Sesli Dinlemek İçin Tıklayınız.
Giriş:
Felsefe tarihinde temsil kavramı, bilginin ve
düşüncenin merkezinde yer almıştır. Temsil, bir şeyin başka bir şey
aracılığıyla ifade edilmesi ya da gösterilmesi anlamına gelir. Yani bir öz
vardır ve temsil eden, bu özü olduğu gibi aktarır. Bu anlayış, özün sabit ve
değişmez olduğu varsayımına dayanır.
Buradaki sorun şudur:
Gerçekten sabit bir öz var mı? Yoksa varlık, ilişkiler ağı içinde sürekli
oluşan ve değişen bir şey mi?
İlişki ve Gerçekleşme Felsefesi bu soruya farklı bir
cevap verir. Bu bakışa göre varlık, sabit bir öz değildir. O, ilişkiler içinde
her an yeniden kurulur. Gerçeklik, bağımsız ve değişmez bir şey olarak değil;
ilişkiler, etkileşimler ve ölçümlerle ortaya çıkan bir süreç olarak vardır.
Bu açıdan bakıldığında, temsil kavramı gerçekliği yanlış bir
şekilde sabitler. Gerçeği dondurur ve aşkın bir öz gibi gösterir. Oysa
gerçeklik, her karşılaşmada, her ilişkide yeniden kurulur.
Bu yüzden klasik temsil anlayışını bir kenara bırakmak
gerekir. Onun yerine gerçekleşme kavramını koyduğumuzda, varlığın canlı
ve sürekli değişen doğasını daha iyi anlarız.
Gerçeklik temsil edilebilecek bir şey değil; ilişkiler
içinde her an yeniden ortaya çıkan bir gerçekleşme sürecidir. Varlık durağan
değil, sürekli gerçekleşen bir akıştır.
Temsilin Sınırları:
Temsil kavramı, kendi içinde sabit bir öz varsayımını taşır.
Temsil edilen şey, sanki ilişkilerden bağımsız, kendi başına var olan ve
değişmeyen bir gerçeklikmiş gibi kabul edilir. Temsil eden ise bu değişmez özü
yalnızca yansıtır, onun gölgesi olur. Bu anlayışta temsil, bir şeyi olduğu gibi
aktardığını iddia eder; fakat aslında temsil edilenin, sabit ve aşkın bir
gerçeklik olduğuna dair bir inancı gizlice içinde barındırır.
Oysa İlişki ve Gerçekleşme Felsefesi bambaşka bir şey
söyler:
Varlık, sabit ve değişmez bir öz değil; ilişkiler içinde sürekli ortaya çıkan,
dönüşen ve yeniden kurulan bir süreçtir. Bu bakış açısından temsil, gerçekliği
olduğu gibi aktaran bir araç değil, sürecin yalnızca belli bir kesitini dondurma
edimidir.
Temsil, hareket halindeki bir nehrin fotoğrafını çekmek
gibidir. Fotoğraf, o anı yakalar ama nehrin akışını göstermez. Yani, süreci
görmezden gelir, onu dondurur ve sabitlemeye çalışır. Bu yüzden temsil kavramı,
gerçeğin tamamını değil, sadece sürecin geçici bir görüntüsünü verir.
Süreç ise durağan bir fotoğraf değil, akıp giden bir
ilişkiler ağıdır. İlişkisel ontolojiye göre, her şey ancak bu akışta, yani
gerçekleşme sürecinde vardır. Bu nedenle temsil, varlığı açıklamak yerine, onun
dinamik doğasını perdeleyen bir yanılsama haline gelir.
Gerçekleşme: Yeni Ontolojik Çerçeve:
Gerçekleşme, temsilin sınırlarını aşan ve varlığı
daha doğru kavramamızı sağlayan bir anlayıştır. Temsil, sabit bir özün var
olduğu ve onun yansıtıldığı fikrine dayanırken, gerçekleşme bu sabitlik fikrini
tamamen reddeder.
İlişki ve Gerçekleşme Felsefesi’ne göre, gerçeklik hiçbir
zaman ilişkilerden ve etkileşimlerden bağımsız var olmaz. Gerçekleşme,
ölçümle, etkileşimle ve karşılaşmalarla ortaya çıkar. Ölçüm yapılmadan,
ilişki kurulmadan, etkileşim yaşanmadan “orada” olduğu söylenen bir gerçeklik,
sadece soyut bir varsayımdır.
