Sesli Dinlemek İçin Tıklayınız
Sabit Özden İliskiye Dayali Oluşa
1. Giris: Fark Neden İlişkiseldir?
Fark, Batı metafiziğinde uzun bir süre boyunca ikili karşıtlıkların bir türevi
olarak ele alınmış, çoğunlukla da olumsuzlanmıştır. Bu yaklaşım, özellikle
özcülük temelli düşünce sistemlerinde açıkça gözlemlenir. Platon’un idealar
kuramında fark, mutlak ve değişmez idea karşısında duyusal dünyanın sapması,
eksikliği ya da bozulmuş hali olarak değerlendirilmiştir. Bu bağlamda fark, bir
ilişki zemini değil, ideanın eksikliğini temsil eden bir tükenmişliktir.
Varlığın aslı olan idea, biricik gerçekliktir; ona uzaklık ise farktır. Böylece
fark, gerçekliğin azalmasıyla ilişkilendirilmiş ve ontolojik bir değer
taşımamıştır.
Aristoteles’te Platoncu aşkınlık yerini immanansa bıraksa da, öz-form ve madde
ayrımı farkı yine bir hiyerarşinin içine yerleştirir. Form, maddeye şekil veren
üst ilkedir; dolayısıyla fark, maddenin pasifliğinde değil, formun aktif
belirleyiciliğinde anlam kazanır. Bu bağlamda fark, özün kendi iç dinamizmiyle
değil, bir düzenin ya da teleolojinin sonucu olarak ortaya çıkar. Böylece yine
kendinde bir ilk ilke olmaktan uzaklaşır.
Descartes'ta bu anlayış, zihin ve beden düalizmiyle daha keskin bir ikiliğe
dönüşür. Burada fark, iki ayrı tözün -"res cogitans" ve "res
extensa"nın- birbirinden ayrı doğaları üzerinden tanımlanır. Fark,
doğrudan ayrılık ve zıtlık temelinde kurgulanır ve birliği tehdit eden bir
unsur olarak konumlandırılır. Bu anlayış, modern bilimsel epistemolojinin de
temellerinden biri hâline gelir.
Hegel ise farkı diyalektiğin itici gücü olarak kabul eder. Ancak onun
sisteminde fark, çelişki ve çatışma üzerinden bir senteze ulaşmak zorundadır.
Fark, ancak aşılması, kapsanması ve birliğe dönüştürülmesi koşuluyla anlam
kazanır. Yani fark burada da geçici bir aşama, bir zorunlu gerilim olarak yer
bulur, ama kendinde bir değer taşımaz; yalnızca Geist’in kendini gerçekleştirme
sürecinde bir araçtır.
Bütün bu geleneksel yaklaşımlar farkı, ya bir negatiflik ya da aşılması gereken
bir gerilim olarak konumlandırmıştır. Fark, ya özün sapmasıdır, ya da özün
önündeki engel. Bu bağlamda fark, hiçbir zaman kendinde bir başlangıç noktası,
bir oluş ilkesi ya da varlığın asli boyutu olarak görülmemiştir.
Oysa bu yazının temel tezi, farkın yalnızca epistemolojik bir ayrım ya da
mantıksal bir karşıtlık değil, bizzat ontolojinin ilk ilkesidir. Fark ilişkiden
kaynaklanan oluşun imkanını sağlayan bir haldir. Her oluş, bir farkın
içkinliğiyle mümkündür. Fark, sabit özlerin yokluğunda ortaya çıkan bir boşluk
değil; tam aksine, özün oluşmasını mümkün kılan dinamik ilişkidir. Bu nedenle
fark, salt karşıtlıkların sonucu olarak değil, ilişkisel yapının kendisi olarak
düşünülmelidir. Bu yazı, farkı tam da bu İlişki Felsefesi zemininde yeniden
kurmayı amaçlamaktadır: sabitlik yerine akış, öz yerine ilişki, birlik yerine
çoğulluk zemininde.
2. Farkın Olumsuzlanması: Tarihsel Bir
Eleştiri
Farkın olumsuzlanması, Batı düşünce tarihinde yalnızca bir metafizik eğilim
değil, aynı zamanda bir kültürel ve epistemolojik alışkanlıktır. Platon’dan
başlayarak, ideaların değişmezliğine ve birliğine duyulan özlem, farklılığı
kararsızlık, sapma, kusur ya da eksiklik olarak kodlamıştır. Bu tavır, yalnızca
felsefî değil, aynı zamanda politik, etik ve estetik düzeyde de derin izler
bırakmıştır. İdea'nın saflığına karşı duyusal dünyanın çokluğu ve değişkenliği bir
sorun, bir aşınma, bir yozlaşma biçiminde okunmuştur.
Bu yaklaşım, Hristiyanlıkla birlikte Tanrı’nın mutlaklığına bağlanarak teolojik
bir zemin de kazanır. Tanrısal öz sabit, değişmeyen, aşkın bir mutlaklıkken,
yaratılan varlıklar bu mutlağın gölgesinde yer alır ve farkları ancak bu
merkezî özle kıyaslanarak anlamlandırılır. Bu teolojik özcülük, Ortaçağ'dan
moderniteye taşınır ve modern felsefede seküler biçimlerde yeniden üretilir.
Modern dönemde, Descartes’tan Kant’a, Hegel’e kadar birçok düşünür farkı,
düşünmenin ya da bilginin ilerleyebilmesi için bir araç olarak görmüş; ancak bu
aracı, birliğe ve özdeşliğe ulaşmak adına bir geçiş fazı olarak
konumlandırmıştır. Kant’ta aklın çelişkileri, Hegel’de diyalektiğin momentleri
olarak fark, yine bir bütünlüğün hizmetindedir. Hegel’in sisteminde fark,
çelişkinin zorunlu ama aşılması gereken bir biçimidir. Her çelişki, Geist’in
daha yüksek bir senteze ulaşması için bir duraktır. Fark, burada geçici bir
merhaledir, kendi başına değil, yalnızca aşılmak için vardır.
Bu tarihsel bağlamda fark, ne etik bir ilke, ne de ontolojik bir ilksel güç
olarak tanınmıştır. Aksine, birliğin, özdeşliğin ve düzenin karşısında yer
alan, ancak o düzenin içinde eritilerek 'çözülmesi gereken' bir sorun olarak
değerlendirilmiştir. Ontolojide olduğu kadar epistemolojide de fark, bilgiyi
bozabilecek bir gürültü, bir belirsizlik, bir sapma olarak görülmüştür.
Tarihsel olarak farkın bu şekilde olumsuzlanması, yalnızca teorik bir yanılgı
değil, aynı zamanda varoluşsal bir bastırmadır. Fark, olanaklılık alanını
temsil ederken, özcülük bu alanı sabitleyerek hem düşünceyi hem de varlığı
sınırlamıştır. İşte bu nedenle farkın tarihsel olumsuzlanması, yalnızca bir
metafizik mesele değil; aynı zamanda etik, estetik ve politik düzeyde bir müdahale
olarak da görülmelidir.
Bu yazı, tam da bu olumsuzlanma geleneğine karşı farkı yeniden düşünmenin ve
kurucu bir unsur olarak kabul etmenin gerekliliğini savunur. Çünkü ancak farkın
olumlu bir ontolojik statü kazanmasıyla birlikte, çoğulluk, oluş, etkileşim ve
yaratım gibi kavramlar hak ettikleri kuramsal zemine kavuşabilirler.
3. Fark ve Dalga: Kuantum Ontolojisinden Bir Çıkarım
Modern fizik, klasik metafiziğin sabit öz anlayışına doğrudan bir meydan okuma
sunar. Özellikle kuantum mekaniği, varlığı sabit ve değişmez tözler olarak
değil, olasılıklar, dalgalanmalar ve etkileşimler bütünü olarak tanımlar. Bu
bağlamda bir parçacığın varlığı, yalnızca belirli bir konumda 'bulunma' haliyle
değil, dalga fonksiyonu ile temsil edilir. Dalga fonksiyonu, parçacığın her an
için alabileceği tüm olası konumların ve durumların genlikli bir ifadesidir. Bu
fonksiyonun yapısı, kendi içinde tepe ve çukur gibi genlik farkları barındırır.
Yani parçacık, sadece başka bir parçacıktan farkıyla değil, bizzat kendi içsel
dalga yapısında ortaya çıkan farkla tanımlanır.
Dalga fonksiyonundaki bu içkin farklılık, farkın yalnızca karşıtlık ya da
dışsal bir kıyaslama üzerinden değil, şeyin kendi iç yapısından, kendi kendine
ilişkili olma biçiminden doğabileceğini gösterir. Bu, aynı zamanda klasik
özcülüğün tam karşısında duran bir düşünceyi işaret eder: Varlık, bir özün
temsili değil; bir oluş süreci, bir içkin dalgalanmadır, bir ilişkidir. Her
tepe, bir çukuru; her genlik, bir olasılığı içerir. Bu yapı, farkın
'kendinde'liğini, yani başka bir şeye göre değil, kendiyle kurduğu ilişki
içinde var olabildiğini ortaya koyar.
Louis de Broglie'nin madde dalgası (u dalgası) kuramı ve Schrödinger'in dalga
mekaniği, bu anlayışı daha da derinleştirir. De Broglie'ye göre her parçacık
bir dalgaya eşlik eder ve bu dalga, parçacığın davranışını yönlendirir. Bu
eşlik eden yapı, parçacıkların sabit ve yerel varlıklar değil, sürekli bir
dalga alanının düğüm noktaları olduğunu gösterir. Schrödinger'in kuramında ise
dalga fonksiyonu, sistemin tamamına yayılır ve ancak bir ölçümle belirli bir
değere 'çöker'. Yani fark, sistemin kendi potansiyelleri içinde zaten vardır ve
ancak ilişkisel bir etkileşimle belirginleşir.
Bu perspektif, farkı İlişki ve Oluş Felsefesinin merkezine yerleştirir: Varlık,
dalga gibi salınan, değişen ve sürekli farklılaşan bir dinamik yapıdadır. Artık
fark, oluşun dışında kalan rastlantısal bir nitelik değil; oluşun kendisinin
imkânı hâline gelir. Klasik öz yerine, içkin farkın oluşturduğu bir 'süreçsel oluş'
düşüncesi ortaya çıkar. Bu da İlişki ve Oluşun fiziksel düzlemdeki
karşılığıdır.
Dolayısıyla kuantum fiziği, yalnızca fiziksel gerçeklik anlayışını değil, aynı
zamanda metafiziği de dönüştürme potansiyeline sahiptir. Farkın dalga
fonksiyonlarında içkin olarak yer alması, bize şunu söyler: Her oluş, kendi
içinde bir fark alanıdır. Ve bu fark, yalnızca başka bir oluşa göre değil,
bizzat kendiyle kurduğu ilişki içinde, sürekli olarak yeniden üretilir. Fark
artık dışsal değil, içsel; sabit değil, dinamik; edilgin değil, üretken bir
ilkedir.
4. İlişki ve Oluş Felsefesinde: Farkın
Pozitif Onto Gignesik Temeli
İlişki ve Oluş Felsefesinde, oluş sabit ve özsel tözlerden ziyade, ilişki
içinde beliren süreçsel farklılıklarla tanımlar. Bu yaklaşımda oluşun, özün
kendi içinde tamamlanmış bir töz değil, sürekli olarak başka kurduğu ilişkiler üzerinden anlam ve gerçeklik
kazanan bir yapıdır. Bu anlamda fark, yalnızca bir farklılık belirtimi değil,
bizzat oluşun meydana gelişinin ve sürekliliğinin zorunlu koşuludur.
Fark burada, rastlantısal bir nitelik değil, ontolojik bir ilkedir. Oluşun
farklılaşması, onun kendi iç potansiyellerini dışa vurmasıdır. Bir oluş, başka
bir oluşla karşılaşmadan da fark taşıyabilir; çünkü fark, şeylerin kendileriyle
olan ilişkileri içinde de ortaya çıkabilir. Bu yönüyle fark, yalnızca dışsal
karşıtlıkların değil, içkin dinamiklerin ürünüdür. Özne-nesne, iç-dış gibi
dikotomilerin ötesinde bir fark anlayışı bu noktada belirir.
İlişki ve Oluş Felsefesi, bu içkin fark yapısını anlamak için sabitlikten çok
gerilim, statiklikten çok dinamik oluş, özdeşlikten çok çoğulluk terimlerini
temel alır. Bir oluş, sabit bir kimlik ya da töz olarak değil, farkların
sürekli işlediği bir ağın düğüm noktasıdır. Bu anlamda, Fark ilişkiden
kaynaklanan, oluşun imkânını sağlayan bir hâldir; ve her ilişki yeni bir fark
üretir.
Bu yaklaşım, Gilbert Simondon’un bireyleşme kuramında güçlü bir karşılık bulur.
Simondon’a göre bir varlık, baştan sona belirlenmiş bir özden değil, metastabil
bir alan içinde doğan farkların işlenmesiyle ortaya çıkar. Burada bireyleşme,
zaten var olan bir özün ortaya çıkışı değil, farkların transdüksiyon yoluyla
gerilimli bir alanı yapılandırmasıdır. Transdüksiyon, farklılıkları ortadan
kaldıran değil, onları işleyen ve bu işleyişle yeni bir birey düzeyi ortaya
çıkaran bir süreçtir.
Simondon’un “pre-bireysel alan” kavramı, henüz bireyleşmemiş ama potansiyel
farklarla dolu bir oluş alanını ifade eder. Farklar bu alanda birbirleriyle
ilişki kurdukça bir bireyleşme süreci başlar. Bu, klasik anlamda bir sentez
değil, farkların entegre edici bir yapısallık içinde yeniden örgütlenmesidir.
Yani birey, farkların ortadan kaldırılmasıyla değil, farkların ilişki içinde
yapılandırılmasıyla oluşur.
Bu perspektif, farkı sadece bir epistemolojik ayrım değil, bir ontolojik inşa
unsuru olarak temellendirir. Fark, oluşun temelidir; ve bu oluş, her zaman
ilişkisel bir dinamiğe dayanır. Sabitlik ve özdeşlik değil, fark ve ilişki
belirleyicidir. İlişki durağan bir bütün değil, sürekli farklılaşarak kendini
kuran bir ilişkisel sistemdir. Bu nedenle İlişki ve Oluş Felsefesi, farkı
olumsuzlayan metafizik anlayışlara karşı bir kopuş noktası, ayrıca kendini ontolojiden
ayıran devrim önerisidir.
Sonuç olarak, İlişki ve Oluş Felsefesi bağlamında fark yalnızca bir ayrım
kategorisi değil; ilişkinin kendini gerçekleştirme modudur. Her ilişki, yeni
bir fark üretir; her fark, yeni bir oluş doğurur. Fark ve ilişki iç içe geçmiş,
birbirini mümkün kılan iki temel ilkedir. Bu bakış açısı, yalnızca metafizik
düzlemde değil, etik, epistemolojik ve politik düzlemlerde de farkın yaratıcı,
kurucu ve dönüştürücü rolünü tanımamızı sağlar.
5. Fark ve Etik: Olumsuzluk Değil, Potansiyel
Fark, sadece İlişkisel ve oluşsal bir ilke değil; aynı zamanda etik bir
sorumluluk alanıdır. Her fark, bir karşılaşma imkânı taşır. Ancak bu
karşılaşmanın nasıl yaşandığı, farkın dönüştürücü mü yoksa yıkıcı mı olacağını
belirler. Farkın bastırılması, görmezden gelinmesi veya yok edilmesi, yalnızca
ontolojik olarak değil, etik olarak da bir sapma yaratır. Çünkü fark
bastırıldığında patolojiye, dışlandığında şiddete, yok sayıldığında ise hiçliğe
yol açar.
Bu bağlamda etik, özdeşliklerin korunmasına değil, farkların işlenmesine ve
yaşatılmasına dayanmalıdır. Etik olan, farkı eritmek ya da asimile etmek değil,
onun varoluşuna saygı göstermek, onunla ilişki kurmak, onu anlamaya
çalışmaktır. Bu nedenle fark, etik bir ötekinin değil, ilişkisel bir benliğin
oluşum alanıdır.
Klasik etik sistemler çoğu zaman normatif özdeşlikler üzerine kurulmuştur:
“iyi” olan, çoğunlukla belirli bir kimliğin, özün ya da düzenin korunmasıyla
özdeşleştirilmiştir. Ancak ilişkisel fark etiği, iyiyi sabit bir özde değil,
farkın işlenme tarzında bulur. Bu nedenle etik, sadece eylemde değil, ilişki
kurma biçiminde, farklılıkla temas etme tarzında ortaya çıkar. Bu tarz,
ötekiyle kurulan ilişkinin niteliğini belirler.
Farkla karşılaşmak, her zaman bir rahatsızlık yaratır; çünkü fark, bilinenin
sınırlarını aşar, kimliğin kendine kapanmış konforunu sarsar. Ancak tam da bu
sarsılma, etik sorumluluğun doğduğu yerdir. Bu bağlamda etik, farkla yüzleşmeyi
ve bu yüzleşme anında doğan gerilimi dönüştürücü bir alana taşımayı gerektirir.
Etik sorumluluk, farklı olanın kabulüyle değil, onunla üretken bir ilişki kurma
çabasıyla başlar. Bu, hoşgörü etiğini aşan bir yaklaşımı gerektirir: Hoşgörü,
farkı tolere eder ama dönüştürmez; ilişkisel etik ise farkla birlikte dönüşmeyi
hedefler.
Bu bağlamda etik, bir özdeşlik muhafazası değil, bir fark işletimi pratiğidir.
Fark, yalnızca ontolojik bir veri değil, aynı zamanda etik bir sorudur: “Bu
farkla ne yapacağım?” sorusu, hem benliği hem ilişkiyi hem de toplumsal yapıyı
dönüştüren bir sorudur. Dolayısıyla etik, farkı görme, tanıma ve onunla birlikte
var olma cesaretidir. Ve bu cesaret, hem bireysel hem kolektif düzeyde yeni
oluşlara kapı aralar.
6. Fark ve Bilgi: Bilginin Ontolojik Kaynağı Olarak Fark
Fark yalnızca ontolojik ve etik düzeyde değil, aynı zamanda bilgi üretiminin de
temelidir. Epistemoloji, geleneksel olarak bilgiyi doğruluk, temellendirme ve
gerekçelendirme gibi kavramlar çerçevesinde ele almıştır. Ancak bu çerçeve,
çoğu zaman bilgiyi sabit bir öz ya da evrensel bir yapı olarak görmeye
meyillidir. Oysa bilgiyi mümkün kılan, sabitlik değil, farktır. Gözlem, ancak
bir fark tespit edildiğinde anlamlı olur. Ölçüm, ancak bir değişimin ya da
ayrımın saptanmasıyla gerçekleşebilir. Dolayısıyla fark, bilginin yalnızca
konusu değil, kaynağıdır.
Bu çerçevede bilgi, verili bir dünyanın temsil edilmesi değil, farkların
düzenlenmesidir. Bilgi üretimi, farkların kavranması, işlenmesi ve
ilişkilendirilmesi sürecidir. Her gözlem, bir farkın algılanmasıdır. Her
kavram, bir farkı sabitleme ve ifade etme çabasıdır. Bu nedenle bilgi, durağan
bir yansıtma değil, ilişkisel bir inşa sürecidir.
Farkın bilgiyle olan ilişkisi, kuantum fiziğinden fenomenolojiye kadar birçok
alanda yeniden düşünülmektedir. Kuantum ölçüm teorilerinde, bir sistemin hangi
durumda olduğu değil, ölçümle birlikte hangi farkın belirdiği önemlidir. Ölçüm,
farkı üretir; sistemin bilgisini açığa çıkarmaz, onunla kurulan ilişki
üzerinden yeni bir fark yaratır. Fenomenolojide ise her bilinç deneyimi, bir
farkın fenomenleşmesiyle başlar. Husserl’in intentionality (yönelmişlik)
kavramı, bilincin her zaman bir şeye yönelmesi değil, bu yönelme sırasında bir
farkı ayırt etmesiyle tanımlanır.
İlişkisel epistemoloji, bilgiyi nesnel ve değişmez bir temsilden ziyade, ilişki
içindeki farkların anlamlı düzenlenmesi olarak görür. Bu bağlamda bilgi, öznel
ya da nesnel bir mutlaklık değil, ilişkisel bir etkinliktir. Her bilgi, belirli
bir bağlamda, belirli bir ilişkisellik içinde anlam kazanır. Bu da, bilgiyi
sabit özlere değil, işleyen farklara dayandıran bir paradigma değişimini
zorunlu kılar.
Bilgi üretimi sabitlikten değil, gerilimden doğar. Bilgi, bir farkın fark
edilmesiyle, o farkın başka farklarla ilişkiye sokulmasıyla ve bu ilişkilerin
belli bir biçimde düzenlenmesiyle ortaya çıkar. Bu anlamda her bilgi süreci,
aynı zamanda bir bireyleşme sürecidir. Farkların organizasyonu, yalnızca bir
düşünce eylemi değil, aynı zamanda bir varlık eylemidir. Bilmek, varlığın
farkla temas ettiği, kendini farklılık üzerinden yeniden kurduğu bir
etkinliktir.
Sonuç olarak, fark sadece bilginin nesnesi değil; bilmenin imkânı,
bilgiselliğin yapısal koşuludur. Sabitlik bilgi doğurmaz; çünkü sabitlik fark
üretmez. Fark ise yalnızca bilgi üretmekle kalmaz, aynı zamanda bilgiye bir
etik, bir sorumluluk ve bir oluş boyutu da kazandırır. Bu nedenle ilişkisel
epistemoloji, farkı yalnızca bilginin malzemesi değil, bilginin kendisi olarak
tanımlar. Bilmek, farkla karşılaşmak, onunla ilişki kurmak ve bu ilişkiden yeni
anlamlar üretmektir.
7. Sonuç: Farkın Ontolojisi, Geleceğin Dili
Olarak İlişki
Klasik metafizik, varlığı sabit özler, evrensel ilkeler ve değişmeyen yapılar
üzerinden temellendirmiştir. Bu anlayışta fark, ya bir sapma ya da bir geçiş
evresi olarak düşünülmüş; asıl olanın, özdeşliğin ve birlik düşüncesinin
yanında ikincil bir konumda kalmıştır. Ancak bu sabitlik merkezli yaklaşım, hem
ontolojik olarak hem de epistemolojik ve etik olarak ciddi sınırlarla karşı
karşıyadır. Çünkü oluşu, değişimi, yaratımı ve çoğulluğu açıklayamaz. Oysa
fark, tam da bu alanların kurucu unsurudur.
Bu nedenle geleceğin düşüncesi, farkı olumsuzlayan metafiziklerin yerine, farkı
varoluşun pozitif ve yapıcı ilkesi olarak konumlandıran bir ilişkisel
ontolojiyi gerektirir. Bu ontoloji, sabit özlerin yerine sürekli oluşum
halindeki fark alanlarını, bu alanların birbirleriyle kurduğu dinamik
ilişkileri ve bu ilişkilerden doğan yapısal dönüşümleri temel alır. Artık
varlık, kendinde tamamlanmış bir öz değil; sürekli fark üreten, ilişkilerle
örülmüş bir akışkanlıktır.
İlişkisel ontolojide fark yalnızca ontolojik değil; aynı zamanda epistemolojik
ve etik bir ilkedir. Bilmek, farkı algılamak ve ilişkilendirmektir; eylemek,
farkla yüzleşmek ve onu dönüştürmektir. Fark artık yalnızca 'ne' olduğumuzu
değil, 'nasıl' olduğumuzu da belirler. Kimlikler, sistemler, bilgi biçimleri ve
etik konumlanışlar, farkla kurulan ilişki tarzlarına göre şekillenir. Bu
anlamda fark, düşünmenin temelidir. Düşünce, farkla başlar; farkı işler;
farktan yeni anlamlar üretir.
Bu bağlamda felsefe, sabit özlere dayalı kategorik düşünme biçimlerinden
uzaklaşarak, farkı ve ilişkiselliği merkeze alan bir düşünsel dil inşa
etmelidir. Geleceğin felsefesi, farkların dışlandığı, bastırıldığı, asimile
edildiği değil; farkların tanındığı, işlendiği ve yaratıcı biçimde bir araya
getirildiği bir felsefe olacaktır. Bu, yalnızca bir teorik yönelim değil, aynı
zamanda etik ve politik bir çağrıdır: farkla yaşamak, farkla düşünmek, farkla
var olmak.
Bu yazının başından beri savunduğumuz görüş, farkın yalnızca bir kavram değil,
bir varlık kipliği olduğudur. Fark, sabitliğin karşıtı değil, yaşamın
koşuludur. Her şeyin sabit olduğu bir dünyada bilgi, etik, oluş ve bireyleşme
mümkün olmaz. İşte bu nedenle fark, çağdaş düşüncenin merkezine yerleştirilmesi
gereken en temel ontolojik ilkedir. Fark, hem bir başlangıçtır hem bir süreç;
hem bir gerilimdir hem bir imkân. Bu bağlamda felsefenin dili, artık özün
değil, farkın dili olmalıdır. Gelecek, farkla konuşacaktır.
Camaron
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder