1.
GİRİŞ
Determinizm ve onunla iç içe
geçmiş nedensellik anlayışı, yalnızca bilimsel teorilerin değil, aynı zamanda
felsefi sistemlerin, etik yaklaşımların ve teolojik spekülasyonların da yapı
taşlarından biri olmuştur. Özellikle modern bilimin doğuşuyla birlikte, 17. ve
18. yüzyıllarda klasik determinizm ve onunla paralel gelişen natüralist dünya
görüşü, evrenin işleyişine dair oldukça katı ve kapalı sistemler önermiştir. Bu
sistemler, evrende olup biten her şeyin önceden belirlenmiş, değiştirilemez
neden-sonuç zincirleriyle açıklanabileceğini ve doğanın işleyişinin mutlak
bilgiyle çözülebileceğini varsayan güçlü bir metafizik zemine dayanır.
Bu çerçevede determinizm,
yalnızca fiziksel olayların açıklanmasında bir yöntem değil, aynı zamanda
varlığın doğasına dair kapsamlı bir iddia olarak ortaya çıkar. Buna göre
evrendeki tüm olaylar, daha önceki koşullar tarafından zorunlu olarak
belirlenir ve bu belirlenmişlik, doğa yasalarının evrensel geçerliliğiyle
desteklenir. Rastlantı ise bu modele göre gerçek bir oluş biçimi değil,
yalnızca insan bilgisinin eksikliğinden doğan bir yanılsamadır. Nedensellik bu
bağlamda evrensel, mutlak ve zamansal olarak tek yönlü bir süreçtir: geçmiş
geleceği zorunlu olarak belirler.
Öte yandan natüralizm,
doğaüstü ya da aşkın hiçbir varlık ya da gücün doğanın işleyişine müdahale
etmediğini, tüm var olanların yalnızca fiziksel yasalar ve doğal süreçlerle
açıklanabileceğini ileri sürer. Bu bakış açısı, Tanrı fikrini epistemik olarak
gereksiz ve metodolojik olarak işlevsiz kabul eder. Böylece determinizm ve
natüralizm birleşerek, Tanrı’nın, iradenin ve yaratılışın evren modelinden
dışlandığı bir dünya görüşü inşa eder.
Ancak bu yazının temel amacı,
klasik determinizm ile natüralizmin yalnızca aşkınlığı dışlayan değil, aynı
zamanda içerdiği bazı varsayımlar aracılığıyla farkında olmadan bir tür
"yaratılış" fikrine nasıl zemin hazırladığını ortaya koymaktır. Çünkü
bu düşünce sistemlerinin birçoğu, mutlak bir başlangıç noktası, tümüyle
belirlenmiş bir yapı ve kapalı bir sistem tasavvuru içinde hareket eder. Bu
yapıların ontolojik olarak içerdiği bu "başlangıç fikri", görünüşte
Tanrı’yı dışlarken, fiilen bir yaratılış modelini zımnen kabul etme tehlikesi
taşır. Dolayısıyla bu çalışma, klasik determinizm ve natüralizmin içerdiği
felsefi çelişkileri hem tarihsel hem de bilimsel temellerle tartışmaya açmayı,
bunun yerine ilişkisel ontoloji ve potansiyel temelli bir nedensellik anlayışı
önermeyi amaçlamaktadır.
- KLASİK
DETERMiNiZMİN KURAMSAL ÇERÇEVESİ
2.1 Determinizmin Tanımı ve Epistemolojik Zemini
Determinizm, evrende meydana gelen tüm olayların,
öncesinde var olan koşullar tarafından zorunlu olarak belirlendiğini savunan
kapsamlı bir metafizik ve epistemolojik yaklaşımdır. Bu anlayış, doğada görünen
her oluşumun, yeterli bilgi ve hesaplama gücü sağlandığında açıklanabileceğini;
herhangi bir belirsizliğin ise yalnızca bilgi eksikliğinden kaynaklandığını
ileri sürer. Determinizm, evreni bir neden-sonuç zinciri içinde düşünür: her
olay bir öncülün zorunlu sonucudur. Bu çerçevede gerçeklik, mutlak olarak
belirlenmiş, değişmez bir yapılar bütünü olarak kavranır.
Determinist dünya görüşü, özellikle klasik fizik
anlayışında derin bir sistematik kazandı. Bu görüşe göre, eğer bir gözlemci
evrenin tüm parçacıklarının konumlarını, hızlarını ve aralarındaki
etkileşimleri tam olarak bilebilseydi, o zaman geçmiş ve gelecek, aynı
kesinlikle hesaplanabilir hâle gelirdi. Bu modelin felsefi zirvesi,
Pierre-Simon Laplace tarafından ortaya atılan ünlü "Laplace’ın Cini"
metaforuyla temsil edilir. Laplace’a göre böyle bir "üstün bilinç"
var olsaydı, evrendeki hiçbir şey bu varlığın bilgisi dışında kalamazdı. Bu
görüş, yalnızca fiziksel olayları değil, insan düşüncesi, iradesi ve ahlaki
kararları da deterministik yasalarla açıklama iddiasındadır.
Bu modelin dayandığı temel varsayımlar şunlardır:
Başlangıç koşulları eksiksiz bilinebiliyorsa,
evrende geleceğe dair hiçbir belirsizlik kalmaz; tüm olaylar hesaplanabilir
hâle gelir.
Doğa yasaları evrensel, değişmez ve sabittir; bu
yasalar zaman ve mekân fark etmeksizin aynı şekilde işler.
Epistemik belirsizlik, ontolojik belirsizliği
temsil etmez; yani bilinemezlik, doğanın yapısından
değil, gözlemcinin bilgisizliğinden kaynaklanır.
Bu yaklaşıma göre, rastlantı ya da özgürlük gibi görünen
olgular, yalnızca karmaşık sistemlerin sonucu olan görünüşlerdir. Gerçekte
doğa, mutlak bir neden-sonuç düzeni içerisinde işler; hiçbir olay
kendiliğinden, amaçsız ya da belirsiz değildir.
