3 Temmuz 2025 Perşembe

İLİŞKİ VE OLUŞ FELSEFESİNDE FARKIN ÖNEMİ

 

Sesli Dinlemek İçin Tıklayınız

Sabit Özden İliskiye Dayali Oluşa


1. Giris: Fark Neden İlişkiseldir?

Fark, Batı metafiziğinde uzun bir süre boyunca ikili karşıtlıkların bir türevi olarak ele alınmış, çoğunlukla da olumsuzlanmıştır. Bu yaklaşım, özellikle özcülük temelli düşünce sistemlerinde açıkça gözlemlenir. Platon’un idealar kuramında fark, mutlak ve değişmez idea karşısında duyusal dünyanın sapması, eksikliği ya da bozulmuş hali olarak değerlendirilmiştir. Bu bağlamda fark, bir ilişki zemini değil, ideanın eksikliğini temsil eden bir tükenmişliktir. Varlığın aslı olan idea, biricik gerçekliktir; ona uzaklık ise farktır. Böylece fark, gerçekliğin azalmasıyla ilişkilendirilmiş ve ontolojik bir değer taşımamıştır.

Aristoteles’te Platoncu aşkınlık yerini immanansa bıraksa da, öz-form ve madde ayrımı farkı yine bir hiyerarşinin içine yerleştirir. Form, maddeye şekil veren üst ilkedir; dolayısıyla fark, maddenin pasifliğinde değil, formun aktif belirleyiciliğinde anlam kazanır. Bu bağlamda fark, özün kendi iç dinamizmiyle değil, bir düzenin ya da teleolojinin sonucu olarak ortaya çıkar. Böylece yine kendinde bir ilk ilke olmaktan uzaklaşır.

Descartes'ta bu anlayış, zihin ve beden düalizmiyle daha keskin bir ikiliğe dönüşür. Burada fark, iki ayrı tözün -"res cogitans" ve "res extensa"nın- birbirinden ayrı doğaları üzerinden tanımlanır. Fark, doğrudan ayrılık ve zıtlık temelinde kurgulanır ve birliği tehdit eden bir unsur olarak konumlandırılır. Bu anlayış, modern bilimsel epistemolojinin de temellerinden biri hâline gelir.

Hegel ise farkı diyalektiğin itici gücü olarak kabul eder. Ancak onun sisteminde fark, çelişki ve çatışma üzerinden bir senteze ulaşmak zorundadır. Fark, ancak aşılması, kapsanması ve birliğe dönüştürülmesi koşuluyla anlam kazanır. Yani fark burada da geçici bir aşama, bir zorunlu gerilim olarak yer bulur, ama kendinde bir değer taşımaz; yalnızca Geist’in kendini gerçekleştirme sürecinde bir araçtır.

Bütün bu geleneksel yaklaşımlar farkı, ya bir negatiflik ya da aşılması gereken bir gerilim olarak konumlandırmıştır. Fark, ya özün sapmasıdır, ya da özün önündeki engel. Bu bağlamda fark, hiçbir zaman kendinde bir başlangıç noktası, bir oluş ilkesi ya da varlığın asli boyutu olarak görülmemiştir.

Oysa bu yazının temel tezi, farkın yalnızca epistemolojik bir ayrım ya da mantıksal bir karşıtlık değil, bizzat ontolojinin ilk ilkesidir. Fark ilişkiden kaynaklanan oluşun imkanını sağlayan bir haldir. Her oluş, bir farkın içkinliğiyle mümkündür. Fark, sabit özlerin yokluğunda ortaya çıkan bir boşluk değil; tam aksine, özün oluşmasını mümkün kılan dinamik ilişkidir. Bu nedenle fark, salt karşıtlıkların sonucu olarak değil, ilişkisel yapının kendisi olarak düşünülmelidir. Bu yazı, farkı tam da bu İlişki Felsefesi zemininde yeniden kurmayı amaçlamaktadır: sabitlik yerine akış, öz yerine ilişki, birlik yerine çoğulluk zemininde.