Bu çerçevede gerçekleşme, varlığın dinamik doğasını
anlamamızı sağlar. Çünkü:
- Gerçeklik
bağımsız bir öz değil, ilişkiler aracılığıyla her an kurulan bir süreçtir
yani GERÇEKLEŞMEDİR.
- Varlık
durağan bir yapı değil, sürekli yeniden şekillenen bir gerçekleşme halidir.
- Bilgi
sabit bir şeyin temsili değil, bu süreçte ortaya çıkan ve sürecin
kendisini dönüştüren bir ilişkidir.
Temsil, süreci dondurur; bir kesit alır ve onu “gerçek” diye
sunar. Oysa gerçekleşme, sürecin kendisine bakmamızı sağlar. Gerçeklik, bir kez
olup bitmiş bir şey değil; her karşılaşmada, her ölçümde, her etkileşimde
yeniden kurulan bir akıştır.
Bu nedenle ilişkisel ontolojide temsil değil, gerçekleşme
vardır.
Varlık, bir kez tanımlanıp sabitlenebilecek bir şey değil; her an ilişkiler
içinde yeniden doğan bir süreçtir.
Gerçekleşme, varlığı durağan bir nesne olmaktan çıkarır ve
onu canlı, sürekli dönüşen, ilişkilerle var olan bir oluş olarak kavramamıza
imkân tanır.
Elçi Örneği: Temsil mi, Gerçekleşme mi?
Bu örnek, temsil ile gerçekleşme arasındaki farkı
somutlaştırmak için çok açıklayıcıdır.
Klasik anlayışta elçi, kralın temsilcisidir. Bu
bakışa göre kral, değişmeyen bir özdür; elçi ise yalnızca bu özün yerine
konuşur. Elçi, kralın kendisi değildir, sadece kralın yetkisini taşıyan bir
aracıdır. Temsil edilen (kral) ile temsil eden (elçi) arasında açık bir ayrım
vardır. Temsil, özün gölgesini taşır ama özün kendisi değildir.
İlişki ve Oluş Felsefesi ise olaya farklı bakar. Bu
yaklaşımda kral, sabit bir öz değil, ilişkiler içinde sürekli kurulan bir
varlıktır. Elçi, kralın sadece bir yansıması değil, kralın başka bir bağlamda
gerçekleşme biçimidir. Kral, elçi aracılığıyla o ilişkide aktif olarak
vardır. Kralın varlığı, sarayda olduğu kadar elçinin konuştuğu mekânda da
ilişki üzerinden gerçekleşir.
Bu bakış açısı bize şunu gösterir:
- Kralın
varlığı, tek ve değişmez bir özden ibaret değildir.
- Onun
varlığı, farklı bağlamlarda farklı şekillerde ortaya çıkar.
- Her
ilişki, kralın varlığını yeniden kurar ve dönüştürür.
Dolayısıyla elçi, kralın sabit özünü taşımakla kalmaz;
kralın başka bir yerde, başka bir ilişki ağında gerçekleşmesini sağlar. Bu
örnek, temsilin sınırlarını gösterirken, gerçekleşmenin dinamik doğasını açığa
çıkarır.
Sabit bir özden bahsedilemez. Kral bile, her bağlamda
ilişkiler aracılığıyla farklı şekilde gerçekleşir. Bu da temsil yerine
gerçekleşme kavramının çok daha doğru olduğunu gösterir.
Özün Dağılışı ve Dönüşüm
Kral örneğini daha derinlemesine düşündüğümüzde, burada
sadece bir unvandan değil, sürekli değişen bir varlıktan söz ettiğimizi
görürüz. Kralın kim olduğunu belirleyen şey, yalnızca onun “kral” sıfatı
değildir. Onun yaşadığı deneyimler, aldığı kararlar, duygusal halleri, içinde
bulunduğu tarihsel ve toplumsal bağlam, kurduğu ilişkiler ve hatta çevresindeki
insanlarla etkileşimi, kralın varlığını her an yeniden şekillendirir.
Bu süreç, kralın varlığının hiçbir zaman sabit olmadığını
açıkça ortaya koyar. “Kral” sıfatı dilde sabit gibi görünse de, bu sıfatın
taşıdığı içerik, zamanla sürekli değişir. Bugün ile yarın arasındaki kral bile
aynı değildir; her yeni ilişki ve her yeni deneyim, onu yeniden kurar.
Bu durum, klasik metafiziğin öz kavramını geçersiz kılar.
