27 Haziran 2025 Cuma

ÖZNE-NESNE İLİŞKİSİ, TANIMLAMA SÜRECİ VE İKTİDAR:

Sesli Dinlemek İçin Tıklayınız

1. GİRİŞ: Özne ve Nesne Ayrımının Epistemolojik Temelleri:

Modern felsefi düşüncenin temel yapıtaşlarından biri, özne ve nesne arasındaki ikili ayrımdır. Bu ayrıma göre özne, bilen, anlam yükleyen, çözümleyen ve sınıflandıran aktif konumdaki varlıktır; nesne ise bilinen, çözümlenen, tanımlanan ve anlam atanan edilgen konumdaki varlıktır. Bu yapı, Descartes’ın cogito’sundan başlayarak, Kant’ın transandantal estetik ve analitik düzenlemelerine, hatta pozitivist bilim anlayışına kadar geniş bir yelpazede etkili olmuştur.

Bu ayrım epistemik düzlemde ilk bakışta tarafsız bir bilgi üretim modeli gibi görünse de, aslında bilgi üretimini yöneten hiyerarşik ve asimetrik bir ilişki biçimi kurar. Özne, nesneyi anlamlandırma yetkisini elinde bulundurarak onu hem kategorize eder hem de üzerinde tahakküm kurar. Bilgi, bu yapıda bir temsil ilişkisine dayanır: Öznenin zihninde kurulan düşünsel tasvir, nesnel gerçekliği ifade etme iddiasındadır. Ancak bu temsil ilişkisinde özne her zaman etkin, nesne ise edilgen konumdadır. Bu nedenle bilgi, sadece nesneye dair bir açıklama değil, aynı zamanda nesneye yöneltilmiş bir güç kullanımına dönüşür.

Bu asimetrik yapı, özellikle postyapısalcı ve ilişkisel ontolojilerde yoğun bir eleştiriye tabi tutulmuştur. Bilgi üretiminin iktidarla olan içsel bağı, klasik özne-nesne ayrımının bilgi rejimlerini şekillendiren tahakküm ilişkilerinin ideolojik aracı olduğunu belirtmiştir. Karen Barad’ın ifadesiyle, özne ve nesne birbirinden bağımsız varlıklar değildir; bilgi, bu ikisi arasındaki ilişkisel süreçlerin sonucudur. Dolayısıyla klasik düşüncede özne-nesne ayrımı üzerine kurulan epistemoloji, hem metodolojik olarak yanıltıcı hem de ontolojik olarak indirgemeci bir zemin üzerine kuruludur.

Bu bağlamda, tanım ve bilgi üretimi süreçleri sadece bilişsel değil, aynı zamanda etik ve politik eylemlerdir. Her tanım bir sınır çizer, her bilgi bir konum alır ve bu konumlanış özne ile nesne arasındaki iktidar dengesini derinleştirir. Yazının devamında bu ikili ayrımın tanım üretimindeki yansımaları ve ilişkisel düşüncenin sunduğu alternatif yaklaşım derinlemesine tartışılacaktır.

2. KLASİK TANIM ANLAYIŞI VE SABİT ÖZ VARSAYIMI:

Klasik Batı felsefesinde tanım, özellikle Aristoteles’le birlikte sistematik bir biçim kazanmıştır. Aristoteles’in "tür ve ayrım" (genus et differentia specifica) formülasyonu, tanımı bir varlığın ne olduğuna dair özsel belirlenim olarak kurar. Buna göre bir şeyi tanımlamak, onu ait olduğu türe yerleştirerek ve bu tür içindeki özgül farkını belirleyerek onun özünü açığa çıkarmak anlamına gelir. Bu anlayış, tanımı yalnızca nesnenin görünüşünü değil, onun zorunlu ve değişmez özünü dile getiren bir bilgi formu olarak değerlendirir.

