1 Temmuz 2025 Salı

DOĞA PARADOKSLARI REDDEDER:

Sesli Dinlemek İçin Tıklayınız

Giriş: Paradoksun Gölgesinde Düşünmek

Paradoks, felsefe tarihinde sıradan bir kavramsal sorun olmaktan ziyade, düşüncenin kendi üzerine dönerek kendini sınamasını mümkün kılan en temel gerilim noktalarından biridir. İçerdiği çelişki, yalnızca mantıksal ya da matematiksel sistemlerin sınırlarını zorlamakla kalmaz, aynı zamanda insan aklının dünyayı anlama ve temsil etme becerisinin de eleştirisini sunar. Paradokslar, düşüncenin metafizik mimarisinde birer sarsıntı yaratır: Bildiğimizi sandığımız kavramların altındaki zemin kayar, tanımlar sürekliliklerini yitirir, mutlaklık iddiaları anlamsızlaşır.

Matematiksel ve mantıksal sistemlerde karşılaştığımız paradokslar çoğu zaman sanki doğanın da çelişkili ve tutarsız bir işleyişe sahip olduğu izlenimini yaratır. Oysa bu çelişkiler, doğanın içkin yapısından ziyade, doğaya dair kurduğumuz temsil sistemlerinin sınırlarından kaynaklanmaktadır. Paradoks, doğanın kendisinde değil, doğaya yönelik kurgusal soyutlamaların çatlağında ortaya çıkar. Bu bağlamda, paradoksların öznesi doğa değil, düşüncenin kendisidir. Yani paradoks, gerçekliğin değil, temsili sistemlerin krizidir.

Bu yazının temel hedefi, paradoks kavramının mantıksal ve matematiksel sistemlerdeki yeri ile doğanın oluşsal ve ilişkisel gerçekliği arasındaki ayrımı sistematik bir biçimde ortaya koymaktır. Klasik mantık ve matematik sistemlerinin, evrenin sürekli değişen ve fark içeren yapısını neden yetersiz bir biçimde temsil ettiği tartışılacak; bu sistemlerin kapalılığına karşılık doğanın açıklığı, ilişkiselliği ve süreçselliği vurgulanacaktır. Nihayetinde, ilişkisel ontolojinin bu çatlağı nasıl aşabileceği, yani paradoksun bir engel değil, fark yaratma potansiyeli olarak nasıl yeniden düşünülebileceği ele alınacaktır. Bu, sadece düşüncenin çözülmesi değil, aynı zamanda düşünmenin doğayla yeni bir diyalog kurması için bir imkân olarak sunulacaktır.

1. Paradoks Nedir? Kavramsal Bir Çatlak

Paradoks, biçimsel olarak doğru kabul edilen önerme ya da önerme dizilerinden mantıksal yollarla türetilen, fakat son tahlilde içsel olarak çelişkili, tutarsız ya da sezgisel düzeyde kabul edilemez sonuçlara yol açan düşünsel yapılardır. Özellikle klasik mantığın dayandığı temel ilkeler olan "özdeşlik" (A = A), "çelişmezlik" (A ≠ ¬A) ve "üçüncü halin imkânsızlığı" (ya A ya ¬A) gibi aksiyomlar üzerine inşa edilen sistemlerde, bu ilkelerin mutlak kabulü, kendi üzerine kapanan ya da kendini referans alan önermeler karşısında kırılganlık göstermektedir. İşte bu türden önerme yapılarına dayanan paradokslar, sistemin kendini içsel olarak çökerttiği noktaları gözler önüne serer.

Örneğin, "Bu cümle yanlıştır" ifadesi, öz-dönel bir yapıya sahiptir ve doğruysa yanlış, yanlışsa doğru olmak zorundadır. Benzer şekilde, Bertrand Russell’ın "tüm kümeleri içermeyen kümelerin kümesi" örneği, kümeler kuramında tanımsal düzeyde ciddi bir çöküntüye neden olmuştur. Kurt Gödel’in eksiklik teoremleri ise daha sistematik bir düzeyde bu sorunu açığa çıkarır: Her yeterince güçlü biçimsel sistemde, sistemin içinde hem doğru hem de ispatlanamaz önermeler olmak zorundadır. Yani, sistemin bütünlüğü, kendi içinden garanti edilemez. Bu durum, yalnızca matematiksel değil, epistemolojik olarak da derin bir sarsıntıya işaret eder.

Ancak burada sormamız gereken temel soru şudur: Bu paradokslar gerçekten evrende mi vardır, yoksa bizim düşünce sistemlerimizin, kavramlarımızın, mantıksal alışkanlıklarımızın ve soyutlamalarımızın bir ürünü müdür? Daha açık bir ifadeyle, bu çelişkiler doğanın içkin yapısına mı işaret eder, yoksa doğayı açıklamaya çalışırken kullandığımız araçların (mantık, matematik, dil) sınırlarını mı gösterir? Eğer paradoks, doğanın değil, temsilin çatlağıysa, o zaman doğayı anlamlandırma çabamızda bu çelişkileri “gerçeklik” gibi ele almak ciddi bir yanlış okuma olabilir. Tam da bu noktada, ilişkisel ontoloji bir alternatif olarak belirir: Paradoksu aşmak değil, onu farkın ve oluşun potansiyeli olarak yeniden düşünmek mümkün müdür?

İşte bu bölümde, paradoks kavramını yalnızca bir mantıksal çıkmaz olarak değil, aynı zamanda temsili sistemlerin sınırlarının ifşası ve düşüncenin yeniden yapılanması için bir eşik olarak değerlendireceğiz.

2. Zeno Paradoksları: Sonsuzluk Yanılsaması

Zeno’nun paradoksları, özellikle hareketin doğasına ilişkin temel sezgileri sorgulayan, fakat klasik anlamda çözülmesi oldukça güç mantıksal yapılardır. En bilinen örneklerden biri olan “ok paradoksu” şunu ileri sürer: Bir ok hedefe varamaz, çünkü önce yolun yarısını, ardından kalan yarının yarısını, sonra onun da yarısını geçmesi gerekir ve bu böyle sonsuza dek sürer. Dolayısıyla, bir varış hiçbir zaman gerçekleşmez çünkü sonsuz sayıda adım tamamlanamaz. Bu paradoks, hareketin olanaksızlığını değil, bizim hareketi nasıl düşündüğümüzü ve nasıl ölçtüğümüzü sorgular.

Zeno’nun paradokslarının dayandığı temel varsayım, uzayın ve zamanın sonsuz derecede bölünebilir olduğu düşüncesidir. Bu düşünce, Platoncu ya da Pythagorasçı kökenleri olan bir metafizik sezgiye dayanır: Gerçeklik, sayılarla ve oranlarla sonsuz hassasiyetle ifade edilebilir. Ancak modern fizik bu sezgiyi kırmıştır. Özellikle kuantum mekaniğinde, doğanın yapısının kesikli (discrete) olduğu gösterilmiştir. Planck uzunluğu (~1.6 x 10^-35 metre) ve Planck zamanı (~5.4 x 10^-44 saniye) gibi mutlak sınırlar, uzay ve zamanın keyfi olarak bölünebilir olmadığını ortaya koyar. Bu sınırların altında fiziksel tanımlar ve ölçümler anlamını yitirir.

Dolayısıyla Zeno’nun sunduğu paradokslar, doğanın işleyişinden ziyade, aklın sonsuzluk üzerine kurduğu soyutlama modellerinin sınırlarına işaret eder. Zeno paradoksu, fiziksel bir gerçekliğin değil, klasik mantığın ve sürekli büyüklük kavramının içinden çıkılamaz çelişkilerinin bir sonucudur. Doğada hareket, kuantize olmuş enerji düzeyleri ve sınırlı etkileşim aralıkları içerisinde gerçekleşir; sonsuzluk, burada yalnızca hesaplamada kullanılan bir idealizasyondur.

Bu bağlamda Zeno paradoksları, doğanın çelişkisi değil, zihnin temsil sistemlerinin bir sınavıdır. Paradoks burada, doğaya ait bir özellik değil, doğayı açıklamak için kullandığımız modellerin ifşa noktasıdır. Sonsuz bölünebilirlik fikrinin doğaya uygulanamaz oluşu, bize daha temelden bir ders verir: Düşünce sistemlerimiz, doğanın yapısına değil, kendi sınırlarına göre kırılırlar.

İlişkisel ontoloji bu noktada yeni bir olanak sunar. Süreçleri sabit geometrik bölünmeler olarak değil, ilişki ağlarının örüntüleri olarak düşünmek, paradoksları çözmek yerine, onları düşüncenin dönüşüm alanına dönüştürür. Sonsuzluk yanılsamasını doğaya yüklemek yerine, sonsuzluğun kendisini bir temsil krizi olarak görmek, düşünsel özgürlüğün kapılarını aralayabilir.

3. Mantık ve Matematiğin Doğaya Dökülemeyen Paradoksları

Matematik ve mantık, doğayı kavrama çabasında insan aklının geliştirdiği en rafine ve güçlü soyutlama sistemleridir. Bu disiplinler, doğanın karmaşıklığını anlamlandırmak, ölçmek ve modellenebilir hâle getirmek amacıyla oluşturulmuş biçimsel çerçeveler sunar. Ancak bu çerçevelerin gücü, aynı zamanda en büyük sınırlılığını da içinde barındırır: Bu sistemler doğayı temsil ederler, fakat doğanın kendisi değildirler. Temsil ile gerçeklik arasındaki bu yapısal fark, çoğu zaman göz ardı edildiğinde, matematiksel ve mantıksal sistemlerden türeyen paradoksların doğanın kendisine aitmiş gibi algılanmasına yol açar.

Paradokslar, bu temsil sistemlerinin iç tutarlılığında ortaya çıkan çatlaklardır. Örneğin, Russell’ın ünlü “kümelerin kümesi” paradoksu, kümeler kuramı içinde tanımlanabilir olan her şeyin, kendi üzerine kapanma eğiliminde sistematik bir çelişkiyi doğurabileceğini gösterir. Buradaki “kendi kendini içermeyen kümelerin kümesi” gibi bir ifade, doğada karşılığı olmayan, yalnızca zihinsel ve kavramsal düzeyde var olan bir soyutlamadır. Bu tür önerme ve yapıların doğayla doğrudan bir bağı yoktur; onlar, simgesel düzenin içkin işlemsel mantığını zorlayan sınır deneyimleridir. Dolayısıyla, ortaya çıkan çelişki ya da paradoks, doğanın değil, sistemin kendi iç mimarisine ilişkindir.

Aynı durum, Gödel’in eksiklik teoremlerinde de karşımıza çıkar. Gödel, her yeterince güçlü biçimsel sistemin, kendi sınırları içinde ispatlanamaz ama doğru önermeler içerdiğini göstererek, mantıksal sistemlerin tamlık ve tutarlılık arzularının özünde çelişik olduğunu kanıtlamıştır. Ancak bu durum, evrenin kendisinin çelişkili olduğu anlamına gelmez. Aksine, bu sonuç bize şunu söyler: Sistematik temsiller, ister sayısal ister sözel biçim alsınlar, gerçekliğin tüm yönlerini kuşatamazlar. Mutlak açıklama arayışı, temsili çökerten bir illüzyondur.

Bu bağlamda paradokslar, doğayı anlatmak için kullanılan araçların sınırlarına çarpılmasıyla ortaya çıkar. Buradaki yanılgı, araçları amaçla karıştırmakta yatar. Matematik, doğayı açıklayan bir dil olabilir; fakat o dilin yapısal sorunları, doğanın yapısal sorunları değildir. Bu nedenle, mantık ve matematikteki paradokslar doğaya içkin değildir; onlar, doğayı düşünme biçimimizin kendine özgü sınırlılıklarının göstergesidir. Temsil sistemleri çoğu zaman doğanın bütünselliğini dondurarak, hareketli ve ilişkisel olanı sabit yapılara dönüştürerek, o anda dondurarak anlamaya çalışır. İşte bu sabitleştirme çabası, paradoksun doğuş anıdır.

İlişkisel ontoloji açısından bakıldığında, doğa, kendini sabit kavramlar üzerinden değil, dinamik ilişkiler ve süreklilik-içeren farklar üzerinden açığa vurur. Matematiksel ya da mantıksal sistemler bu akışkanlığı yakalamaya çalışırken, kendi kapalı yapıları nedeniyle, doğanın açıklığını paradoksal noktalarda “sistemsel çöküş” olarak yaşarlar. Bu durum, sistemlerin değersizliğini değil, doğanın çok boyutlu ve indirgenemez karakterini gösterir.

Sonuç olarak, mantık ve matematik ne kadar güçlü olursa olsun, doğayı ancak sınırlı bir bakışla temsil edebilir. Paradokslar, bu sınırlılığın semptomlarıdır. Onları doğanın ontolojik çatışmaları olarak değil, düşüncenin epistemolojik gerilimleri olarak yeniden konumlandırmak, hem bilimsel hem de felsefi düzeyde düşünceyi özgürleştirecek bir adım olacaktır.

4. Doğa Paradoks Yaratmaz, İlişkiler Kurar

Doğa, klasik düşünce sistemlerinin çoğunlukla varsaydığı gibi sabit, durağan, özdeş varlıklardan oluşan bir dizge değildir. Aksine, doğa baştan sona etkileşim, fark ve oluşla örülmüş bir ilişkiler ağıdır. Bu nedenle, doğayı sabit özlere, değişmeyen kimliklere ve katı kategorilere indirgeyen sistemler, onun dinamik doğasını yakalayamaz. Doğa, özleri temsil eden değişmez varlıkların toplamı değil, bu varlıkların birbirleriyle kurduğu ilişkilerde açığa çıkan süreksiz ve çoğul bir süreçtir.

Klasik mantık ve matematik gibi biçimsel sistemler, doğayı anlamaya yönelik önemli araçlar olmakla birlikte, genellikle kapalı sistemlerdir. Bu sistemler, tanımları belirli sınırlar içinde sabitler, değişkenleri kontrol altına alır ve çelişkiyi sistem dışına iter. Oysa doğa, çelişkilerden arındırılmış bir yapı değil, çelişkiyi fark ve dönüşüm potansiyeline dönüştüren bir sahadır. Paradokslar, kapalı sistemlerin bu akışkan doğa karşısında yaşadığı içsel krizlerdir. Doğa paradoks üretmez; çünkü doğa, sistemsel tutarlılık beklentisiyle değil, ilişkisel uyum ilkesiyle işler.

Bu bağlamda, doğa kendi üzerine kapanan tanımlar üretmez; kendini dışlamayan, sürekli açığa çıkan ilişkilerle belirir. Her oluş, bir farklılaşma sürecidir ve bu süreçte anlam, özdeşlikten değil, farklılıktan doğar. Özün yerine ilişkinin geçtiği bu perspektifte, doğada paradoks değil, farkın işlenişi söz konusudur. Bu nedenle doğaya ilişkin sorularımızı da yeniden formüle etmemiz gerekir:

"Bu ilişki neyi olanaklı kılıyor, neyi farklılaştırıyor?"

Farklılaşma burada yalnızca ayrışma değil, yeni bir bireyleşmenin, yeni bir oluşun başlangıcıdır. Bu düşünce, doğadaki yapıların sabit kimliklerle değil, etkileşimle şekillendiğini ve varlığın ancak ilişki içinde anlam kazandığını savunan ilişkisel ontolojinin temelini oluşturur.

Bu çerçevede, örnek olarak kuantum fiziğindeki Pauli dışarlama ilkesi verilebilir. Aynı kuantum durumunu paylaşamayan elektronlar, özdeş olmalarına rağmen fark üretmek zorundadır. Bu fark, bir paradoks değil, doğanın kendi yapısal zorunluluğudur. Özdeşlik üzerinden çelişki yaratmak yerine, doğa özdeşliği farkla kurar. Her elektron, aynı temel özelliklere sahip olsa da, bir araya geldiğinde farklılaşmak zorundadır. Bu zorunluluk, doğanın ilişkiyle kendini düzenlemesidir.

Dolayısıyla doğa, çelişkiyle değil farkla çalışır; çatışmayla değil ilişkiyle; mutlaklıkla değil, açıklıkla. Paradokslar, bu etkileşimsel düzeni sabitlemeye çalışan temsil sistemlerinin sarsıntılarıdır. Doğa ise sabitlemeye değil, sürekliliğe ve dönüşüme dayanır. Bu nedenle, doğayı anlamanın yolu, onu bir sistem olarak tanımlamak değil, bir ilişkiler alanı olarak düşünmektir.

İlişkisel düşünce, doğayı böyle bir açıklık ve fark düzlemi olarak okumamızı sağlar. Paradoks burada ortadan kalkmaz; tersine, paradoks düşüncenin içinden değil, doğanın içinden gelen bir oluşun yanlış kavranışından kaynaklanır. Doğa, paradoks üretmez; biz, onu sabitlemeye çalışırken paradoks yaratırız. Bu yüzden, doğayı anlamanın ilk adımı, onunla aynı ontolojik kipte düşünmeyi öğrenmektir: Açık, ilişkisel, oluşsal.

5. İlişkisel Transdüktif  Düşünce: Yeni Bir Ontolojik Düzlem

Doğayı anlamada klasik mantık ve matematik sistemlerinin karşılaştığı yetersizlik, düşünmenin kendisini yeniden yapılandırmayı zorunlu kılar. Özellikle paradoksların yol açtığı kırılmalar, yalnızca temsili sistemlerin sınırlarını değil, aynı zamanda doğayı kavrayış biçimimizin eksiklerini de görünür kılar. Bu durumda, doğayı anlamlandırmanın yeni bir yoluna ihtiyaç duyulur: İlişkisel  transdüktif düşünce.

İlişkisel transdüktif düşünce, varlığı sabit özlerin ifadesi olarak değil, etkileşim içinde belirip sürekli farklılaşan süreçler olarak kavrar. Bu düşünme biçimi, sabit tanımlar, özcül kategoriler ve durağan ontolojiler yerine, değişken, etkileşimsel ve çoğul bir gerçeklik tasarımına dayanır. Varlık artık kendi başına, izole bir töz değil; anlamını ve sınırını diğer varlıklarla kurduğu ilişkiler içinde edinen bir oluş düzlemidir. Ontoloji burada artık “ne vardır?” sorusundan çok, “hangi ilişkiler neleri olanaklı kılar?” sorusu etrafında şekillenir.

Bu yeni ontolojik düzlemde, klasik düşünce sistemlerinde bir kriz olarak değerlendirilen paradokslar, aslında farkın işlenme anları olarak yeniden yorumlanır. Paradoks, çelişkinin felç ettiği bir düşünsel çıkmaz değil, oluşun çokluğu içerisinde bir gerilim alanıdır. Bu gerilim, ya çelişki olarak bastırılır ya da fark olarak açığa çıkarılır. İlişkisel transdüktif düşünce, ikinci yolu tercih eder: Paradoksu yok etmek değil, onu dönüştürücü bir fark düzlemi olarak kavramsallaştırmak.

Bu noktada, mantık ve matematik sistemlerinin paradoks üretmeye bu denli eğilimli olmasının ardında yatan daha derin bir neden olarak ideacılık, yani kavramların gerçeklikten bağımsız, ideal ve aşkın varlıklar olarak ele alınması yaklaşımı dikkat çekmektedir. Platoncu idealar kuramında olduğu gibi, bir kavramın veya formun gerçekliğe öncelikli ve mutlak olduğu varsayımı, sabitlik ve özdeşlik düşüncesini mutlaklaştırır ve bu yanlış fikirde yanlış olmasından kaynaklı bir çok paradoks doğurur. Oysa doğa sabit değil, süreklilik içinde farklılaşan bir ilişkiler sistemidir. Sabit bir ideaya dayalı düşünce, doğanın bu dinamik karakterine direnç gösterir ve bu direnç noktalarında sistemsel çöküşler, yani paradokslar oluşur. Özellikle mantıkta "özdeş olanın kendisiyle çelişmemesi" ilkesi, bir kavramın tekil bir gerçeklikte sabit kalabileceği varsayımını taşır. Bu ideacı zemin, farkı bastırdığı ölçüde, paradoksu kaçınılmaz kılar.

İlişkisel transdüktif düşünce ise, bu ideacı sabitlemeleri reddederek, kavramların da tıpkı varlıklar gibi ilişkisel ve süreçsel olduğunu kabul eder. Kavram artık aşkın değil, ilişkisel bir etkinliktir; tanım değil, dinamik fark üretimi. Bu, düşünmenin yalnızca nesneye değil, düşüncenin kendisine de yönelmesini sağlar ve bu yönelim, paradoksları sistemsel çöküşler olarak değil, düşünsel açıklıklar olarak değerlendirmeye olanak tanır.

İlişkisel transdüktif düşüncenin temel ilkeleri şunlardır:

  • Sabit tanımlar yerine etkileşimsel sınırlar: Varlıklar, değişmez tanımlar üzerinden değil, ilişkisel dinamikler içinde sürekli farklılaşan sınırlar üzerinden kavranır.
  • Paradoksu çelişki değil, oluş potansiyeli olarak okuma: Görünürdeki çelişkiler, yeni oluş biçimlerinin doğduğu eşiklerdir. Paradoks, epistemolojik bir kriz değil, ontolojik bir imkândır.
  • Kavramların düzeninden çok ilişkilerin dinamiği: Kavramsal sistemlerin iç tutarlılığından ziyade, varlıklar arası ilişkilerin ortaya çıkardığı oluş örüntülerine odaklanılır.

Bu yaklaşımda bilgi, mutlak doğruların keşfi değil; süreçlerin, geçişlerin ve ilişkilerin dikkatle izlenmesiyle elde edilen bir fark sezgisidir, yani transdüksiyondur. İlişkisel düşünce, kavrayışı doğruluk-yalan ikiliğinden kurtarıp, çoklu oluş biçimlerinin fark edilebilirliğine taşır. Bu nedenle ilişkisel düşünce yalnızca bir bilgi kuramı değil, aynı zamanda bir ontolojik devrimdir. Sabitliğe değil açıklığa, özdeşliğe değil farka, kapalılığa değil sürekliliğe yaslanan bir düşünce biçimidir.

Sonuç olarak, ilişkisel transdüktif düşünce, paradoksu sistem dışına iten değil, onunla düşünmeyi mümkün kılan bir epistemolojik açıklık yaratır. Doğa gibi düşünmeyi önerir: Sürekli oluş, farklılaşma ve ilişki içinde var olan bir düşünme tarzı. Bu sayede, paradoksun ötesinde değil, paradoksla birlikte, ama onu dönüştürerek düşünen bir felsefi düzlem mümkün hâle gelir.

6. Sonuç: Paradoksun Sonu, Düşüncenin Yeniden Doğumu

Paradoks, klasik düşünce sistemlerinde bir kriz olarak görünür; fakat bu kriz, çoğu zaman sistemin dışındaki bir gerçekliğin değil, sistemin kendi iç tutarlılık varsayımlarının yıkımıdır. Bu bağlamda, paradoksun ortaya çıkışı bir çelişki değil, bir sınırın ifşasıdır. Ve bu sınır, doğanın değil, insan aklının kendi inşa ettiği soyut çerçevelerin sınırıdır. Paradokslar doğada değil, doğaya dair geliştirilmiş kapalı temsillerin içyapılarında ortaya çıkar. Dolayısıyla, paradoksların sunduğu çelişkileri aşmanın yolu, doğaya değil, düşünceye dair bir dönüşümü gerektirir.

Doğa, paradoks üretmez; o, oluş üretir. Doğa çelişkiyle değil, farklılıkların, ilişkilerin ve gerilimlerin sürekli işlenmesiyle işler. Bu nedenle doğayı anlamak, sabitlik, özdeşlik ve kapalılık gibi klasik düşünce kalıplarından değil; açıklık, etkileşim ve fark gibi ilişkisel kategorilerden geçer. Doğa, bir şeyin kendisiyle aynı olmasıyla değil, kendisiyle kurduğu farkla anlam kazanır. Her varlık, ancak bir ilişki içinde ortaya çıkar; her oluş, bir farkın işlenmesiyle varlık kazanır.

Bu noktada, ilişkisel transdüktif düşünce, yalnızca bir alternatif düşünce biçimi değil, aynı zamanda yeni bir epistemolojik ve ontolojik imkân olarak belirir. Transdüksiyon, farkları bastırmayan; aksine onları gerilimli alanlarda işleyerek yeni bireyleşmelere imkân tanıyan bir oluş kipidir. Paradoks burada artık düşüncenin felç edici krizi değil, dönüşüm potansiyelidir. Bu bakımdan, ilişkisel transdüktif düşünce, yalnızca paradoksların ötesine geçmekle kalmaz; onları dönüştürerek, düşünmenin kendisini yeniden doğurur.

Sonuç olarak, düşüncenin yeniden doğumu, paradoksu bir engel değil, bir eşiğe dönüştürmekle mümkündür. Doğa, sabitlik değil, açıklıktır; özdeşlik değil, farktır; kapalılık değil, ilişkidir. Bu nedenle, doğayı anlamanın ilk adımı, doğayla aynı kipte düşünebilmeyi öğrenmektir. İlişkisel transdüktif düşünce, bu öğrenmenin başlangıç noktasıdır. Mantığın ötesinde ama aklın karşısında değil; doğanın diliyle konuşan, açıklıkla düşünen, farkla var olan bir düşünceye giden ilk adımdır.

 Camaron 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ROGER PENROSEYE İTİRAZLAR SERİSİ

İTİRAZ 1 iyide Sir (Roger Penrose) Mandelbrot kümesi doğada doğrudan bulunan bir küme değildir, evet, -Kıyı çizgileri (her ölçekte ben...