Çünkü öz, sabit, değişmez ve ilişkilerden bağımsız bir şey olarak tanımlanır.
Oysa burada gördüğümüz, öz diye düşündüğümüz şeyin aslında sürekli dönüşen bir
süreç olduğudur.
İlişki ve Oluş Felsefesine göre varlık, durağan bir öz
değil; ilişkilerin, etkileşimlerin ve karşılaşmaların içinde her an yeniden
ortaya çıkan sürekli bir gerçekleşmedir.
Dolayısıyla kral örneği bize şunu açıkça gösterir: Sabit öz yoktur, yalnızca
ilişkilerin içinde varlığını yeniden kuran dinamik bir gerçekleşme vardır.
Aşkınlık Yanılsaması
İnsanlık, uzun bir süre boyunca tarihin belli bir noktasında
yaşanan olayların değişmez ve mutlak hakikatler olduğuna inanmıştır. Bu inanç,
olayların kendi başına, ilişkilerden ve zamandan bağımsız olarak varlığını
sürdüren bir öz taşıdığı fikrine dayanır. Böyle bir bakış, olayları dondurur;
onları zamanın akışından, ilişkilerin etkisinden koparır. Bu da aşkın bir
gerçeklik anlayışını besler.
Aşkınlık fikri, hakikatin ilişkilerden bağımsız, “orada bir
yerde” değişmeden duran bir öz olduğunu varsayar. Oysa bu, büyük bir
yanılsamadır. Çünkü hiçbir olay, hiçbir varlık, ilişkilerden bağımsız bir
şekilde var olamaz. Her şey, ilişkilerle ve etkileşimlerle anlam kazanır.
İlişki ve Gerçekleşme felsefesi bu yanılsamayı kırar.
Gerçeklik, aşkın bir öz yoktur; o, ilişkiler ağı içinde sürekli yeniden ve
yeniden gerçekleşen bir süreçtir. Bir olay, farklı bağlamlarda, farklı
ilişkiler aracılığıyla her defasında yeni bir şekilde ortaya çıkar. Geçmiş
bile, sabit bir hakikat olarak değil; bugünkü ilişkilerimiz ve bakış
açılarımızla yeniden gerçekleşen bir süreç olarak vardır.
Bu noktada hakikat de farklı bir anlam kazanır. Artık
o, değişmez bir öz değil; sürekli gerçekleşen bir ilişkiler bütünüdür. Her yeni
karşılaşma, her yeni yorum, her yeni bağlam hakikati yeniden kurar.
Aşkınlık, sabit bir gerçeklik diktesidir halbuki olan şey
sürekli bir gerçekleşmedir. Hakikat, durağan bir öz değil; gerçekleşmenin ta
kendisidir.
Hafıza ve Tarih: Yeniden Gerçekleşen Alanlar
Hafıza çoğu zaman geçmişi saklayan bir depo gibi düşünülür.
Sanki yaşanmış olaylar, zihnimizde olduğu gibi korunur ve gerektiğinde açığa
çıkarılır. Oysa bu, hafızanın doğasını yanlış anlamaktır. Hafıza, geçmişin
sabitlenmiş bir kaydı değil; hatırlama anında yeniden kurulan dinamik bir
süreçtir. Her hatırlama, geçmişi olduğu gibi geri getirmez; onu yeniden
inşa eder, yeniden yorumlar. Bu yüzden geçmiş, hafızada bile sabit değildir;
her hatırlamada farklı bir şekilde gerçekleşir.
Aynı durum tarih için de geçerlidir. Çoğu zaman
tarih, olmuş bitmiş olayların değişmez bir kaydı olarak görülür. Ancak
ilişkisel bakış açısı, tarihi bambaşka bir şekilde anlamamızı sağlar. Tarih,
olayların kendisi değil; bu olaylarla kurduğumuz karşılaşmaların her defasında
yeniden gerçekleşmesidir. Bir olay, ancak onunla ilişki kurulduğunda bizim
dünyamızda var olur.
Bu noktada sürekli verdiğim İstanbul’un fethi örneği
çok açıklayıcıdır. Eğer bir insan, bu olayla ilgili hiçbir bilgiye sahip
değilse, onun dünyasında İstanbul’un fethi diye bir olay gerçekleşmemiştir.
Olay, bu kişi için ancak bir öğretmen, bir kitap, bir film ya da bir sohbet
aracılığıyla karşılaştığında gerçekleşmeye başlar. Bu karşılaşma, yalnızca
zihinsel bir bilgi edinme değildir; aynı zamanda biyolojik bir süreçtir. Öğrenme,
beynin yeni sinaptik bağlantılar kurması ve yeniden şekillenmesidir.
Dolayısıyla hafıza ve tarih, sabit değil; sürekli yeniden
kurulan, ilişkilerle yeniden ortaya çıkan alanlardır. Her hatırlama, geçmişi
yeniden gerçekleştirir. Her öğrenme, tarihin yeniden var olmasıdır.
Geçmiş dediğimiz şey bile, kendi başına var olan bir öz
değil; şimdi ile kurduğumuz ilişki sayesinde her defasında yeniden gerçekleşen
bir süreçtir.
Gerçek Yerine Sürekli Gerçekleşme
Bu ontolojik bakışa göre, “gerçek” diye sabit, değişmez ve
kendi başına var olan bir şeyden söz edilemez. Gerçeklik, durağan bir öz değil,
ilişkiler içinde her an yeniden ortaya çıkan bir süreçtir. Bu nedenle gerçek,
tamamlanmış bir varlık değil; sürekli bir gerçekleşmedir.
Her şey, her an ilişkiler aracılığıyla yeniden kurulur.
Varlık, bir özle değil, ilişkilerle var olur. Bu karşılaşmalar, varlığı sürekli
dönüştürür ve yeniden gerçekleştirir. Dolayısıyla gerçeklik, sabit bir noktada
değil; akışın, ilişkinin ve etkileşimin tam ortasında bulunur.
Bu bakış açısı, geçmiş, hafıza, tarih ve bilgi anlayışımızı
da değiştirir.
- Geçmiş,
olmuş bitmiş bir şey değil; her hatırlamada yeniden kurulan bir ilişkidir.
- Hafıza,
olayların sabit bir kaydı değil; hatırlama anında geçmişi yeniden inşa
eden bir süreçtir.
- Tarih,
değişmez bir olaylar dizisi değil; bugünle kurduğumuz ilişkiler üzerinden
her defasında yeniden gerçekleşir.
- Bilgi
ise sabit doğruların toplamı değil; etkileşimler aracılığıyla oluşan ve
her yeni ilişkiyle değişen bir yapıdır.
Sonuç olarak, bu ontolojide gerçek yerine sürekli
gerçekleşmeden söz etmek gerekir.
Çünkü varlık, sabitlenmiş bir öz değil; ilişkilerin sürekliliği içinde her an
yeniden doğan, yeniden kurulan ve asla tamamlanmayan bir süreçtir.
Sonuç: Temsilin Çöküşü, Gerçekleşmenin Yükselişi
Temsil kavramı, yüzeyde masum bir şekilde bir şeyi başka bir
şey aracılığıyla ifade etmek gibi görünür. Ancak derinlemesine incelendiğinde,
bu kavramın gizlice aşkın bir öz varsaydığını görürüz. Temsil, varlığı sabit,
değişmez ve ilişkilerden bağımsız bir “öz” olarak konumlandırır. Bu özün
gölgesini ya da yansımasını aktardığını iddia eder. Böylece temsil, gerçekliğin
ilişkisel doğasını gizler ve onu dondurur.
Oysa gerçekleşme, tam tersine, ilişkilerin kendisini
ortaya çıkarır. Gerçekleşme, varlığı bir özden değil, ilişkilerin
sürekliliğinden doğan bir akış olarak kavrar. Varlık, her an kurulan, her an
yeniden ortaya çıkan bir süreçtir. Bu süreçte ne sabit bir öz, ne de donmuş bir
hakikat vardır; yalnızca ilişkilerin yarattığı canlı, dinamik bir oluş vardır.
Bu bakış açısı, evrene de yeni bir gözle bakmamızı sağlar.
Evren, sabit ve değişmez bir bütün değil; sürekli ilişkisel etkileşimlerle
kurulan, her an yeniden gerçekleşen bir ağdır. Atomlardan galaksilere,
canlılardan bilinçli varlıklara kadar her şey, bu ilişkisel gerçekleşmenin
farklı biçimleridir.
Sonuç olarak:
Temsilin özcü mantığı çökerken, gerçekleşme anlayışı yükselir.
Gerçeklik, temsil edilecek bir şey değil; bizzat ilişkilerin akışı içinde her
an yeniden doğan bir süreçtir.
Evrenin kendisi, baştan sona, kesintisiz bir gerçekleşmedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder