğü bir “karşılaşma alanı”dır. Bu alan, zamansal ve mekânsal olarak yayılmış etkilerin, geçmiş deneyimlerin, toplumsal ve duygusal bağlamların, bedensel itkilerin ve bilişsel süreçlerin bir araya geldiği bir eşiktir. Karar, bu eşiğin içindeki gerilimli oluşta belirir.

Bu bağlamda karar, bir irade beyanı olmaktan çok, farkın oluştuğu ve fark aracılığıyla dönüşümün başladığı ilişkisel bir geçittir. Özne, yalnızca kendi içsel motivasyonlarıyla değil, aynı zamanda dış dünyanın sunduğu imkânlar ve engellerle, geçmişin izleriyle ve geleceğin olasılıklarıyla birlikte şekillenir. Karar, bu çoklu etkilerin sentezlenmesi değil; onların etkileşiminden doğan yaratıcı bir farktır.

Karar sürecinde özne, edilgin bir alıcı değil; ilişkiye katılan aktif bir bileşendir. Ancak aynı şekilde çevre de pasif bir arka plan değil, özneyle birlikte karar sürecini şekillendiren etkin bir aktördür. Bu nedenle karar, yalnızca bireyin gerçekleştirdiği bir işlem değil, hem özneyi hem çevreyi dönüştüren bir yaratım alanıdır. Karar, bu yaratım süreci içinde bireyin kendi oluşunu da dönüştürdüğü bir bireyleşme pratiğidir.

Özgürlük de bu perspektifte yeniden tanımlanır: Artık özgürlük, yalnızca bireyin dışsal koşullardan bağımsız bir şekilde karar verebilme yetisi değil; ilişkisel bir ağ içinde fark yaratabilme ve bu fark aracılığıyla kendini ve çevresini dönüştürebilme kapasitesidir. Bu kapasite, sadece bireyin içsel kaynaklarına değil; ilişki kurduğu dünyayla birlikte yaratabildiği alanlara dayanır.

Sonuç olarak, karar süreci, etki ve tepki gibi hiyerarşik ve doğrusal ilişkilerle açıklanamaz. Bu süreç, etkileşimsel ve dönüşümsel bir karşılaşma alanıdır. Karar, bu alanda beliren bir farktır; bir irade değil, ilişkisel bir doğumdur. Bu bağlamda özgürlük, bir özerklik miti değil, fark yaratma edimidir. Dolayısıyla karar, yalnızca neyin seçildiği değil, nasıl bir ilişkisel oluş içinde belirdiğidir.

2.3. Olasılık Sonsuzluğu Problemi ve Sınırlandırmanın Özgürleştirici İşlevi

Klasik özgürlük kuramları genellikle bireyin önünde ne kadar çok seçenek bulunuyorsa, o kadar özgür olduğuna dayanır. Bu anlayışta özgürlük, olasılıkların sayısıyla orantılı olarak tanımlanır ve bireyin iradesi, bu seçenekler arasından yapacağı seçime indirgenir. Ancak bu bakış açısı, ilk bakışta çekici görünse de, derinlemesine incelendiğinde içsel bir çelişki barındırır. Zira seçeneklerin sayısının sonsuz olması, karar verebilme yetisini felç eder. Karar, ancak ayrıştırılabilir, kıyaslanabilir ve anlamlandırılabilir seçenekler arasında mümkündür. Sonsuzluk karşısında bu türden kıyaslamalar anlamını yitirir; karar verme işlemi, yönsüzlük ve belirsizlik içinde çözülür.

İlişkisel özgürlük modeli, bu noktada radikal bir kavramsal yeniden inşa önerir. Bu yaklaşıma göre, olasılıkların sınırlandırılması bir yoksunluk değil, kararın ontolojik olarak ortaya çıkabilmesini mümkün kılan kurucu bir koşuldur. Kararın oluşabilmesi için yalnızca bir tercih alanı değil, bu alanın içsel gerilimlerle yapılandırılmış olması gerekir. Sınırlandırılmış olasılık alanı, bu gerilimin üretilebileceği zemini hazırlar; bireyin ilişkisel olarak dahil olduğu çevresel bağlamda belirli yönelimlerin, tercihlerin, tepkilerin ve anlamların yoğunlaşmasına imkân tanır. Bu yoğunlaşma, farkın açığa çıkabileceği bir eşik yaratır.

Bu bağlamda karar süreci, ne mutlak bir serbestlikte ortaya çıkar ne de mutlak bir zorunluluğun sonucu olarak şekillenir. Aksine, bu süreç; bireyin kendisiyle, başkalarıyla, mekânsal ve zamansal bağlamla kurduğu ilişkilerin bir yoğunluk alanında, fark üretmeye elverişli sınırların çizdiği bir potansiyel yapı içinde gerçekleşir. Karar, bu yapının merkezinde, bir fark yaratımına dönüşerek ortaya çıkar. Dolayısıyla karar, önceden belirlenmiş bir özne tarafından verilmez; ilişkisel gerilimlerin yarattığı dinamik alanın bir sonucu olarak doğar.

Bu yaklaşım, özgürlüğün tanımında da köklü bir dönüşüm gerektirir. Özgürlük, artık bir sonsuz seçenekler katalogunda serbestçe gezinen bir irade olarak değil; sınırlı bir bağlamda, fark üretme kapasitesiyle tanımlanır. Fark, yalnızca sınırda, yani bir ayrımın, bir seçilebilirliğin ve bir yönelimin mümkün olduğu noktada doğar. Bu nedenle sınır, özgürlüğün engeli değil; sahnesi ve zemini olarak görülmelidir.

İlişkisel ontoloji açısından düşünüldüğünde, her sınır aynı zamanda bir açıklık barındırır; çünkü sınır, ayrımı ve ayrım üzerinden farkı mümkün kılar. Fark ise kararın, karar ise özgürlüğün temelidir. O hâlde özgürlük, yalnızca sınırların ötesine geçme kudreti değil, aynı zamanda sınırlar içinde yaratıcı bir dönüşüm gerçekleştirme kapasitesidir. Bu dönüşüm, sabit bir özneye ait edilgin bir güçle değil; ilişkisel bir oluş alanında beliren etken bir fark yaratımıyla meydana gelir. Böylece sınırlandırma, özgürleşmenin imkânsızlığı değil, bizzat zemini olur: karar verilebilen, fark üretilebilen ve yön belirlenebilen bir alanın mümkün kılınmasıdır.

3. İlişkisel Özgürlük Kuramı

3.1. Özgürlük Nedir: Karar mı, Fark mı, Katılım mı?

 

Klasik özgürlük kuramları, özgürlüğü çoğunlukla bireyin sahip olduğu seçenekler arasından serbestçe seçim yapabilme yetisine indirger. Bu anlayışta özgürlük, sabit ve özerk bir öznenin, önceden belirlenmiş ve dışsal olarak sunulmuş alternatifler arasındaki tercihiyle tanımlanır. Ancak bu model, özgürlüğü hem bireye ait bir içsel kapasiteye hem de dışsal koşullara dayalı bir işlem olarak kavrar. İlişkisel özgürlük anlayışı ise bu ikiliği aşarak, özgürlüğü ne yalnızca karar verme edimiyle ne de yalnızca bireysel irade beyanıyla özdeşleştirir. Özgürlük, sabit bir öznenin eylemi değil, ilişkisel bir alanda ortaya çıkan dinamik bir katılım biçimidir.

İlişkisel ontolojide özgürlük, varlıkların birbirleriyle kurdukları ilişkiler içinden doğan farklara katılım kapasitesiyle tanımlanır. Burada özgürlük, belirli seçenekler arasında seçim yapma yetisinden çok daha fazlasıdır: Özgürlük, ilişki alanı içinde beliren farkları algılama, bu farklara tepki değil etkin yanıt üretme ve bu yanıtla birlikte hem kendini hem ilişkisel ağı dönüştürme yetisidir. Bu bağlamda özgürlük, kararın sonucu değil, kararın mümkün olduğu ontolojik eşiktir.

Bu anlayışa göre karar, ilişkisel alanda beliren farkın bir ifadesidir. Fark, yalnızca seçeneklerin belirli olduğu yerde değil; ilişkisel yoğunlukların, gerilimlerin ve potansiyellerin bir araya gelerek yeni bir yönelimi mümkün kıldığı yerde doğar. Karar da bu farkın belirginleştiği, eyleme dönüştüğü andır. Bu nedenle özgürlük, karardan önce gelir; çünkü fark yaratılmadıkça karar verilemez. Karar vermek, bir oluşun içindeki bir dönüşüm ânına katılmak; bu dönüşüme kendi farkını katmak anlamına gelir.

Özgürlük bu anlamda bir sahiplik durumu değildir. Özne, özgürlüğü "taşımaz"; özgürlük, öznenin ilişkilere katılımı içinde her defasında yeniden üretilir. Bu üretim, sabit bir benliğin içsel iradesiyle değil; değişen ve dönüşen bir ilişkiler ağı içinde ortaya çıkan fark yaratımıyla gerçekleşir. Özgürlük, edilgen olarak sahip olunan bir güç değil, etken olarak katılınan bir oluş sürecidir.

İlişkisel özgürlük anlayışında karar süreci, sabit bir özne tarafından yönlendirilen tek yönlü bir işlem değildir. Karar, bir karşılaşma alanında, bir ilişkisel eşikte, hem bireyin hem bağlamın birlikte dönüşmesiyle doğar. Bu yönüyle özgürlük, yalnızca özneye ait bir irade beyanı değil; bağlamla birlikte kurulan bir ortaklaşa yaratım sürecidir.

Bu nedenle özgürlük, klasik anlamda yalnızca "karar verme" olarak değil, daha geniş bir oluş kategorisi olan "katılım" üzerinden düşünülmelidir. Katılım, fark yaratacak şekilde ilişkilere dâhil olma, bu ilişkilerde dönüşme ve dönüştürme kapasitesidir. Bu bağlamda özgürlük, ilişki içindeki farkı duyumsama ve bu farkla birlikte yeni anlam alanları açma yetisidir. Özgürlük, yalnızca tercihte bulunmak değil; fark yaratabilmektir. Ve bu fark, kararın ötesinde, katılımın derinliğinde belirir.

3.2. Eş Etkenlik İlkesi: Etki ile Etkilenme Arasındaki Hiyerarşinin Reddi

Klasik özgürlük ve nedensellik kuramları, genellikle karar süreçlerini tek yönlü bir etkenliğe dayandırır. Bu yaklaşımlarda ya çevresel faktörler birey üzerinde belirleyici olur ya da bireyin içsel iradesi çevreye hâkim bir biçimde karar verir. Böylece karar, ya dışsal nedenlerin ürünü ya da içsel bir öznenin inisiyatifi olarak tanımlanır. Ancak bu tür açıklamalar, karar sürecindeki etkenlerin karşılıklı ve dinamik doğasını göz ardı eder. İlişkisel özgürlük modeli, bu tek yönlü ve hiyerarşik anlayışı aşarak, kararın çoklu ve karşılıklı etkenliklerin ürünü olduğunu savunan eş etkenlik ilkesini önerir.

Eş etkenlik ilkesi, karar sürecinde yer alan tüm unsurların — birey, çevre, bağlam, tarihsel deneyim, duygulanım ve potansiyel olasılıklar — aktif rol oynadığını kabul eder. Burada her unsurun etkenliği, onun diğer unsurlarla kurduğu ilişkilerde belirir. Hiçbir unsur, mutlak anlamda belirleyici ya da edilgin değildir; her unsur, karşılıklı ilişkiler ağı içinde hem etkileyen hem etkilenen konumdadır. Karar, işte bu çoklu ve karşılıklı etkenlikler arasında doğan farkın bir ürünüdür.

Bu yaklaşım, özne-nesne ayrımına dayalı klasik bilgi ve eylem modellerine köklü bir eleştiri getirir. Karar artık ne özerk bir öznenin mutlak kontrolüne ne de dışsal belirleyicilerin zorunlu sonucuna indirgenebilir. Aksine karar, etkileşimsel alanın içkin gerilimlerinden doğan, özgün ve tekil bir oluşsal sıçramadır. Bu sıçrama, yalnızca bireysel bir niyetin değil, aynı zamanda ilişkisel bağlamın ve çevresel potansiyellerin eş zamanlı etkileşimiyle ortaya çıkar.

Eş etkenlik ilkesinin özgürlük anlayışı üzerindeki etkisi derindir. Özgürlük artık bir üstünlük, hâkimiyet ya da kontrol meselesi değil; karşılaşmalara açık olma, bu karşılaşmalar aracılığıyla dönüşebilme ve dönüştürebilme kapasitesidir. Bu bağlamda özgürlük, çevrenin belirlenimlerine karşı bir direnç değil; bu belirlenimlerle kurulan ilişkinin dönüştürücü potansiyeline aktif katılımdır. Özgürlük, çokluk içinde fark yaratma; etkileşimde açıklık içinde yön bulma kapasitesidir.

Bu nedenle karar verme süreci, tekil bir irade beyanı değil; ilişkisel alanda eş zamanlı olarak işleyen çok sayıda etkinin ortak üretimidir. Karar, öznenin tek başına taşıdığı bir yük değil; kolektif bir oluşun belirli bir anda, belirli bir fark üzerinden somutlaşmasıdır. Eş etkenlik ilkesi, böylece kararın öznesini tekil bir fail olarak değil, ilişkiler ağında yer alan bir fark noktası olarak tanımlar. Özgürlük ise bu ağ içindeki açıklık ve katılım kapasitesidir.

3.3. Öz Farkındalık ve Geribildirim: Karar Alanında Bireyleşme ve Etik Sorumluluk

İlişkisel özgürlük modeli, karar verme sürecini yalnızca dışsal etkenlerin ve içsel niyetlerin karşılaşması olarak değil, aynı zamanda bu sürece katılan varlıkların kendi etkilerini fark ettikleri ve bu farkındalıkla dönüşüme katıldıkları bir alan olarak değerlendirir. Bu bağlamda öz farkındalık, karar sürecinde yalnızca bilişsel bir içgörü değil, etik ve ontolojik bir dönüşüm kapasitesi olarak belirir. Öz farkındalık, bireyin yalnızca etkilenmediğini, aynı zamanda etkilediğini; yalnızca bir nesne değil, aynı zamanda bir etken olduğunu kavramasıdır. Bu kavrayış, bireyi edilgin bir konumdan çıkararak sürecin yaratıcı, dönüştürücü ve sorumluluk taşıyan bir öznesi hâline getirir.

 

Karar alanı, bu yönüyle yalnızca bir karşılaşma değil; aynı zamanda bireyleşmenin dinamik bir zemini olarak işler. Her karar süreci, bireyin dışsal koşullara verdiği tepkilerden çok, bu tepkiler aracılığıyla kendi varoluşunu yeniden kurma biçimidir. Bu süreçte geribildirim, sadece çevreden alınan bilgi değil; bireyin kendi eylemlerine ve etkilerine dair geliştirdiği etik ve ontolojik farkındalıktır. Bu farkındalık sayesinde birey, kararlarının yalnızca sonuçlarını değil, bu sonuçların diğer varlıklar ve ilişkiler üzerindeki etkilerini de göz önünde bulundurur.

Etik sorumluluk da bu noktada devreye girer. İlişkisel özgürlük anlayışında etik, aşkın ve evrensel normlardan türeyen bir yükümlülükler dizisi değil; bireyin ilişkisel ağlarda taşıdığı farkın sorumluluğunu üstlenme kapasitesidir. Bu, bireyin hem kendi etkinliğini tanıması hem de bu etkinliğin yaratabileceği dönüşümler karşısında konumlanabilmesi anlamına gelir. Böylece etik, yalnızca başkalarına zarar vermemek ya da belirli normlara uymak değil; ilişkiler içinde doğan farkın sorumluluğunu almak ve bu farkla birlikte yeni bir ortaklaşma zemini kurma çabasıdır.

Öz farkındalık bu bağlamda yalnızca bireysel bir bilinç durumu değil; ilişkisel bir açıklık, etkileşime dair bir duyarlılık ve yaratıcı bir dönüşüm kapasitesidir. Karar verme, bu nedenle yalnızca seçenekler arasında bir tercih değil; bireyleşmenin etik olarak içeriğe kavuştuğu, ilişkisel bir eşikte gerçekleşen dönüşümsel bir edimdir. Bu edim sayesinde birey, yalnızca karar alanına katılmaz; bu alan tarafından yeniden şekillendirilir. Karar verme süreci, böylece bir kendini tanıma, yeniden kurma ve ilişkisel olarak etik sorumluluğu üstlenme pratiği hâline gelir.

İlişkisel özgürlük anlayışı açısından özgürlük ile etik sorumluluk birbirinden ayrılmazdır. Özgürlük, yalnızca eylemde bulunma kapasitesi değil; bu eylemlerin sonuçlarına ilişkin etik bir sahipleniştir. Bu nedenle özgürlük, ancak bu sorumluluğun kabulüyle anlam kazanır. Karar verme, ilişkiler içinde fark yaratma ve bu farkın sonuçlarını üstlenebilme süreci olarak, öz farkındalığın taşıyıcılığında bireyleşmenin etik boyutunu ortaya koyar.

3.4. Kararın Transdüktif Doğası: Süreç, Fark, İlişki ve Oluş

Karar, klasik düşünce sistemlerinde genellikle iki uç arasında tanımlanır: ya bireyin iradi ve bilinçli tercihi olarak, ya da dışsal etkenlerin zorunlu sonucu olarak. Oysa ilişkisel özgürlük anlayışında karar, bu ikili yapının ötesine geçer; ne yalnızca bir özneye ait bir irade beyanıdır ne de dışsal koşullarla belirlenmiş bir zorunluluktur. Aksine karar, ilişkisel bir oluşun eşik noktasında beliren bir farktır; sabit bir yapının içinde değil, dinamik bir sürecin akışında ortaya çıkar. Bu bağlamda karar, bir "var olan" değil; bir "oluş"tur. Bu oluş, ilişkilerin geriliminden doğan, farkın görünür hâle geldiği, yeni yönelimlerin şekillendiği yaratıcı bir hareketliliktir.

Transdüktif düşünce, kararı, sabit özneler veya önceden belirlenmiş yapılar üzerinden değil; süregelen ilişkilerde doğan farklılıkların taşıyıcısı ve üreticisi olarak kavrar. Karar, yalnızca bir eylemin başlangıcı değil; o eylemin hem bireyi hem de ilişkisel ağı dönüştürdüğü bir eşiktir. Karar vermek, bir oluş sürecine dâhil olmakla kalmaz; aynı zamanda o süreci yeni bir şekilde örer. Bu yönüyle karar, özdeşlik değil fark; sabitlik değil oluş; edilginlik değil etkenliktir.

Kararın transdüktif doğası üç temel kavramsal eksende açıklanabilir:

Süreç: Karar, geçmişten gelen deneyimlerin, şimdiki ilişkisel koşulların ve geleceğe dair potansiyellerin iç içe geçtiği bir akışta doğar. Anlık bir tercih değil; bir sürecin taşıyıcısıdır. Bu süreçte karar, yalnızca geçmişin devamı değil; geleceğin olasılıklarını açan yaratıcı bir eylemdir.

Fark: Karar, sabit seçenekler arasında yapılan bir tercihten ziyade, yeni farkların belirdiği, anlamların yeniden düzenlendiği bir eşiktir. Fark, yalnızca dışsal alternatifler arasında değil; ilişkinin kendi iç geriliminde doğar. Karar da bu farkın taşıyıcısıdır.

İlişki ve Oluş: Karar, özne ve nesne arasında kurulmuş sabit bir bağlamda değil; ilişki içindeki oluşta doğar. Özne, karar anında sabit bir fail değil; ilişkisel oluşun bir noktasında fark yaratan bir etkendir. Karar, bu oluşsal gerilim içinde belirir ve o gerilimi dönüştürür.

Bu üç boyut, kararın transdüktif karakterini ortaya koyar: Karar, yalnızca bireyi belirlemez; birey de kararla birlikte yeniden biçimlenir. Karar, geçmişin zorunluluğu değil; geleceğin yaratıcı olanağıdır. Karar, öznenin bir bildirimi değil; ilişkisel bir dönüşümün tetikleyici eşiğidir.

İlişkisel özgürlük anlayışı, karar sürecini yalnızca bir tercihler dizisi olarak değil; oluşun içinden geçen yaratıcı bir fark hareketi olarak tanımlar. Transdüksiyon, bu yaratıcı hareketin mantığını verir: farkın bir ilişkisel alan içinde yayılması, etkilerin birbirine katılarak yeni bireyleşme yollarının açılması. Karar, işte bu yolların belirip görünür hâle geldiği ontolojik ve etik bir eşiği temsil eder.

4. Uygulamalar ve Açılımlar

4.1. Etik: Sorumluluk Yalnızca Bireyin Değil, İlişkinin Ürünüdür

Klasik etik anlayışları, bireyi özerk ve kararlarını bağımsız biçimde alan bir fail olarak merkeze koyar. Bu çerçevede sorumluluk, bireyin niyetine, iradesine ve eylemine indirgenir. Ahlaki yükümlülükler bireyin kendi iç dünyasında başlar ve yine bireyin kendi eylemlerinde son bulur. Oysa bu model, bireyin toplumsal, tarihsel ve ilişkisel bağlam içindeki varoluşunu ihmal eder. Kararın, yalnızca bireyin içsel yapısından değil, aynı zamanda içinde bulunduğu ilişkiler ağından doğduğunu varsaymak, etik sorumluluğun doğasını kökten dönüştürür. İlişkisel özgürlük modeli, etik sorumluluğu tekil bir özneye değil, birey ile ilişkide olduğu oluşlara ve bağlamlar arasındaki karşılıklı etkileşimlere dağıtır.

Bu modele göre etik, aşkın ve evrensel normların uygulanması değil, ilişki alanında doğan farkların tanınması ve bu farklarla birlikte dönüştürücü bir katılıma girebilme kapasitesidir. Kararın etik değeri, yalnızca onun sonucunda değil; kararın alındığı sürecin ilişkisel doğasında, bu sürecin yarattığı dönüşümde ve bu dönüşümün taşıdığı farkta belirir. Bu nedenle etik, yalnızca dış dünyaya yönelik bir eylemin sonucunu değil; bu eylemin oluştuğu ilişkisel alanın bütününü kapsayan bir süreçtir.

İlişkisel etik, özneyi yalnızlaştırmaz; onu ilişkilerden sorumlu kılar. Etik özne, yalnızca ne yaptığını bilen değil; neye neden olduğunu, kimleri nasıl etkilediğini ve bu etkinin nasıl bir ilişkisel dönüşüm yarattığını görebilen bir farkındalık düzeyine ulaşmış özne olarak tanımlanır. Sorumluluk, burada bireyin içsel ahlaki pusulasıyla sınırlı kalmaz; bireyin etkilediği ve etkilendiği ağlarda farkın taşıyıcısı olabilme sorumluluğuna dönüşür.

Bu bağlamda etik, belirli ahlaki kurallara uymakla eşdeğer değildir. Aksine etik, ilişkiler içinde beliren gerilimleri tanıma, bu gerilimleri yapıcı bir biçimde dönüştürebilme ve bu dönüşüm sürecinde ortaya çıkan farkı sahiplenebilme kapasitesidir. Kararın etikliği, yalnızca belirli bir davranışın doğruluğuna değil; bu davranışın ilişkisel bütünlüğe nasıl katkı sunduğuna ve yeni olanaklar yaratma potansiyeline de bağlıdır.

 

İlişkisel özgürlük anlayışında etik, bireysel bir yükümlülük değil; ortak bir yaratımın sorumluluğudur. Karar verme süreci, etik olarak yalnızca bir bireysel irade beyanı değil; bir ilişki alanına verilen yaratıcı bir tepkidir. Bu tepki, hem bireyi hem ilişkiyi dönüştürme potansiyeli taşır. Etik, bu yaratıcı gerilimde doğar: farkın tanınması, kabul edilmesi ve bu farkla birlikte ortak bir anlam alanının kurulmasıdır.

Sonuç olarak etik sorumluluk, sabit bir bireysel failin taşıdığı bir yük değil; ilişkisel alanda beliren farkın taşıyıcısı olma cesaretidir. Bu cesaret, bireyin kendisini aşkın bir yasa ya da dışsal bir otoriteye değil; karşılaştığı diğer oluilara ve ilişkisel bağlama karşı sorumlu hissetmesiyle ortaya çıkar. Bu nedenle etik, ilişkisel özgürlüğün kaçınılmaz bir sonucudur; çünkü özgürlük, yalnızca eylemde bulunma değil, bu eylemin diğerleriyle nasıl bir bağ kurduğunu ve bu bağın nasıl bir dönüşüm ürettiğini üstlenme iradesidir.

4.2. Hukuk: İlişkisel Karar Süreci Adalet Anlayışını Dönüştürür mü?

Klasik hukuk teorileri, bireyi kendi kararlarını rasyonel olarak alan özerk bir fail olarak merkeze yerleştirir. Bu anlayışta birey, eylemlerinden tek başına sorumlu tutulur; hukuki değerlendirme ise bu bireyin kastı (mens rea) ve fiili (actus reus) üzerinden yapılır. Ancak bu yaklaşım, bireyin kararlarını etkileyen toplumsal, kültürel ve ilişkisel koşulları göz ardı eder. Karar, sadece bireysel bir içsel süreç değil, çok katmanlı bir ilişkisel dinamiğin ürünüdür. Bu nedenle klasik hukuk, kararın içkin ilişkisel doğasını yeterince hesaba katmaz.

İlişkisel özgürlük modeli, hukuki sorumluluğu yalnızca bireyin niyetine indirgemek yerine, bireyin karar alma sürecine katılan tüm ilişkisel etkenlikler ağı içerisinde konumlandırır. Bu modelde karar, birey ile çevresi arasında örülen çoklu etkileşimler içinde ortaya çıkar ve dolayısıyla hukuki anlamı da bu ilişkiler içinde taşıdığı fark ve yarattığı dönüşüm bağlamında değerlendirilmelidir. Suç, bu bağlamda yalnızca bireysel bir kusur değil; ilişkisel bir kopuş, bir bütünlüğün ihlali, bir etkileşim ağındaki bozulma olarak ele alınır.

Bu yeni yaklaşım, adaletin sabit normların mekanik biçimde uygulanmasından ibaret olmadığını; aksine, her somut olayda ilişkisel bağlamların özgüllüğüne duyarlı olunması gerektiğini savunur. Hukuk, burada yalnızca yasa uygulayıcı değil; farkları tanıyan, anlamlandıran ve dönüştüren bir oluş alanı hâline gelir. Suçun değerlendirilmesi, yalnızca “ne yaptı?” sorusuyla sınırlı kalmaz; bunun yerine “hangi ilişkide, hangi bağlamda ve nasıl bir fark yarattı?” soruları da hukukî yargının ayrılmaz bir parçası hâline gelir.

İlişkisel hukuk anlayışı, cezalandırıcı değil, onarıcı ve dönüştürücü süreçleri merkeze alır. Restorative justice (onarıcı adalet) ve transformative justice (dönüştürücü adalet) yaklaşımları, bu bağlamda öncü örnekler sunar. Ancak ilişkisel özgürlük modeli, bu yaklaşımları da aşarak, hukuku sabit özne-fiil paradigmalarından kurtarıp, çoklu ilişkisel etkilerin iç içe geçtiği yaratıcı bir adalet pratiğine dönüştürmeyi önerir. Bu adalet anlayışı, yalnızca hakkın teslimi değil, ilişkisel bütünlüğün yeniden inşası ve sürdürülebilir dönüşümün sağlanması olarak tanımlanır.

Bu modelde hukuki karar, yalnızca normatif bir yargı değil; ilişkisel düzlemde beliren farkı tanıma, dönüştürme ve bu dönüşümün sorumluluğunu paylaşma eylemidir. Böylece hukuk, yalnızca bireyleri yargılayan değil; toplumsal ilişkileri yeniden kuran, onaran ve dönüştüren bir etik alan olarak yeniden tanımlanır. Adalet, sabit bir normlar dizisi değil; değişen, dönüşen ve farklılıkları tanıyarak ilişkisel bütünlük kurmaya çalışan dinamik bir süreçtir.

4.3. Politika: Özgür Birey Değil, Fark Yaratıcı İlişki

Modern siyaset kuramları, genellikle bireyin özerkliğini ve rasyonel iradesini temel alarak politika yapma süreçlerini inşa etmiştir. Bu çerçevede birey, haklara sahip, karar verme yetisi olan ve bu kararlarıyla kamusal alanda temsili bir güç kazanan bir özne olarak görülür. Liberal gelenek, bu anlayışı “özgür birey” fikriyle kurumsallaştırır. Ancak bu model, bireyi ilişkisel bağlamından koparır ve onun politik varoluşunu yalnızca tercihler beyan eden bir tüketiciye indirger. Bu, politik olanın yalnızca yönetime katılım ve oy hakkı gibi araçsal boyutlarına yoğunlaşarak daha derin yapısal ilişkileri görünmez kılar.

İlişkisel özgürlük anlayışı, politik özneyi yalnızca taleplerini ifade eden bir birey değil; ilişkiler içindeki farkların taşıyıcısı, dönüştürücüsü ve üreticisi olarak kavrar. Bu bakış, politikayı çıkarların rekabeti olarak değil; farkların karşılaştığı, tanındığı ve dönüştüğü yaratıcı bir alan olarak yeniden kurar. Burada politik özne, önceden belirlenmiş bir kimlik değil; ilişkisel oluşumlar içinde farklılaşan ve bu farklılığı ilişkiye taşıyarak yeniden inşa edilen bir varlıktır.

 

Bu yaklaşımda özgürlük, salt biçimde oy verme ya da söz alma yetisiyle sınırlanmaz; aksine özgürlük, ilişkiler içinde yaratıcı bir fark yaratabilme kapasitesidir. Dolayısıyla kamusal alan, yalnızca bireylerin taleplerini yönetime sunduğu bir forum değil; farklı varoluş biçimlerinin karşılaştığı, dönüştüğü ve yeni kolektif anlamların üretildiği bir ilişkisellik alanı hâline gelir.

İlişkisel politika, çoğulculuğu yalnızca fikirlerin veya kimliklerin çokluğu olarak değil; farklı varoluş kiplerinin bir arada var olabilmesinin ontolojik koşulu olarak görür. Bu bağlamda temsil, artık sabit kimliklerin temsili değil; ilişki içindeki farkların söze, eyleme ve kolektif oluşa dönüşmesidir. Siyasal temsil böylece sabit çıkarların dile gelişi değil; ilişkisel olarak beliren farklılıkların yaratıcı ve dönüşümsel ifadesi olur.

Bu model, hem liberal bireycilikten hem de kolektivist totalitarizmden uzak durur. Ne bireyi soyut özerkliği içinde mutlaklaştırır ne de kolektif yapılar içinde eritir. Aksine, bireyin fark taşıyıcılığı ve ilişkiler içindeki yaratıcı katılımını merkeze alarak, politikayı anlamlı karşılaşmaların ve ortaklaşa dönüşümlerin alanı olarak yeniden tanımlar.

Bu doğrultuda siyaset, artık sadece iktidar mücadelesi değil; etik bir fark üretimi ve bu farkın ortak yaşam alanlarına yayılması sürecidir. Karar alma yalnızca çoğunluğun iradesini değil; azınlıkta kalan farkların da duyulabildiği, tanınabildiği ve dönüşebildiği bir ilişkisellik zeminini gerektirir. Böylece ilişkisel özgürlük modeli, politikanın yalnızca yönetimsel değil; varoluşsal, ontolojik ve etik bir mesele olduğunu ilan eder.

4.4. Psikoloji: Seçim ve Karar Mekanizmaları Yeniden Nasıl Anlaşılabilir?

Klasik psikoloji kuramları, bireyin karar alma süreçlerini çoğunlukla içsel zihinsel işleyişe indirgemiştir. Bu bakış açısı, karar verme mekanizmalarını bireyin bilişsel şemaları, bellek işleyişi, bilinçdışı yönelimleri ya da davranışsal koşullanmalara bağlı olarak açıklar. Birey, bu anlayışta çevresinden yalıtılmış, bilgi işleyen bir sistem gibi ele alınır. Karar, bu sistemde işlenen verilerin çıktısıdır. Ancak bu model, bireyin çevresiyle olan dinamik etkileşimlerini, kararın ilişkisellik içindeki doğuşunu büyük ölçüde göz ardı eder.

İlişkisel özgürlük modeli, psikolojik süreçleri bireyin içsel işleyişiyle sınırlamaktan ziyade, bireyin çevresiyle kurduğu çok katmanlı ilişkisel ağlar üzerinden yeniden düşünür. Karar, yalnızca bireyin zihninde beliren bir işlem değil; bireyin dahil olduğu ilişkisel alanlarda açığa çıkan, farkın taşıdığı gerilimle doğan bir bireyleşme eylemidir. Yani karar, yalnızca bir içerik seçimi değil; ilişkisel bağlamda kendilik-inşasına katılım ve fark üretme kapasitesidir.

Bu perspektife göre bireyin iç dünyası da dış çevreyle sürekli alışveriş içinde olan açık bir sistemdir. Düşünceler, duygular ve kararlar, sadece içsel mekanizmaların değil, ilişki içindeki etkileşimlerin ürünüdür. Bu bağlamda psikolojik özgürlük, karar verebilme becerisiyle sınırlı olmayan; ilişki içinde fark yaratabilme ve bu farkla birlikte dönüşebilme kapasitesiyle tanımlanır.

Bu yaklaşım, klinik psikoloji, gelişim psikolojisi, sosyal psikoloji gibi birçok alanda dönüştürücü bir potansiyel taşır. Örneğin, psikolojik bozuklukları yalnızca bireyin içsel patolojileri olarak değil, ilişkisel alanlardaki bozulmalar, bastırılmış farklar ya da fark yaratamama durumları olarak yorumlamak mümkündür. Bu durumda terapi, bireyin içsel tutarlılığını yeniden kazanmaktan çok, ilişkisel farkındalığını artırmak, yaratıcı fark üretimini desteklemek ve yeni ilişkisel alanlara açılmasını sağlamak olarak yeniden tanımlanır.

İlişkisel özgürlük modeli, bireyin karar süreçlerini yalnızca rasyonel tercihlere ya da duygusal dürtülere bağlamaz. Bunun yerine karar, bireyle çevresi arasında örülen etkileşimli bir fark alanında, her iki yönlü gerilim ve etkileşimle açığa çıkan yaratıcı bir süreçtir. Psikoloji, bu modelle birlikte sadece bireyi çözümleyen değil, bireyin ilişkisel varoluşunu fark eden, destekleyen ve dönüştüren bir bilim hâline gelir.

Sonuç

Klasik özgürlük anlayışları, ya bireyin tümüyle belirlenmiş nedenlere tabi olduğunu ya da nedensellikten bütünüyle bağımsız bir iradeye sahip olduğunu varsayarak özgürlük sorusunu çözmeye çalışmışlardır. Ancak bu yaklaşımlar, kararın doğasını ya indirgemeci bir determinizme ya da metafizik bir öznelciliğe teslim eder. Bu çalışma, bu iki uç arasında üçüncü bir yol olarak ilişkisel özgürlük anlayışını ileri sürmüştür.

İlişkisel özgürlük, kararın ne yalnızca bireye ne de yalnızca çevreye ait olduğunu; kararın, birey ile çevre arasındaki ilişkisel gerilimde, farkın ortaya çıktığı anda beliren bir oluş olduğunu savunur. Bu oluş, ne sabit bir öznenin eylemidir ne de dışsal etkenlerin sonucu. Aksine, karar; süreçsel, fark yaratıcı, geri beslemeli ve dönüşümsel bir bireyleşme alanıdır. Bu bakış açısı, hem etik hem hukuk hem politika hem de psikoloji alanlarında özgürlük kavramına dair köklü dönüşümler önermektedir.

Karar süreci burada transdüktif bir yapıya sahiptir: önceden belirlenmiş sabit kimliklere ya da mutlak nedenlere değil, ilişkilerin dinamiğinde beliren farklara dayanır. Bu farklar hem bireyi hem bağlamı dönüştürür. Özgürlük, bu dönüşümde aktif olarak yer alma, ilişkisel katılım gösterme ve farkı taşıyabilme kapasitesidir.

Bu çalışma boyunca özgürlüğü bir “eylem” değil, bir “ilişki içindeki fark yaratımı” olarak kavramsallaştırdık. Sorumluluğu bireyin tek başına üstlendiği bir yük olarak değil, ilişkilerin ortaklaşa taşıdığı bir dönüşüm imkânı olarak düşündük. Adaleti yalnızca hakkın dağılımı değil, farkın tanınması ve ilişki alanlarının onarımı olarak yeniden çerçeveledik. Psikolojiyi bireyin içsel süreçlerine indirgemek yerine, bireyin fark yaratıcı etkenliğini vurgulayan bir bakışla yeniden ele aldık.

Sonuç olarak, ilişkisel özgürlük, kararın yalnızca bir tercih değil, bir oluş; yalnızca bir irade değil, bir fark; yalnızca bir hak değil, bir katılım olduğunu ortaya koyar. Bu model, özgürlüğü bireyde değil, ilişkinin kendisinde, yani hayatın akışında, karşılaşmalarda ve dönüşümlerde bulur. Ve belki de en önemlisi: bu model, bizi sadece özgür olmaya değil, fark yaratmaya ve bu farkı birlikte taşımaya davet eder.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ROGER PENROSEYE İTİRAZLAR SERİSİ

İTİRAZ 1 iyide Sir (Roger Penrose) Mandelbrot kümesi doğada doğrudan bulunan bir küme değildir, evet, -Kıyı çizgileri (her ölçekte ben...