2. Farkın Olumsuzlanması: Tarihsel Bir Eleştiri

Farkın olumsuzlanması, Batı düşünce tarihinde yalnızca bir metafizik eğilim değil, aynı zamanda bir kültürel ve epistemolojik alışkanlıktır. Platon’dan başlayarak, ideaların değişmezliğine ve birliğine duyulan özlem, farklılığı kararsızlık, sapma, kusur ya da eksiklik olarak kodlamıştır. Bu tavır, yalnızca felsefî değil, aynı zamanda politik, etik ve estetik düzeyde de derin izler bırakmıştır. İdea'nın saflığına karşı duyusal dünyanın çokluğu ve değişkenliği bir sorun, bir aşınma, bir yozlaşma biçiminde okunmuştur.

Bu yaklaşım, Hristiyanlıkla birlikte Tanrı’nın mutlaklığına bağlanarak teolojik bir zemin de kazanır. Tanrısal öz sabit, değişmeyen, aşkın bir mutlaklıkken, yaratılan varlıklar bu mutlağın gölgesinde yer alır ve farkları ancak bu merkezî özle kıyaslanarak anlamlandırılır. Bu teolojik özcülük, Ortaçağ'dan moderniteye taşınır ve modern felsefede seküler biçimlerde yeniden üretilir.

Modern dönemde, Descartes’tan Kant’a, Hegel’e kadar birçok düşünür farkı, düşünmenin ya da bilginin ilerleyebilmesi için bir araç olarak görmüş; ancak bu aracı, birliğe ve özdeşliğe ulaşmak adına bir geçiş fazı olarak konumlandırmıştır. Kant’ta aklın çelişkileri, Hegel’de diyalektiğin momentleri olarak fark, yine bir bütünlüğün hizmetindedir. Hegel’in sisteminde fark, çelişkinin zorunlu ama aşılması gereken bir biçimidir. Her çelişki, Geist’in daha yüksek bir senteze ulaşması için bir duraktır. Fark, burada geçici bir merhaledir, kendi başına değil, yalnızca aşılmak için vardır.

Bu tarihsel bağlamda fark, ne etik bir ilke, ne de ontolojik bir ilksel güç olarak tanınmıştır. Aksine, birliğin, özdeşliğin ve düzenin karşısında yer alan, ancak o düzenin içinde eritilerek 'çözülmesi gereken' bir sorun olarak değerlendirilmiştir. Ontolojide olduğu kadar epistemolojide de fark, bilgiyi bozabilecek bir gürültü, bir belirsizlik, bir sapma olarak görülmüştür.

Tarihsel olarak farkın bu şekilde olumsuzlanması, yalnızca teorik bir yanılgı değil, aynı zamanda varoluşsal bir bastırmadır. Fark, olanaklılık alanını temsil ederken, özcülük bu alanı sabitleyerek hem düşünceyi hem de varlığı sınırlamıştır. İşte bu nedenle farkın tarihsel olumsuzlanması, yalnızca bir metafizik mesele değil; aynı zamanda etik, estetik ve politik düzeyde bir müdahale olarak da görülmelidir.

Bu yazı, tam da bu olumsuzlanma geleneğine karşı farkı yeniden düşünmenin ve kurucu bir unsur olarak kabul etmenin gerekliliğini savunur. Çünkü ancak farkın olumlu bir ontolojik statü kazanmasıyla birlikte, çoğulluk, oluş, etkileşim ve yaratım gibi kavramlar hak ettikleri kuramsal zemine kavuşabilirler.

3. Fark ve Dalga: Kuantum Ontolojisinden Bir Çıkarım

Modern fizik, klasik metafiziğin sabit öz anlayışına doğrudan bir meydan okuma sunar. Özellikle kuantum mekaniği, varlığı sabit ve değişmez tözler olarak değil, olasılıklar, dalgalanmalar ve etkileşimler bütünü olarak tanımlar. Bu bağlamda bir parçacığın varlığı, yalnızca belirli bir konumda 'bulunma' haliyle değil, dalga fonksiyonu ile temsil edilir. Dalga fonksiyonu, parçacığın her an için alabileceği tüm olası konumların ve durumların genlikli bir ifadesidir. Bu fonksiyonun yapısı, kendi içinde tepe ve çukur gibi genlik farkları barındırır. Yani parçacık, sadece başka bir parçacıktan farkıyla değil, bizzat kendi içsel dalga yapısında ortaya çıkan farkla tanımlanır.