Ancak bu determinist çerçeve, yalnızca fiziksel bir dünya
görüşü olarak değil, aynı zamanda doğanın bütünüyle bilinebilirliğine duyulan
epistemolojik iyimserliğin bir yansımasıdır. Bu iyimserlik, insan aklının
evrendeki tüm düzeni çözüp kontrol edebileceği varsayımı üzerine kuruludur.
Determinizm, bu anlamda yalnızca doğayı betimlemeyi değil, ona hükmetmeyi de
amaçlayan bir bilgi politikasının zeminidir.
Fakat 20. yüzyılın başlarından itibaren gelişen kuantum
mekaniği, kaos teorisi ve kompleks sistemler kuramı, bu mutlak determinizm
anlayışına ciddi darbeler indirmiştir. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi, Bell
eşitsizliklerinin ihlali ve kuantum dolanıklık gibi fenomenler, yalnızca
gözlemcinin değil, doğanın kendisinin de ontolojik olarak belirsizlik
taşıdığını göstermiştir. Bu gelişmeler, determinizmin temel epistemolojik
varsayımlarını sorgulanır kılmış; belirlenmişlik yerine potansiyellik, kesinlik
yerine olasılık, tekillik yerine ilişkisellik gibi kavramların ön plana çıktığı
yeni bir ontoloji anlayışının önünü açmıştır.
Dolayısıyla klasik determinizm, salt mekanik bir kurgu
değil; fakat aynı zamanda, insanın evrene bakışını yönlendiren bir düşünsel
altyapı olarak artık yeniden değerlendirilmek zorundadır. Bu değerlendirme, hem
bilimsel ilerlemelerin sunduğu yeni gerçeklik algısı hem de felsefi derinlikte
oluşan ilişkisel ontoloji ihtiyacı tarafından zorunlu kılınmaktadır.
2.2 Newton’dan Laplace’a:
Mekanik Determinizmin Zirvesi
Isaac Newton’un doğa anlayışı, determinizmin tarihsel
gelişiminde mihenk taşı niteliği taşır. Newton, evreni mekanik bir yapı olarak
kavrar; tüm fiziksel nesnelerin belirli yasalar doğrultusunda, nedensel
zincirler halinde hareket ettiğini ileri sürer. Onun sisteminde, doğa büyük bir
saat gibi işler: bir kez kurulmuş, başlangıç koşulları belirlenmiş ve artık dış
müdahaleye gerek kalmadan kendi düzeni içinde işlemeye bırakılmıştır. Newton
fiziğinde zaman mutlak ve doğrusal, mekân ise sabit bir zemin olarak tanımlanır.
Bu görüşe göre evrendeki her olay, belirli kuvvetlerin etkisiyle oluşur ve bu
etkiler, matematiksel formüllerle öngörülebilir niteliktedir.
Newton’un formüle ettiği Hareket Yasaları, determinist
çerçevenin temellerini oluşturur:
Birinci Yasa (Eylemsizlik):
Dışarıdan bir kuvvet etki etmediği sürece, cisimler hareketlerini sabit hızla
sürdürür.
İkinci Yasa (F=m×a):
Kuvvet, kütle ile ivmenin çarpımına eşittir.
Üçüncü Yasa (Etki-Tepki): Her
etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır.
Bu yasalar, doğanın tam anlamıyla matematiksel olarak
modellenebileceğini ve bu modelleme sayesinde evrendeki tüm fiziksel süreçlerin
kesinlikle öngörülebileceğini ileri sürer. Newton’un bu yaklaşımı, sadece
fiziksel sistemler için değil, zamanla insan zihni, toplumsal düzen ve hatta
ahlaki kararlar için de uygulanabilir bir model olarak görülmüştür.
Bu mekanik evren tasarımı, 18. yüzyılda Pierre-Simon
Laplace tarafından daha da radikalleştirilmiş ve epistemolojik determinizmin
simgesi hâline getirilmiştir. Laplace’ın geliştirdiği düşünsel varlık –
sonradan “Laplace’ın Cini” olarak adlandırılan – evrendeki tüm parçacıkların
konumlarını ve hızlarını bilen, doğa yasalarına tam anlamıyla vakıf bir zihin
olarak kurgulanmıştır. Laplace şöyle der:
“Eğer bir zihin evrendeki tüm parçacıkların belirli bir
andaki konumlarını, hızlarını ve tüm doğa yasalarını bilseydi, geçmişi de
geleceği de aynı kesinlikle hesaplayabilirdi.”
Laplace’ın Cini, yalnızca bir fiziksel modelleme ideali
değil; aynı zamanda pozitivist bilimin mutlak bilgiye ulaşabileceğine olan
inancının en uç ifadesidir. Bu görüşe göre:
Olasılık, sadece bilgisizlikten ibarettir.
Rastlantı, insan aklının sınırlı kavrayışının
bir ürünüdür.
Belirsizlik, doğaya değil gözlemcinin
yetersizliğine aittir.
Bu nedenle, Laplace’ın evren modeli yalnızca fiziksel
determinizmin değil, aynı zamanda total bir bilgi ideolojisinin ifadesi hâline
gelir. Evren, yeterince güçlü bir hesaplama kapasitesiyle tamamen anlaşılabilir
ve kontrol edilebilir bir sistemdir.
Ancak bu model, aynı zamanda felsefi ve teolojik düzeyde
de önemli etkiler yaratmıştır. Tanrı kavramının doğaya müdahalesine ihtiyaç
bırakmayan bu sistem, natüralizmin yükselişine epistemik zemin sağlar. Nitekim
Laplace’ın Napolyon’a verdiği ünlü yanıt, bu epistemik devrimin ifadesidir: “Bu
varsayıma (Tanrı’ya) ihtiyaç duymadım.”