Ne var ki bu yaklaşım, tanımı zaman dışı, bağlamdan kopuk ve sabit bir yapı olarak ele alır. Bu bağlamda tanım, nesnenin ilişkisel bağlamı, tarihsel süreci ve oluşsal dinamikleri göz ardı edilerek yapılır. Nesne, oluş halindeki bir gerçeklik değil, sabit ve değişmez bir öz olarak kabul edilir. Bu sabitleme, özneyi tanımlayıcı, nesneyi ise tanıma nesnesi olarak konumlandıran hiyerarşik bir bilgi düzeni yaratır. Böylece tanım, sadece bilgilendirici değil, aynı zamanda normatif ve denetleyici bir işleve bürünür.

Sabit öz varsayımı, yalnızca ontolojik bir indirgemecilik değil, aynı zamanda epistemolojik bir kapalılık üretir. Bu varsayım, nesneleri kendi iç ilişkilerinden ve bağlamsal farklılıklarından soyutlayarak evrensel ve değişmez tanımlara dönüştürür. Ancak böyle bir evrensellik iddiası, hem deneyimsel çeşitliliği hem de varoluşun çoğulluğunu görmezden gelir. Tanımların bu şekilde sabitlenmesi, onların her zaman belirli bir iktidar konumundan, belirli bir bilgi rejimi içinden üretildiği gerçeğini gizler.

Sonuç olarak, klasik tanım anlayışı, görünüşte nötr ve evrensel bilgi üretme işlevi görürken, aslında hem eksik hem de çoğu zaman iktidar yüklüdür. Bu nedenle tanımların nesnel bilgi değil, belirli bir perspektiften yüklenen anlamlar olduğu yani iktidar tarafından nesnelleştirildiği kabul edilmelidir. Bu noktada ilişkisel ontoloji ve süreç felsefesi, tanımı sabit özler yerine ilişkiler, farklar ve oluşlar üzerinden yeniden düşünmeye çağırır.

3. TANIMLAMA SÜRECİNİN EKSİKLİĞİ VE YANILSAMA OLARAK BİLGİ:

Tanımlama eylemi, çoğu zaman bilgi üretiminin nötr bir aracı gibi sunulsa da, gerçekte ilişkisel ve dinamik bir gerçekliği sabitlemeye yönelik müdahaledir. Bir nesneyi tanımlamak, onu kendi bağlamı, tarihsel devinimi ve ontolojik ilişkileri içinden çekip alarak, sabit bir kavramsal çerçeveye yerleştirmek anlamına gelir. Bu işlem, nesneyi yalnızca zaman içinde dondurmaz; aynı zamanda onun farklarını, potansiyellerini ve çoklu ilişkiselliğini görünmez kılar.

Tanım, bu yönüyle, gerçekliğin bir “an”da kesilerek alınmış bir enstantanesi gibidir. Tıpkı hareket halindeki bir varlığın fotoğrafının o varlığı temsil edememesi gibi, tanımlar da varlığın süregiden oluşunu temsil etmekte yetersiz kalır. Gerçeklik akışkan, değişken ve farklarla örülüyken, tanım sabit, özcü ve kategorik bir yapı önerir. Bu nedenle, tanımlar doğaları gereği eksiktir: Gerçeğin yalnızca dar bir kesitini sunar ve geri kalanını siler.

Bu eksiklik, yalnızca temsil sorunundan ibaret değildir; aynı zamanda epistemolojik bir yanılsama üretir. Çünkü tanım, kendisini hakikatin bilgisi gibi sunar. Ancak burada olan, aslında hakikat değil, anlam atamasıdır. Tanımda özne, nesneye bir ad, bir sınır, bir öz yükler. Böylece bilgi gibi görünen şey, aslında belirli bir konumdan yapılmış bir anlamlandırma olur. Bilgi her zaman iktidarın süzgecinden geçer; tanım da bu iktidarın en rafine araçlarından biridir.

İlişkisel ontoloji perspektifinden bakıldığında, bilgi, öznenin nesneye bir anlam ve buna bağlı tanım ataması değil, ilişkiler içinde doğan ve sürekli yeniden biçimlenen bir oluş sürecidir. Simondon’un bireyleşme kuramı burada aydınlatıcıdır: Bir şey yalnızca belirli sabit formlarla değil, onunla ilişkili olduğu süreçlerin dinamikleriyle anlaşılabilir. Dolayısıyla tanım, bilgiyi temsil etmez; yalnızca o andaki bir ilişkisel pozisyonu dile getirir. Bu da tanımı bir bilgi biçiminden çok, geçici ve bağlamsal bir anlamlandırma eylemi olarak yeniden konumlandırmayı gerektirir.

Sonuç olarak, tanımlama süreci, varlığı açıklamaktan çok, onu belirli bir çerçeveye zorlayarak sınırlandırır. Bu nedenle tanım, ontolojik olarak bastırıcı, epistemolojik olarak indirgemeci ve etik olarak sorumluluk yüklü bir eylemdir. Bilginin gerçek anlamda açığa çıkması, tanımın sınırlarının ve iktidar işlevinin farkına vararak, anlamı yeniden ve çoklu ilişkiler içinde kurmayı gerektirir.

4. ÖZNE-NESNE İLİŞKİSİ VE İKTİDAR:

Modern bilgi kuramlarının çoğu, bilgiyi öznenin nesne üzerindeki bir tür kavrayışı olarak kurgular, hatta özne kendini nesne üstünden ifade eder. Bu kurgunun merkezinde, bilgiyi üreten, organize eden ve tanımlayan etkin bir özne ile, bilgiyi alan, düzenlenen, yorumlanan ve çoğu zaman edilgenleştirilen bir nesne yer alır. Bu bağlamda özne-nesne ilişkisi, yalnızca epistemolojik bir kurgu değil, aynı zamanda derin bir iktidar ilişkisi üretir. Bilgi-iktidar ilişkisi, bu iktidar yapısını görünür kılan en güçlü teorik çerçevelerden biridir.

Bilgi, nesneleri pasif şekilde "keşfetmek" suretiyle değil, onları belli rejimlerde üretmek, düzenlemek ve kontrol etmek suretiyle oluşur. Her bilgi alanı, belli nesneler yaratır; delilik, suç, cinsellik ya da hastalık gibi kategoriler, doğrudan gözlemlenen veriler değil, söylemsel pratiklerin ürünüdür. Bu bağlamda özne, sadece gözlemleyen değil, nesneleri tanımlayan, sınırlarını belirleyen, onları konuşulabilir kılan bir düzenleyici olarak karşımıza çıkar. Böylece bilgi, masum bir yansıma değil; iktidarın doğrudan bir aracına dönüşür.

Özne-nesne ayrımı içerisinde özneye atfedilen bu kurucu rol, nesneye dair her bilgiyi öznenin perspektifinden kurulu bir anlam atamasına dönüştürür. Tanımlayan özne, nesneyi yalnızca anlamlandırmakla kalmaz, aynı zamanda onu sabitler, sınırlar ve belirli bir konumda tutar. Bu süreçte nesne, kendi ilişkisel doğasından soyutlanarak, öznenin anlam dünyasına hapsedilir. Böylece tanımlanan nesne, epistemolojik olarak indirgenmiş ve ontolojik olarak edilgenleştirilmiş olur.

Bilgi-iktidar ilişkileri burada kritik bir rol oynar: Bilgi, iktidarın yalnızca destekçisi değil, bizzat onun işleyiş biçimidir. Özne, nesne üzerinde sadece bir kavramsallaştırma değil, bir disiplin mekanizması da uygular. Bu nedenle her tanım, aynı zamanda bir sınır çizme, bir dışlama ve bir normalleştirme işlemidir. Psikiyatrik tanılar, biyolojik cinsiyet tanımları, kültürel normlar gibi birçok yapı, bu türden iktidar mekanizmalarının ürünüdür.

İlişkisel ontolojinin bu çerçeveye getirdiği eleştiri oldukça radikaldir. Özne ile nesne arasında kurulan tek yönlü hiyerarşik yapının yerine, karşılıklı ve etkileşimsel bir süreç modeli önerilir. Burada bir ilişki ağı içinde, tanıtıcı kendini tanımlar ve karşısındaki bu tanıtımdan bir tanım geliştirir. Dikkat ederseniz, burada bir süreç söz konusudur; tanım ve bilgi, bu karşılıklı ilişki içinde oluşan etkileşimli süreçte ortaya çıkar. Böyle bir kurulumda iktidar ilişkisi değil, farkın kabulü vardır. Bilgi, özne-nesne bağlamındaki hiyerarşik iktidar ilişkisinden değil, karşılaşmanın kendisinin taşıdığı ilişkisel yapının açığa çıkardığı süreçte doğar. Karen Barad’ın “etkenlik” (agentiality) kavramı da bu bağlamda özne-nesne ayrımını bulanıklaştırır ve bilgi üretimini, ilişkilerin kendisine içkin bir edim olarak tanımlar.

Bu nedenle, klasik özne-nesne ayrımı yalnızca kavramsal bir çerçeve değil, aynı zamanda etik ve politik sonuçları olan bir epistemolojik rejimdir. Tanım yapan özne, tanımlanan nesne üzerinde yalnızca bilgi değil, norm ve sınır da üretir. Bu da özne-nesne ilişkisini yalnızca bilme eylemi değil, aynı zamanda iktidar ve tahakküm ilişkisi haline getirir.

5. İLİŞKİSEL ONTOLOJİ VE TANIMIN AŞILMASI:

İlişkisel ontoloji, klasik felsefenin özne-merkezli ve sabit öz temelli bilgi anlayışına radikal bir eleştiri yöneltir. Simondon’un bireyleşme kuramı, Deleuze’ün fark ontolojisi ve Karen Barad’ın etkenlik (agential realism) yaklaşımı gibi çağdaş düşünsel yönelimler, özne-nesne ayrımını aşarak bilgi, varlık ve anlamı ilişki içinde yeniden düşünmenin yollarını ararlar. Bu çerçevede bilgi, sabit ve aşkın bir öznenin dışsal nesneler üzerindeki temsil etkinliği olmaktan çıkar; aksine, ilişkiler içindeki karşılıklı etkileşimlerin ve birlikte oluşun süreğen bir sonucu olarak kavranır.

Simondon’un bireyleşme kuramı, varlığı sabit ve tamamlanmış bir özden ziyade, oluş halindeki bir süreç olarak ele alır. Varlık, bir farklılaşma dinamiği içinde, gerilimlerin çözülmesiyle bireyleşir. Bu dinamikte tanım, nesnenin ne olduğu hakkında nihai bir belirleme değil; o anda sürmekte olan oluş sürecinin geçici bir düğümlenmesidir. Bu yaklaşımda tanım, yalnızca nesneye ait değil; nesneyle kurulan ilişkinin konfigürasyonuna bağlı olarak belirir. Dolayısıyla tanım, mutlak değil bağlamsal, sabit değil geçici, özsel değil ilişkisel bir nitelik kazanır.

Benzer şekilde Deleuze, özdeşlik ilkesine dayanan klasik tanım anlayışına karşı çıkarak, farkı ve tekrarın farklılığını ontolojinin merkezine yerleştirir. Bir şeyi tanımlamak, onun sabit bir kimliğini saptamak değil; onun farkını, sürekliliğini ve oluş içindeki yönünü anlamaktır. Tanım bu bakış açısından yalnızca ontolojik değil, etik bir eylemdir: Farkı bastıran değil, farkın sürekliliğine duyarlı bir konumlanıştır.

Karen Barad ise bilgi üretiminin özne-nesne ayrımına değil, fenomenolojik bağlamda “içkin ilişkisel düzenekler”e dayandığını öne sürer. Ona göre bilgi, bir varlığın diğerine yönelik gözlemi değil, varlıkların karşılıklı olarak birbirlerini kurduğu bir etkileşim alanıdır. Tanım, bu anlamda bilgi üretiminin son ürünü değil; ilişkisel etkenliğin (agential intra-action) bir biçimidir. Dolayısıyla tanımın kendisi de bir etkileşim ürünüdür ve bu nedenle sabit bilgi nesnesi değil, etik sorumluluk içeren bir anlam pozisyonu olarak görülmelidir.

Bu düşünsel çerçevede tanım, klasik epistemolojide olduğu gibi bir “öz bilgisi” değil, etik-politik bir ilişki biçimidir. Tanımlayan özne, artık dışarıdan bakan ve bilgi dayatan konumda değildir; tanımın ortaya çıktığı ilişkisel ağın bir parçasıdır. Tanım bu nedenle bir hüküm cümlesi değil, bir açıklık, bir duyarlılık ve bir karşılıklılık eylemidir.

Sonuç olarak, ilişkisel ontoloji tanımın sabitleyici ve iktidar içeren doğasını aşarak, tanımı anlamın oluş süreci içindeki geçici bir eşik olarak kavrar. Bu eşik, yalnızca varlığı açıklamakla kalmaz; onunla ilişki kurmanın, onu dönüştürmenin ve ondan etkilenmenin alanını da açar. Böylelikle tanım, bilgi değil; ilişki, sorumluluk ve açıklık içinde doğan bir anlamlanma edimine dönüşür.

6. SONUÇ: TANIMLARIN YIKIMI, ANLAMIN YENİDEN KURULUŞU:

Klasik felsefi geleneğin özne-merkezli ve sabit öz temelli bilgi anlayışı, tanımı hem bilişsel bir araç hem de bir iktidar mekanizması olarak işler hale getirmiştir. Bu anlayışta tanım, gerçekliği temsil eden nötr bir açıklama olmaktan çok, nesneleri belirli sınırlar içine hapsetmeye ve onlar üzerinde epistemik tahakküm kurmaya yarayan bir norm koyma aracına dönüşmüştür. Ancak bu dönüşüm, tanımın bilgi üretimi açısından taşıdığı varsayımsal nötrlüğü sorgulanabilir hale getirir. Tanım, bu yönüyle epistemolojik bir indirgemecilik, etik bir dışlayıcılık ve ontolojik bir sabitleme aracı haline gelir.

İlişkisel ontoloji ise bu çerçeveyi kökten reddederek, bilgi, varlık ve anlamın sabit özlere değil, dinamik ilişkiler ağına dayandığını savunur. Bu yaklaşımda tanım, öznenin nesneye hükmettiği bir bilgi formu değil; varlıklar arası etkileşimde doğan geçici ve bağlamsal bir anlam oluşumudur. Bilgi, özne ile nesne arasındaki tek yönlü bir aktarımdan değil, karşılıklı açıklık ve etkileşimden beslenen çok katmanlı bir süreçten doğar.

Bu nedenle tanımların yıkımı, yalnızca kavramsal bir temizlik değil, aynı zamanda etik ve politik bir sorumluluktur. Tanımı sabitleyen, farkı bastıran ve ilişkileri dışlayan bilgi rejimlerinin sona erdirilmesi, anlamın yeniden, daha açık, çoğul ve etik bir zeminde kurulmasının ön koşuludur. Tanım, artık bilgiye dair mutlak bir hüküm değil; anlamın doğuşuna katkı sağlayan ilişkisel bir eşik olarak yeniden düşünülmelidir.

Bu perspektiften bakıldığında, tanım yapmak bir anlam kurma edimi olmaktan çok, bir ilişki kurma sorumluluğudur. Her tanım, yalnızca bir nesne hakkında değil, o nesneyle kurulan ilişki ve bu ilişkinin etik-politik bağlamı hakkında da konuşur. Bu anlamda tanımın yıkılması, bilgiye ulaşmanın önünde bir engel değil; bilginin çoğulluğu, açıklığı ve sürekliliği içinde daha derin bir anlama doğru atılmış yaratıcı bir adımdır. İlişkisel ontoloji, tanımı hüküm değil, açıklık; sabitlik değil, fark; temsil değil, etkileşim olarak yeniden kurar. Böylece anlam, yalnızca kavranan değil, birlikte inşa edilen, birlikte dönüştürülen bir alan haline gelir.

Camaron

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ROGER PENROSEYE İTİRAZLAR SERİSİ

İTİRAZ 1 iyide Sir (Roger Penrose) Mandelbrot kümesi doğada doğrudan bulunan bir küme değildir, evet, -Kıyı çizgileri (her ölçekte ben...