Dalga fonksiyonundaki bu içkin farklılık, farkın yalnızca karşıtlık ya da dışsal bir kıyaslama üzerinden değil, şeyin kendi iç yapısından, kendi kendine ilişkili olma biçiminden doğabileceğini gösterir. Bu, aynı zamanda klasik özcülüğün tam karşısında duran bir düşünceyi işaret eder: Varlık, bir özün temsili değil; bir oluş süreci, bir içkin dalgalanmadır, bir ilişkidir. Her tepe, bir çukuru; her genlik, bir olasılığı içerir. Bu yapı, farkın 'kendinde'liğini, yani başka bir şeye göre değil, kendiyle kurduğu ilişki içinde var olabildiğini ortaya koyar.

Louis de Broglie'nin madde dalgası (u dalgası) kuramı ve Schrödinger'in dalga mekaniği, bu anlayışı daha da derinleştirir. De Broglie'ye göre her parçacık bir dalgaya eşlik eder ve bu dalga, parçacığın davranışını yönlendirir. Bu eşlik eden yapı, parçacıkların sabit ve yerel varlıklar değil, sürekli bir dalga alanının düğüm noktaları olduğunu gösterir. Schrödinger'in kuramında ise dalga fonksiyonu, sistemin tamamına yayılır ve ancak bir ölçümle belirli bir değere 'çöker'. Yani fark, sistemin kendi potansiyelleri içinde zaten vardır ve ancak ilişkisel bir etkileşimle belirginleşir.

Bu perspektif, farkı İlişki ve Oluş Felsefesinin merkezine yerleştirir: Varlık, dalga gibi salınan, değişen ve sürekli farklılaşan bir dinamik yapıdadır. Artık fark, oluşun dışında kalan rastlantısal bir nitelik değil; oluşun kendisinin imkânı hâline gelir. Klasik öz yerine, içkin farkın oluşturduğu bir 'süreçsel oluş' düşüncesi ortaya çıkar. Bu da İlişki ve Oluşun fiziksel düzlemdeki karşılığıdır.

Dolayısıyla kuantum fiziği, yalnızca fiziksel gerçeklik anlayışını değil, aynı zamanda metafiziği de dönüştürme potansiyeline sahiptir. Farkın dalga fonksiyonlarında içkin olarak yer alması, bize şunu söyler: Her oluş, kendi içinde bir fark alanıdır. Ve bu fark, yalnızca başka bir oluşa göre değil, bizzat kendiyle kurduğu ilişki içinde, sürekli olarak yeniden üretilir. Fark artık dışsal değil, içsel; sabit değil, dinamik; edilgin değil, üretken bir ilkedir.

4. İlişki ve Oluş Felsefesinde: Farkın Pozitif Onto Gignesik Temeli

İlişki ve Oluş Felsefesinde, oluş sabit ve özsel tözlerden ziyade, ilişki içinde beliren süreçsel farklılıklarla tanımlar. Bu yaklaşımda oluşun, özün kendi içinde tamamlanmış bir töz değil, sürekli olarak başka  kurduğu ilişkiler üzerinden anlam ve gerçeklik kazanan bir yapıdır. Bu anlamda fark, yalnızca bir farklılık belirtimi değil, bizzat oluşun meydana gelişinin ve sürekliliğinin zorunlu koşuludur.

Fark burada, rastlantısal bir nitelik değil, ontolojik bir ilkedir. Oluşun farklılaşması, onun kendi iç potansiyellerini dışa vurmasıdır. Bir oluş, başka bir oluşla karşılaşmadan da fark taşıyabilir; çünkü fark, şeylerin kendileriyle olan ilişkileri içinde de ortaya çıkabilir. Bu yönüyle fark, yalnızca dışsal karşıtlıkların değil, içkin dinamiklerin ürünüdür. Özne-nesne, iç-dış gibi dikotomilerin ötesinde bir fark anlayışı bu noktada belirir.

İlişki ve Oluş Felsefesi, bu içkin fark yapısını anlamak için sabitlikten çok gerilim, statiklikten çok dinamik oluş, özdeşlikten çok çoğulluk terimlerini temel alır. Bir oluş, sabit bir kimlik ya da töz olarak değil, farkların sürekli işlediği bir ağın düğüm noktasıdır. Bu anlamda, Fark ilişkiden kaynaklanan, oluşun imkânını sağlayan bir hâldir; ve her ilişki yeni bir fark üretir.

Bu yaklaşım, Gilbert Simondon’un bireyleşme kuramında güçlü bir karşılık bulur. Simondon’a göre bir varlık, baştan sona belirlenmiş bir özden değil, metastabil bir alan içinde doğan farkların işlenmesiyle ortaya çıkar. Burada bireyleşme, zaten var olan bir özün ortaya çıkışı değil, farkların transdüksiyon yoluyla gerilimli bir alanı yapılandırmasıdır. Transdüksiyon, farklılıkları ortadan kaldıran değil, onları işleyen ve bu işleyişle yeni bir birey düzeyi ortaya çıkaran bir süreçtir.

Simondon’un “pre-bireysel alan” kavramı, henüz bireyleşmemiş ama potansiyel farklarla dolu bir oluş alanını ifade eder. Farklar bu alanda birbirleriyle ilişki kurdukça bir bireyleşme süreci başlar. Bu, klasik anlamda bir sentez değil, farkların entegre edici bir yapısallık içinde yeniden örgütlenmesidir. Yani birey, farkların ortadan kaldırılmasıyla değil, farkların ilişki içinde yapılandırılmasıyla oluşur.

Bu perspektif, farkı sadece bir epistemolojik ayrım değil, bir ontolojik inşa unsuru olarak temellendirir. Fark, oluşun temelidir; ve bu oluş, her zaman ilişkisel bir dinamiğe dayanır. Sabitlik ve özdeşlik değil, fark ve ilişki belirleyicidir. İlişki durağan bir bütün değil, sürekli farklılaşarak kendini kuran bir ilişkisel sistemdir. Bu nedenle İlişki ve Oluş Felsefesi, farkı olumsuzlayan metafizik anlayışlara karşı bir kopuş noktası, ayrıca kendini ontolojiden ayıran devrim önerisidir.

Sonuç olarak, İlişki ve Oluş Felsefesi bağlamında fark yalnızca bir ayrım kategorisi değil; ilişkinin kendini gerçekleştirme modudur. Her ilişki, yeni bir fark üretir; her fark, yeni bir oluş doğurur. Fark ve ilişki iç içe geçmiş, birbirini mümkün kılan iki temel ilkedir. Bu bakış açısı, yalnızca metafizik düzlemde değil, etik, epistemolojik ve politik düzlemlerde de farkın yaratıcı, kurucu ve dönüştürücü rolünü tanımamızı sağlar.

5. Fark ve Etik: Olumsuzluk Değil, Potansiyel

Fark, sadece İlişkisel ve oluşsal bir ilke değil; aynı zamanda etik bir sorumluluk alanıdır. Her fark, bir karşılaşma imkânı taşır. Ancak bu karşılaşmanın nasıl yaşandığı, farkın dönüştürücü mü yoksa yıkıcı mı olacağını belirler. Farkın bastırılması, görmezden gelinmesi veya yok edilmesi, yalnızca ontolojik olarak değil, etik olarak da bir sapma yaratır. Çünkü fark bastırıldığında patolojiye, dışlandığında şiddete, yok sayıldığında ise hiçliğe yol açar.

Bu bağlamda etik, özdeşliklerin korunmasına değil, farkların işlenmesine ve yaşatılmasına dayanmalıdır. Etik olan, farkı eritmek ya da asimile etmek değil, onun varoluşuna saygı göstermek, onunla ilişki kurmak, onu anlamaya çalışmaktır. Bu nedenle fark, etik bir ötekinin değil, ilişkisel bir benliğin oluşum alanıdır.

Klasik etik sistemler çoğu zaman normatif özdeşlikler üzerine kurulmuştur: “iyi” olan, çoğunlukla belirli bir kimliğin, özün ya da düzenin korunmasıyla özdeşleştirilmiştir. Ancak ilişkisel fark etiği, iyiyi sabit bir özde değil, farkın işlenme tarzında bulur. Bu nedenle etik, sadece eylemde değil, ilişki kurma biçiminde, farklılıkla temas etme tarzında ortaya çıkar. Bu tarz, ötekiyle kurulan ilişkinin niteliğini belirler.

Farkla karşılaşmak, her zaman bir rahatsızlık yaratır; çünkü fark, bilinenin sınırlarını aşar, kimliğin kendine kapanmış konforunu sarsar. Ancak tam da bu sarsılma, etik sorumluluğun doğduğu yerdir. Bu bağlamda etik, farkla yüzleşmeyi ve bu yüzleşme anında doğan gerilimi dönüştürücü bir alana taşımayı gerektirir.

Etik sorumluluk, farklı olanın kabulüyle değil, onunla üretken bir ilişki kurma çabasıyla başlar. Bu, hoşgörü etiğini aşan bir yaklaşımı gerektirir: Hoşgörü, farkı tolere eder ama dönüştürmez; ilişkisel etik ise farkla birlikte dönüşmeyi hedefler.

Bu bağlamda etik, bir özdeşlik muhafazası değil, bir fark işletimi pratiğidir. Fark, yalnızca ontolojik bir veri değil, aynı zamanda etik bir sorudur: “Bu farkla ne yapacağım?” sorusu, hem benliği hem ilişkiyi hem de toplumsal yapıyı dönüştüren bir sorudur. Dolayısıyla etik, farkı görme, tanıma ve onunla birlikte var olma cesaretidir. Ve bu cesaret, hem bireysel hem kolektif düzeyde yeni oluşlara kapı aralar.

6. Fark ve Bilgi: Bilginin Ontolojik Kaynağı Olarak Fark

Fark yalnızca ontolojik ve etik düzeyde değil, aynı zamanda bilgi üretiminin de temelidir. Epistemoloji, geleneksel olarak bilgiyi doğruluk, temellendirme ve gerekçelendirme gibi kavramlar çerçevesinde ele almıştır. Ancak bu çerçeve, çoğu zaman bilgiyi sabit bir öz ya da evrensel bir yapı olarak görmeye meyillidir. Oysa bilgiyi mümkün kılan, sabitlik değil, farktır. Gözlem, ancak bir fark tespit edildiğinde anlamlı olur. Ölçüm, ancak bir değişimin ya da ayrımın saptanmasıyla gerçekleşebilir. Dolayısıyla fark, bilginin yalnızca konusu değil, kaynağıdır.

Bu çerçevede bilgi, verili bir dünyanın temsil edilmesi değil, farkların düzenlenmesidir. Bilgi üretimi, farkların kavranması, işlenmesi ve ilişkilendirilmesi sürecidir. Her gözlem, bir farkın algılanmasıdır. Her kavram, bir farkı sabitleme ve ifade etme çabasıdır. Bu nedenle bilgi, durağan bir yansıtma değil, ilişkisel bir inşa sürecidir.

Farkın bilgiyle olan ilişkisi, kuantum fiziğinden fenomenolojiye kadar birçok alanda yeniden düşünülmektedir. Kuantum ölçüm teorilerinde, bir sistemin hangi durumda olduğu değil, ölçümle birlikte hangi farkın belirdiği önemlidir. Ölçüm, farkı üretir; sistemin bilgisini açığa çıkarmaz, onunla kurulan ilişki üzerinden yeni bir fark yaratır. Fenomenolojide ise her bilinç deneyimi, bir farkın fenomenleşmesiyle başlar. Husserl’in intentionality (yönelmişlik) kavramı, bilincin her zaman bir şeye yönelmesi değil, bu yönelme sırasında bir farkı ayırt etmesiyle tanımlanır.

İlişkisel epistemoloji, bilgiyi nesnel ve değişmez bir temsilden ziyade, ilişki içindeki farkların anlamlı düzenlenmesi olarak görür. Bu bağlamda bilgi, öznel ya da nesnel bir mutlaklık değil, ilişkisel bir etkinliktir. Her bilgi, belirli bir bağlamda, belirli bir ilişkisellik içinde anlam kazanır. Bu da, bilgiyi sabit özlere değil, işleyen farklara dayandıran bir paradigma değişimini zorunlu kılar.

Bilgi üretimi sabitlikten değil, gerilimden doğar. Bilgi, bir farkın fark edilmesiyle, o farkın başka farklarla ilişkiye sokulmasıyla ve bu ilişkilerin belli bir biçimde düzenlenmesiyle ortaya çıkar. Bu anlamda her bilgi süreci, aynı zamanda bir bireyleşme sürecidir. Farkların organizasyonu, yalnızca bir düşünce eylemi değil, aynı zamanda bir varlık eylemidir. Bilmek, varlığın farkla temas ettiği, kendini farklılık üzerinden yeniden kurduğu bir etkinliktir.

Sonuç olarak, fark sadece bilginin nesnesi değil; bilmenin imkânı, bilgiselliğin yapısal koşuludur. Sabitlik bilgi doğurmaz; çünkü sabitlik fark üretmez. Fark ise yalnızca bilgi üretmekle kalmaz, aynı zamanda bilgiye bir etik, bir sorumluluk ve bir oluş boyutu da kazandırır. Bu nedenle ilişkisel epistemoloji, farkı yalnızca bilginin malzemesi değil, bilginin kendisi olarak tanımlar. Bilmek, farkla karşılaşmak, onunla ilişki kurmak ve bu ilişkiden yeni anlamlar üretmektir.

7. Sonuç: Farkın Ontolojisi, Geleceğin Dili Olarak İlişki

Klasik metafizik, varlığı sabit özler, evrensel ilkeler ve değişmeyen yapılar üzerinden temellendirmiştir. Bu anlayışta fark, ya bir sapma ya da bir geçiş evresi olarak düşünülmüş; asıl olanın, özdeşliğin ve birlik düşüncesinin yanında ikincil bir konumda kalmıştır. Ancak bu sabitlik merkezli yaklaşım, hem ontolojik olarak hem de epistemolojik ve etik olarak ciddi sınırlarla karşı karşıyadır. Çünkü oluşu, değişimi, yaratımı ve çoğulluğu açıklayamaz. Oysa fark, tam da bu alanların kurucu unsurudur.

Bu nedenle geleceğin düşüncesi, farkı olumsuzlayan metafiziklerin yerine, farkı varoluşun pozitif ve yapıcı ilkesi olarak konumlandıran bir ilişkisel ontolojiyi gerektirir. Bu ontoloji, sabit özlerin yerine sürekli oluşum halindeki fark alanlarını, bu alanların birbirleriyle kurduğu dinamik ilişkileri ve bu ilişkilerden doğan yapısal dönüşümleri temel alır. Artık varlık, kendinde tamamlanmış bir öz değil; sürekli fark üreten, ilişkilerle örülmüş bir akışkanlıktır.

İlişkisel ontolojide fark yalnızca ontolojik değil; aynı zamanda epistemolojik ve etik bir ilkedir. Bilmek, farkı algılamak ve ilişkilendirmektir; eylemek, farkla yüzleşmek ve onu dönüştürmektir. Fark artık yalnızca 'ne' olduğumuzu değil, 'nasıl' olduğumuzu da belirler. Kimlikler, sistemler, bilgi biçimleri ve etik konumlanışlar, farkla kurulan ilişki tarzlarına göre şekillenir. Bu anlamda fark, düşünmenin temelidir. Düşünce, farkla başlar; farkı işler; farktan yeni anlamlar üretir.

Bu bağlamda felsefe, sabit özlere dayalı kategorik düşünme biçimlerinden uzaklaşarak, farkı ve ilişkiselliği merkeze alan bir düşünsel dil inşa etmelidir. Geleceğin felsefesi, farkların dışlandığı, bastırıldığı, asimile edildiği değil; farkların tanındığı, işlendiği ve yaratıcı biçimde bir araya getirildiği bir felsefe olacaktır. Bu, yalnızca bir teorik yönelim değil, aynı zamanda etik ve politik bir çağrıdır: farkla yaşamak, farkla düşünmek, farkla var olmak.

Bu yazının başından beri savunduğumuz görüş, farkın yalnızca bir kavram değil, bir varlık kipliği olduğudur. Fark, sabitliğin karşıtı değil, yaşamın koşuludur. Her şeyin sabit olduğu bir dünyada bilgi, etik, oluş ve bireyleşme mümkün olmaz. İşte bu nedenle fark, çağdaş düşüncenin merkezine yerleştirilmesi gereken en temel ontolojik ilkedir. Fark, hem bir başlangıçtır hem bir süreç; hem bir gerilimdir hem bir imkân. Bu bağlamda felsefenin dili, artık özün değil, farkın dili olmalıdır. Gelecek, farkla konuşacaktır.

Camaron

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ROGER PENROSEYE İTİRAZLAR SERİSİ

İTİRAZ 1 iyide Sir (Roger Penrose) Mandelbrot kümesi doğada doğrudan bulunan bir küme değildir, evet, -Kıyı çizgileri (her ölçekte ben...