Bununla birlikte, 20. yüzyılda gelişen kuantum mekaniği,
kaos teorisi ve kompleks sistemler bilimi, Laplace’ın bu mutlak öngörü modeline
ciddi eleştiriler getirmiştir. Kuantum dünyasında ölçüm süreci sonuçları
etkiler, yani doğa sadece gözlemlenen değil, gözlemle birlikte oluşan bir
gerçekliktir. Ayrıca Bell eşitsizliklerinin ihlali ve Zeilinger’in deneyleri,
doğada yerel ve belirlenmiş gizli değişkenlerin olamayacağını göstererek
Laplaceçı modelin temellerini epistemolojik olduğu kadar ontolojik olarak da sarsmıştır.
Sonuç olarak Newton’dan Laplace’a uzanan mekanik
determinizm anlayışı, modern bilimin ilk büyük dünya görüşü modelidir. Ancak bu
modelin varsayımları – mutlak zaman, kapalı evren, evrensel öngörü – günümüz
bilimsel gerçekliğinde yerini çok daha dinamik, olasılıksal ve ilişkisel bir
evren tasarımına bırakmak zorunda kalmıştır.
- LAPLACE’IN
CİNİ VE NATÜRALİST EVREN ANLAYIŞI
3.1 Cinin Metaforik Gücü
Pierre-Simon Laplace’ın 19. yüzyıl başlarında
geliştirdiği “Laplace’ın Cini” metaforu, mekanik determinizmin hem
epistemolojik hem de ontolojik iddialarının en yoğun ifadesini temsil eder. Bu
hayali varlık, evrendeki tüm parçacıkların konumunu ve hareketini aynı anda
bilen, dolayısıyla geçmişi ve geleceği mutlak kesinlikle hesaplayabilen bir
zihindir. Laplace’ın şu sözleri bu görüşü kristalize eder:
“Evrenin herhangi bir andaki tüm kuvvetlerini ve tüm
nesnelerin konumlarını bilen bir zihin, geçmişi de geleceği de aynı kesinlikle
hesaplayabilir.”
Bu metafor, sadece fiziksel dünyanın tam
öngörülebilirliğini değil, aynı zamanda bilginin mutlaklaştırılabileceği
düşüncesini de içerir. Laplace’ın cini, bilginin doğayı tümüyle kuşatabileceği
bir ideal olarak karşımıza çıkar. Ancak bu ideal, aynı zamanda bilginin
sınırlarını, bilme kapasitemizin mutlaklıkla kurduğu ilişkideki zaafları da
görünür kılar.
Laplace’ın cini gerçek bir varlık değildir; onun gücü
epistemiktir ve bu güç, bilginin tüm potansiyellerine duyulan inancı simgeler.
Ancak bu düşünsel yapı, her şeyi bilen bir zihnin varlığına dayandığı ölçüde,
aslında determinizmin metafizik temellerini gözler önüne serer. Zihin,
nesneleri yalnızca gözlemleyen değil, aynı zamanda tüm neden-sonuç zincirlerini
bir bütün hâlinde kavrayan bir konuma yerleştirilir. Bu ise determinizmi
yalnızca fiziksel bir yasa sistemi değil, aynı zamanda mutlak bir bilgi düzeni
olarak sunar.
Bu yaklaşım, insan özgürlüğü, belirsizlik ve yaratıcılık
gibi olgulara yer bırakmayan bir evren tahayyülünü de beraberinde getirir.
Laplace’ın cini, doğayı kapalı ve tek anlamlı bir sistem olarak tahayyül ettiği
için, rastlantıyı ve belirsizliği bilgi eksikliğiyle özdeşleştirir. Bu
özdeşlik, modern bilimsel gelişmelerin ortaya koyduğu olasılıksallık, kaos ve
kuantum belirsizlikleri karşısında giderek sorgulanır hâle gelmiştir.
Dolayısıyla cinin metaforik gücü, modern determinizm
eleştirilerinde bir dönüm noktasıdır. Onun imkânsızlığı, bilginin sınırlılığı
kadar, doğanın da mutlak ve tekil bir düzen içinde işleyemeyeceği fikrini
beraberinde getirir. Böylece cin, determinizmin entelektüel sınırlarını aşma
çabasının hem simgesi hem de krizidir.
3.2 Sayılabilirlik ve
Kapanış Sorunu
Laplace’ın Cini, evrenin tüm parçalarının, yasalarının ve
etkileşimlerinin belirli, sabit ve sayılabilir olduğu varsayımına dayanır. Bu
modelde evren, kapalı ve tamamlanmış bir sistem olarak düşünülür. Bu sistemdeki
tüm değişkenler bir tür “bilgi envanteri”ne dahil edilebilir ve yeterli
hesaplama gücüne sahip bir zihin, bu verilerden hareketle geçmişi de geleceği
de kesinlikle belirleyebilir.
Ancak bu varsayım, modern fizik ve kozmoloji tarafından
temelden sarsılmıştır. Kuantum mekaniğinde Heisenberg’in belirsizlik ilkesi,
bir parçacığın konumu ve momentumunun aynı anda kesin olarak bilinmesinin
imkânsız olduğunu gösterir. Bu, Laplace’ın Cini’nin gerektirdiği bilgi
mutlakiyetine doğrudan bir meydan okumadır. Aynı şekilde, kaos teorisinde
başlangıç koşullarına duyarlılık, çok küçük farklılıkların bile sistemin uzun
vadeli davranışlarını radikal biçimde değiştirebileceğini ortaya koyar. Bu da belirlenebilirlik
varsayımının pratikte işlemediğini gösterir.
Daha derin bir felsefi problem ise “sayılabilirlik”
sorunudur. Eğer evrenin yapıtaşları sürekli (continuum) bir doğaya sahipse, bu
durumda evrenin olası durumları sonsuz alt küme içerir. Böyle bir durumda örnek
uzay, sayılabilir olmaktan çıkar ve klasik determinist sistemin öngörülmesini
sağlayan tüm matematiksel temeller çöker. Laplace’ın Cini’nin çalışabilmesi
için, evrenin tüm olası durumlarının kapalı bir sistemde sonlu ya da en azından
sayılabilir biçimde listelenebilmesi gerekir. Ancak modern fiziğin verileri,
evrenin açık uçlu, sürekli ve kendini tamamlamamış bir yapıya sahip olduğunu
göstermektedir.
Bu bağlamda, evrenin ne epistemolojik ne de ontolojik
düzeyde kapalı bir sistem olarak anlaşılması mümkün görünmemektedir. Laplace’ın
Cini yalnızca bir bilgi idealini değil, aynı zamanda varlık hakkındaki kapalı
ve mutlak bir anlayışı da temsil eder. Bu idealin çökmesi, bilginin olduğu
kadar varlığın da tamamlanamaz olduğuna işaret eder.
Dolayısıyla sayılabilirlik ve kapanış sorunu, yalnızca
determinizmin sınırlarını değil, aynı zamanda modern düşüncenin bilginin
doğasına ilişkin temel varsayımlarını da yeniden gözden geçirmemizi zorunlu
kılar.
3.3
Başlangıç Noktası ve Ontolojik Eşitlik
Laplaceçı determinizmin
üzerine inşa edildiği düşünsel zeminlerden biri, evrenin herhangi bir başlangıç
noktasından itibaren kesinlikle belirlenmiş bir gelişim çizgisi izlediği
varsayımıdır. Bu varsayım, başlangıcın varlığını ve mahiyetini sorgulamadan kabul
eder. Ancak eğer evrenin bir başlangıcı varsa — ister bir kozmolojik olay,
ister termodinamik bir asimetri, isterse fiziksel sabitlerin ortaya çıkışı
şeklinde olsun — o zaman bu başlangıcın “nedeni”ni sormak felsefi olarak
kaçınılmaz hale gelir.
İşte bu noktada iki temel
açıklama biçimi devreye girer: Tanrısal (teistik) açıklama ve natüralist
açıklama. İlki başlangıcı aşkın bir akılla, mutlak bir iradeyle
temellendirirken; ikincisi, başlangıcın doğa yasalarının içkin süreçlerinden
türediğini savunur. Ancak bu iki açıklama da, doğrudan gözleme ya da deneysel
doğrulamaya değil, metafizik öncüllere dayanır. Dolayısıyla başlangıcın
“neden”i sorulduğunda, hangi açıklamanın tercih edildiği bir bilgi meselesi
değil, bir metafizik seçimin ürünüdür.
Bu nedenle, yalnızca
natüralist açıklamayı dayatmak ya da yalnızca Tanrısal açıklamayı mutlak doğru
kabul etmek, felsefi açıdan indirgemeci ve dogmatik bir tavırdır. Her iki
yaklaşım da aynı düzeyde ontolojik varsayımlar içerir; her ikisi de gözlemle
değil, yorumla işler. Ontolojik eşitlik ilkesi gereği, bu hipotezlerin her
biri, eşit mesafede değerlendirilmelidir. Bilimsel olarak bu açıklamalar
spekülatif düzlemde kalırken, felsefi tartışmalar için meşru zeminler
oluşturur.
Dolayısıyla başlangıç sorusu,
yalnızca bir kozmoloji ya da fizik sorusu değil, aynı zamanda derin bir
ontolojik ve epistemolojik tartışma alanıdır. Bu soruya verilen cevaplar,
yalnızca evrenin ne olduğu değil, bizim neyi bilmeye hazır olduğumuzla da ilgilidir.
- SIFIR
OLASILIKTA GERÇEKLEŞME VE ONTOLOJİK AÇIKLIK
4.1 Sürekli Olasılık Uzaylarında Gerçekleşme
Sürekli olasılık uzayları, klasik determinist görüşün
ötesine geçerek, rastlantısallık ve belirsizlik üzerine temellenmiş bir
gerçeklik modeline işaret eder. Bu tür uzaylarda, sonsuz sayıdaki olası
durumdan herhangi birinin gerçekleşme olasılığı sıfırdır. Buna rağmen bu
durumların birisi yine de gerçekleşir. İlk bakışta çelişkili gibi görünen bu
durum, aslında sürekli örnek uzaylarının matematiksel yapısına içkin bir
özelliktir.
Örneğin, [0,1] aralığında gerçek sayılar kümesini
düşünelim. Bu aralık içindeki her bir tekil sayının olasılığı sıfırdır. Ancak
bu aralıktan rastgele bir sayı seçildiğinde, bu sıfır olasılıklı durumlardan
biri kesinlikle seçilmiş olur. Bu, sürekli uzayların doğasında yatan ölçü
kuramına dayanan bir özelliktir: Sonsuz sayıdaki sıfır olasılıklı olayların
birleşimi, toplamda 1 olasılığına denk gelir. Yani gerçekleşme, bireysel değil
toplu potansiyel içinden seçilen bir durumdur.
Bu yapı, klasik olasılık kuramının ötesine geçer ve
gerçekliğin deterministik değil, olasılıksal ve potansiyel bir düzenle
işlediğini düşündürür. Olasılığın burada yalnızca bilgi eksikliğinden değil,
evrenin yapısal potansiyelliğinden kaynaklandığı söylenebilir. Sürekli olasılık
uzayları, bireysel neden-sonuç ilişkilerinin ötesinde bir “potansiyel
belirlenim” modelini zorunlu kılar. Her olay, sonsuz potansiyeller içinden
seçilir; bu seçim ise yalnızca geçmiş koşullarla değil, sistemin bütünsel
yapısı ve ilişkisel durumu ile ilgilidir.
Bu bağlamda sürekli olasılık uzaylarındaki gerçekleşme,
Laplace’ın cini gibi mutlak bilgi idealinin yerine, belirsizlik içinde
anlamlılık ve düzen barındıran bir evren fikrini koyar. Gerçekleşen olayın
sıfır olasılıklı olması, onun imkânsız olduğu anlamına gelmez; bilakis, sonsuz
potansiyeller içinden seçilmiş anlamlı bir ilişkiselliği temsil eder. Böylece
determinizm, yerini ilişki ve potansiyel temelli bir gerçeklik anlayışına
bırakır.
4.2
Ontolojik Belirsizlik: Bilgi Eksikliği mi, Gerçeklik İlkesi mi?
Modern fiziğin ortaya koyduğu
en radikal dönüşümlerden biri, belirsizliğin doğadaki yerini yalnızca bir
epistemik eksiklik olarak değil, aynı zamanda ontolojik bir ilke olarak
kavramamız gerektiği yönündedir. Bu dönüşümün temel taşları arasında Heisenberg’in
Belirsizlik İlkesi, Bell Teoremi ve Anton Zeilinger’in önderliğinde
gerçekleştirilen kuantum dolanıklık deneyleri yer alır. Bu çığır açıcı
gelişmeler, evrendeki belirsizliğin yalnızca gözlemcinin bilgi eksikliğinden
kaynaklanmadığını, bilakis doğanın temel yapısının kendisinin belirlenimsizlik
taşıdığını göstermektedir.
Heisenberg’in Belirsizlik
İlkesi’ne göre, bir parçacığın konumu ve momentumu aynı anda sonsuz hassaslıkla
ölçülemez. Bu yalnızca ölçüm araçlarının sınırı değil, doğanın kendi sınırıdır.
Bu, determinizmin temel iddiası olan “gelecek geçmişten kesinlikle çıkarılabilir”
görüşünü temelden sarsar. Parçacıkların gelecekteki konumları ve hızları,
yalnızca bizim onları bilemediğimiz için değil, doğada bu bilgilerin birlikte
belirli olmaması nedeniyle öngörülemezdir.
John Bell’in teoremi ve onu
takip eden deneyler — özellikle Alain Aspect’in ve sonrasında Anton
Zeilinger’in dolanıklık deneyleri — evrenin yerel ve gizli değişkenlerle
açıklanamayacağını ortaya koyarken şu boşlukları deneysel olarak kapatmıştır;
Seçim
özgürlüğü açığı:
Yani “Eğer
ölçüm cihazının ayarları (örneğin hangi yönü ölçeceği), parçacıklar
gönderilmeden önce bir şekilde belirlenmişse; o zaman deneydeki korelasyonlar,
kuantum dolanıklıkla değil, önceden kurulmuş bir gizli düzenleme ile
açıklanabilir.” 2017’de yapılan bir deneyde ölçüm ayarlarını seçmek için 7
milyar yıl uzaklıktaki kuasar ışığı kullanıldı.
Yani: Ayarlar,
evrenin çok uzak geçmişinden gelen ışıkla belirlenerek; böylece yerel bir
nedenin onları etkileme ihtimali ortadan kaldırıldı ve bu açık kapatıldı.
Tespit
(algılama) açığı:
Yani
parçacıkların sadece bir kısmı tespit edilebiliyorsa, deney sonuçları bu
"ölçülen alt küme"ye dayanır. O zaman çıkan sonuçlar tüm sistemin
değil, sadece ölçülenlerin istatistiğini yansıtabilir. Bu da “gizli değişkenler
aslında vardı ama biz onları ölçemedik” iddiasına kapı aralıyordu. Zeilinger,
yüksek verimli dedektörlerle ve veri toplama sistemleriyle bu açığı kapattı.
Yerellik
açığı:
Eğer iki ölçüm
cihazı birbirlerini etkileyebilecek kadar yakınsa, o zaman ortaya çıkan
korelasyonlar yerel etkileşimler (bilgi alışverişi) ile açıklanabilir.
Yani:
Parçacıklar arasında gerçekten bir dolanıklık yoktur, sadece ölçüm cihazları
birbirine sinyal göndermiştir. Deneyler uzamsal olarak ayrılmalı ve
aralarındaki iletişim ışık hızından daha yavaş olmalıdır. Zeilinger ne yaptı?
Ölçüm istasyonlarını kilometrelerce uzağa yerleştirerek, ölçümün gerçekleşme
süresi içinde herhangi bir sinyalin diğer tarafa ulaşamayacağı şekilde
tasarladı. Bu sayede yerel etki ihtimali kapatıldı.
Zeilinger’in
bütün bu açıkları kapatması, aslında evrenin en temelde determine olmadığını
ciddi bir şekilde gösterdi.
Yani doğa, klasik anlamda bir nedensel zincir
içinde hareket etmemekte; uzak parçacıklar arasında anlık ve nedensellik dışı
ilişkiler kurulabilmektedir. Bu, klasik nedensellik ve lokalite anlayışlarını
altüst eder.
Zeilinger’in özellikle
vurguladığı bir diğer nokta, ölçüm öncesinde parçacıkların sahip olduğu
özelliklerin klasik anlamda var olmadığıdır. Ölçüm, parçacıkların belirli bir
özellik kazanmasını sağlayan ilişkisel bir olaydır. Bu bağlamda, doğada var
olan şeyler, belirli ve sabit nesneler değil; potansiyellerdir. Gerçeklik, oluş
hâlindedir; durağan değil, dinamik bir süreçtir.
Bu gelişmeler ışığında,
doğadaki belirsizliğin yalnızca insan bilgisinin eksikliğiyle değil, doğanın
ontolojik yapısıyla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Evren, mutlak belirlenmişlik
üzerine değil, potansiyellerin gerçekleşme olasılığı üzerine kuruludur. Her
olay, yalnızca geçmişin bir sonucu değil, aynı zamanda potansiyeller arasındaki
bir seçimin ürünüdür. Bu seçim, çoğu zaman rastlantısal değil, ilişkisel bir
bağlam içinde ortaya çıkar.
Ontolojik belirsizlik,
böylece bilginin sınırlarını değil, varlığın doğasını ifade eder. Bu bağlamda
klasik determinizm yalnızca aşılmakla kalmaz; yerine, ilişkisel ve potansiyel
temelli bir varlık anlayışı konur. Varlık, durağan bir gerçeklik değil; sürekli
oluş hâlindeki, ilişkilerle örülü bir potansiyel ağdır. Bu da determinizmin
epistemolojik ve ontolojik zemininin yerine, belirsizlik ve ilişkisellik
temelli yeni bir paradigma önermektedir.
- GERİYE
DÖNÜK ZORUNLULUK VE ZİHİNSEL KONFOR
5.1 Determinizmin Epistemik Konforu: Geriye Dönük Zorunluluğun Psikodinamiği
İnsan zihni, doğası gereği düzen ve açıklık
arayışındadır. Bu bilişsel eğilim, özellikle olmuş olaylara yönelik olarak
nedensel açıklamalar üretme güdüsünü doğurur. "Olduysa demek ki
olacaktı" şeklindeki argümanlar, çoğu zaman felsefi ya da bilimsel bir
zorunluluktan değil, psikolojik güvenlik ihtiyacından kaynaklanır. Belirsizlik,
zihinsel açıdan rahatsız edicidir ve bu nedenle geçmişe bakarak olayları
kaçınılmaz ve zorunlu bir dizge içinde görme eğilimi gelişir.
Bu eğilim, determinizmi yalnızca bir ontolojik pozisyon
değil, aynı zamanda epistemolojik bir konfor alanı hâline getirir. İnsan zihni
için geçmişte gerçekleşmiş bir olayın açıklamasını yapmak, gelecekte olabilecek
belirsiz senaryolarla başa çıkmaktan çok daha kolaydır. Bu da determinizmin,
özellikle geriye dönük olarak, sahte bir kesinlik ve anlam bütünlüğü sunan bir
anlatıya dönüşmesine neden olur.
Böylesi bir anlatı, olayların yalnızca tek bir şekilde
olabileceği yanılgısını doğurur. Oysa ontolojik düzlemde gerçeklik, çok sayıda
potansiyelin iç içe geçtiği, çoğulluğun ve rastlantısallığın var olduğu bir
alanı ifade eder. Geriye dönük zorunluluk anlatısı, bu çoğulluğu göz ardı eder
ve olmuş olanı mutlaklaştırır. Bu da determinizmin, açıklayıcı bir ilkeden çok,
psikolojik rahatlık sağlayan bir kurguya dönüşmesine yol açar.
Bu nedenle determinizm, yalnızca fiziksel yasaların bir
sonucu değil; aynı zamanda insanın anlam arayışı, kontrol ihtiyacı ve
belirsizlikle başa çıkma stratejisinin bir ürünü olarak da
değerlendirilmelidir. Determinizmin epistemik konforu, onu bilimsel değil, çoğu
zaman antropolojik ve psikodinamik bir fenomen hâline getirir. Gerçekliği
anlamlandırmak için üretilmiş bir anlatı olmasına rağmen, bu anlatının
sınırları ve varsayımları sorgulanmadan kabul edildiğinde, felsefi olarak
indirgemeci ve yanıltıcı sonuçlara yol açabilir.
- İLİŞKİSEL
BELİRLENİM ve İLİŞKİSEL NEDENSELLİK
6.1 Temel Tez: Nedensellikte Sabit Zincirlerden İlişkisel Açılımlara
Önerilen model, klasik determinizmin sabit, doğrusal ve
tek yönlü neden-sonuç zincirlerinden radikal biçimde ayrılarak doğadaki
süreçleri potansiyel uzayların dinamik, bağlamsal ve çoğul etkileşimi
içerisinde yeniden düşünmeyi amaçlar. Bu anlayış, determinizmin temelinde yer
alan tekil ve zorunlu belirleyiciliğe karşılık; olayların, birden çok
potansiyelin ilişkisel etkileşim yoluyla açığa çıkması sonucu meydana geldiğini
ve bu sürecin oluşsallık taşıdığını öne sürer. Bu modelin temel dayanakları
şunlardır:
Potansiyel uzayların açıldığı:
Doğadaki her durum, yalnızca tek bir sonuca değil; birçok farklı olasılığa
gebedir. Potansiyel uzay, bu farklı olasılıkların birbirine bağlandığı,
birbirini etkilediği bir alan oluşturur. Gerçekleşen olay, bu uzaydaki
etkileşimlerin sonucu olarak ortaya çıkar.
İçsel ve dışsal ilişkilerin etkileştiği:
Olayların yalnızca dışsal nedenlerle açıklanamayacağı, sistemin içsel
dinamiklerinin ve kendine özgü yapısal gerilimlerinin de belirleyici olduğu
kabul edilir. Bu, her olayın yalnızca dıştan etkilenmediği, aynı zamanda kendi
iç yapısından doğan ilişkilerle şekillendiği anlamına gelir.
Bağlamın belirleyici olduğu:
Aynı nedenin farklı bağlamlarda farklı sonuçlara yol açabileceği gerçeğinden
hareketle, nedensellik sabit değil, bağlama duyarlı olarak düşünülür. Bağlam,
hem içsel hem dışsal ilişkilerle birlikte anlam üretir ve nedensel sonuçları
biçimlendirir.
Bu modelde nedensellik, artık sabit zincirlerle
tanımlanan bir yapı değil; ilişkisel, çoğul ve değişken bir oluş sürecidir. Artık
nedenler doğrudan sonuçları üretmek yerine, bir potansiyel uzay tanımlar. Bu
potansiyel uzay, sistemin iç dinamikleri ve bağlamsal etkileşimleriyle birlikte
çalışarak, hangi olasılığın gerçekleşeceğini belirler. Yani neden, yalnızca
mümkün olanları belirler; hangi mümkünün gerçekleşeceği ise, bu potansiyel
alanla kurulan ilişkiler üzerinden belirlenir. Bu süreç, Zurek’in evre
uyumsuzluğu modeline benzer şekilde, çevresel etkileşimlerin belirli durumları
ön plana çıkarması gibi düşünülebilir.
Günlük Hayattan Bir Örnek Vermek Gerekirse: Telefon
çaldığında bu durum bir potansiyel uzay yaratır: telefonu açmak, görmezden
gelmek, meşgule almak ya da sessize almak gibi farklı olasılıklar açılır. Ancak
hangi seçeneğin gerçekleşeceği, sadece telefonun çalmasıyla değil, o anki
psikolojik durumun, ortamın, kim aradığı bilgisinin, geçmiş deneyimlerin ve
sosyal bağlamın etkisiyle ilişkisel olarak belirlenir. Tıpkı decoherence’da
olduğu gibi, bağlamsal ilişkiler, potansiyellerden birini öne çıkarır ve onu
'gerçekleşmiş' kılar."
Parçacık Fiziğinde Bu Durumu Örneklemek
Gerekirse: Bir elektronun bir çift yarık deneyinde hangi
yarıktan geçtiği problemi oldukça açıklayıcıdır. Elektronun kaynağından
fırlatılması 'neden'dir ve bu neden, elektronun potansiyel olarak her iki
yarıktan da geçebilmesini sağlayan bir uzay oluşturur. Ancak bu potansiyellerin
hangisinin gerçekleşeceği, sistemin bağlamına, yani çevredeki dedektörlerin
varlığına, ortam koşullarına ve özellikle dışsal gözlemin/ilişkiye decoherence
etkisine bağlıdır. Eğer dedektör yarıkların başına yerleştirilirse, elektron
yalnızca bir yarıktan geçmiş gibi davranır; yani decoherence etkisiyle bir
olasılık seçilmiş olur ve bu tamamıyla ilişkiseldir, çünkü ölçüm bir ilişkidir.
Ancak dedektör yoksa, elektron kendi potansiyel uzayındaki tüm yolları
'birlikte' kullanır ve girişim deseni oluşur.
Dolayısıyla elektronun davranışı, yalnızca başlangıç
koşullarına değil, içinde bulunduğu ilişkiler ağına bağlı olarak belirlenir.
Bu, ilişkisel nedenselliğin mikrofizik düzeyde nasıl işlediğini gösteren
çarpıcı bir örnektir."
Artık olaylar yalnızca geçmişin bir sonucu değil, aynı
zamanda potansiyellerin geleceğe doğru açılımıyla birlikte değerlendirilir.
Böylece ilişkiler aracılığı ile geri beslemeli, karşılıklı ve açılan bir süreç
olarak düşünülür.
Bu yaklaşım yalnızca teorik bir önerme değil; kuantum
fiziği, kompleks sistemler teorisi, kaos kuramı, evrimsel biyoloji ve çağdaş
bilgi kuramı gibi pek çok bilimsel alanla doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda
model, sabit neden yerine dinamik oluşu, tekil belirleyicilik yerine ilişkisel belirlenim
ve açıklamayı, mutlak gerçeklik yerine potansiyel varoluşu merkeze alarak
determinizmin sınırlı çerçevesinden çıkar ve daha kapsayıcı bir gerçeklik
tasavvuru önerir. Bu yaklaşım, varlığı yalnızca olmuş olanla değil, olabilir
olanla birlikte ilişkisel bir şekilde düşünmeye imkân sağlar.
6.2 Bilimsel Dayanaklar: Disiplinlerarası Bir
Geçiş Alanı Olarak İlişkisel Nedensellik
İlişkisel nedenselliğin bilimsel temelini oluşturan dört
önemli alan, yalnızca soyut felsefi kavramlar değil; aynı zamanda çağdaş
bilimsel düşüncenin paradigmatik dönüşümlerini temsil eder. Kuantum mekaniği,
Bayesyen mantık, bulanık mantık ve zihinsel bilişsel süreçler, klasik
belirlenimci modelleri sarsarak daha bağlamsal, potansiyel-temelli ve ilişkisel
bir düşünme tarzının zeminini inşa eder.
- Kuantum
mekaniği: Kuantum teorisi, özellikle
Heisenberg’in belirsizlik ilkesi ve Schrödinger’in dalga fonksiyonu
yorumlarıyla, ölçüm öncesi fiziksel sistemlerin yalnızca olasılık
dağılımlarıyla ifade edilebileceğini göstermiştir. Burada 'durum' bir
gerçeklik değil, potansiyel olarak gerçekleşebilir olasılıkların bir
süperpozisyonudur. Bu durum, doğada kesin belirlenim yerine ontolojik
belirsizliğin ve potansiyelin esas olduğunu ortaya koyar. Ölçüm anı,
sistem ile ölçüm cihazı arasındaki ilişki aracılığıyla gerçekliğin belirli
hâle geldiği, yani ilişkisel olarak 'oluştuğu' andır.
- Bayesyen
mantık: Bilginin sabit bir yapı değil, sürekli
güncellenen bir olasılık dağılımı olduğu görüşünü temel alan Bayesyen
yaklaşım, nedenselliği de mutlak nedenlerden ziyade koşullu olasılıkların
değişken ilişkisi içinde ele alır. Bir hipotezin geçerliliği, yeni veriler
ışığında sürekli yeniden değerlendirilir. Bu, nedenselliğin değişmez bir
doğrultuda işlemediğini, bağlama göre şekillendiğini ve yeniden
yapılandığını gösterir.
- Bulanık
mantık: Klasik mantığın ikili (0 ya da 1)
yapısı yerine, bulanık mantık aralıklı ve geçişli değerlerle düşünmeyi
mümkün kılar. 'Kısmen doğru' ya da 'belli bir oranda geçerli' gibi ara
değerler, nedensellik ilişkilerini daha esnek ve bağlamsal bir biçimde ele
almaya olanak tanır. Bu da doğadaki süreçlerin mutlak keskinlikte değil,
dereceli ve çok boyutlu etkilerle geliştiğini ortaya koyar.
- Zihinsel
biliş: Modern bilişsel bilim, insan zihninin
karar alma süreçlerinin sabit ve evrensel ilkelerle değil; içinde
bulunulan bağlam, geçmiş deneyimler ve çevresel ilişkilerle şekillendiğini
gösterir. İnsan, kararlarını yalnızca mantıksal çıkarımlarla değil; duygusal,
sosyal ve deneyimsel ağlar içinde oluşturur. Bu bağlamda, nedensellik de
insan zihninin işleyişinde ilişkisel, bağlamsal ve çok katmanlı bir
süreçtir.
Bu dört bilimsel alan birlikte değerlendirildiğinde,
sabit belirlenimci modellerin artık günümüzün epistemolojik ve ontolojik
ihtiyaçlarını karşılamadığı ortaya çıkar. Onların yerine, sürekli açılan,
etkileşimsel olarak şekillenen ve potansiyellerin gerçekleştiği bir ilişkisel
gerçeklik anlayışı benimsenmelidir. Böylece bilim, yalnızca olmuş olanı
açıklayan değil, olabilir olanı da anlayan bir çerçeve kazanır. İlişkisel
nedensellik, bu çerçevenin temel taşıdır.
SONUÇ: Belirlenimin Dönüşümü, Nedenselliğin
Yeniden İnşası
Klasik determinizm ve onunla iç içe gelişen natüralizm
anlayışı, modern bilimsel devrimin epistemolojik temel taşlarından biri olarak,
doğanın işleyişini evrensel, sabit ve önceden belirlenmiş yasalarla açıklamaya
yönelmişti. Newton’un mekanik evreni, doğayı bir saat gibi çalışan, her parçası
birbirine neden-sonuç ilişkisiyle bağlı bir sistem olarak kurgularken;
Laplace’ın Cini bu çerçevenin düşünsel doruk noktası olmuştu. Bu modelde evren,
tam bilgiye ulaşılabilirse, geçmişi ve geleceğiyle birlikte tamamen
öngörülebilir bir bütün olarak kavranıyordu.
Ne var ki, 20. yüzyılda gelişen fizik, biyoloji, bilişsel
bilimler ve bilgi kuramı alanları, bu mutlakçı vizyonun ciddi biçimde
sorgulanmasına yol açmıştır. Kuantum mekaniğinde Heisenberg’in Belirsizlik
İlkesi, Bohr’un tamamlayıcılık anlayışı ve Born’un olasılık yorumu, gerçekliğin
temel düzeyde rastlantısal (olasılıksal) doğasını ortaya koymuştur. Özellikle
Bell eşitsizliklerinin ihlali ve Anton Zeilinger’in gerçekleştirdiği deneyler,
klasik realizmin ve yerel determinizmin temel dayanaklarını sarsmış; doğada
yalnızca epistemik değil, aynı zamanda ontolojik bir belirsizlik olduğunu
göstermiştir.
Bu gelişmeler ışığında, ilişkisel ontoloji yalnızca
klasik modele alternatif bir metafizik öneri değil; aynı zamanda bilimsel
verilerle uyumlu, daha açık uçlu ve dönüşüme imkân tanıyan bir gerçeklik
anlayışı sunar. Bu anlayış, gerçekliği yalnızca var olanların toplamı olarak
değil, ilişkilerden oluşan dinamik bir yapı olarak kavrar. Dolayısıyla bilgi
de, sabit nesnelerin temsilinden ziyade, etkileşimlerin ve farkların
işlenmesiyle ortaya çıkan bağlamsal bir oluş olarak yeniden düşünülür.
İlişkisel nedensellik modeli, klasik nedenselliğin
doğrusal, tek yönlü ve sabit yapısını terk ederek; potansiyel durumların,
bağlamsal koşulların ve çoklu ilişkilerin eşzamanlı etkileşimiyle şekillenen
çok katmanlı bir açıklama sunar. Burada neden, yalnızca geçmişin zorunlu izleri
değil; aynı zamanda gelecekteki olasılıkların açığa çıkma biçimidir. Bu yönüyle
potansiyellerin sürekli yeniden yapılandığı bir alan olarak kavranır.
Laplace’ın Cini ile simgelenen mutlak bilgi ideali, artık
modern bilimin kendi içinden doğan teorik ve deneysel gelişmelerle geride
bırakılmıştır. Yerine geçen ise, tamamlanamaz, kapanmamış, sürekli dönüşen ve
ilişkilerle var olan bir gerçeklik modelidir. Bu model, yalnızca doğayı değil;
insanı, bilinci ve toplumu da yeniden düşünmeye zorlayan bir paradigma değişimi
anlamına gelir.
Sonuç olarak, ilişkisel ontoloji ilişkisel belirlenim ve
ilişkisel nedensellik; yalnızca felsefî değil, aynı zamanda bilimsel, etik ve
varoluşsal düzeyde köklü bir dönüşüm çağrısıdır. Epistemik konforun ötesine
geçerek, oluşa açık bir düşünme tarzı geliştirmek, hem doğanın yapısını anlamak
hem de insanın kendi yerini bu yapı içinde sorumlu bir şekilde konumlandırmak
açısından yaşamsal bir önem taşır. Belirlenim artık mutlak bir zincir değil,
ilişkisel bir yönelimdir; nedensellik ise sabit bir yasa değil, bağlamlar ve
potansiyeller içinde ortaya çıkan canlı bir süreçtir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder