17 Haziran 2025 Salı

KLASİK DETERMiNiZM VE NATÜRALİZME ELEŞTİREL BİR BAKIŞ VE İLİŞKİSEL BELİRLENİM

 

1.   GİRİŞ

Determinizm ve onunla iç içe geçmiş nedensellik anlayışı, yalnızca bilimsel teorilerin değil, aynı zamanda felsefi sistemlerin, etik yaklaşımların ve teolojik spekülasyonların da yapı taşlarından biri olmuştur. Özellikle modern bilimin doğuşuyla birlikte, 17. ve 18. yüzyıllarda klasik determinizm ve onunla paralel gelişen natüralist dünya görüşü, evrenin işleyişine dair oldukça katı ve kapalı sistemler önermiştir. Bu sistemler, evrende olup biten her şeyin önceden belirlenmiş, değiştirilemez neden-sonuç zincirleriyle açıklanabileceğini ve doğanın işleyişinin mutlak bilgiyle çözülebileceğini varsayan güçlü bir metafizik zemine dayanır.

Bu çerçevede determinizm, yalnızca fiziksel olayların açıklanmasında bir yöntem değil, aynı zamanda varlığın doğasına dair kapsamlı bir iddia olarak ortaya çıkar. Buna göre evrendeki tüm olaylar, daha önceki koşullar tarafından zorunlu olarak belirlenir ve bu belirlenmişlik, doğa yasalarının evrensel geçerliliğiyle desteklenir. Rastlantı ise bu modele göre gerçek bir oluş biçimi değil, yalnızca insan bilgisinin eksikliğinden doğan bir yanılsamadır. Nedensellik bu bağlamda evrensel, mutlak ve zamansal olarak tek yönlü bir süreçtir: geçmiş geleceği zorunlu olarak belirler.

Öte yandan natüralizm, doğaüstü ya da aşkın hiçbir varlık ya da gücün doğanın işleyişine müdahale etmediğini, tüm var olanların yalnızca fiziksel yasalar ve doğal süreçlerle açıklanabileceğini ileri sürer. Bu bakış açısı, Tanrı fikrini epistemik olarak gereksiz ve metodolojik olarak işlevsiz kabul eder. Böylece determinizm ve natüralizm birleşerek, Tanrı’nın, iradenin ve yaratılışın evren modelinden dışlandığı bir dünya görüşü inşa eder.

Ancak bu yazının temel amacı, klasik determinizm ile natüralizmin yalnızca aşkınlığı dışlayan değil, aynı zamanda içerdiği bazı varsayımlar aracılığıyla farkında olmadan bir tür "yaratılış" fikrine nasıl zemin hazırladığını ortaya koymaktır. Çünkü bu düşünce sistemlerinin birçoğu, mutlak bir başlangıç noktası, tümüyle belirlenmiş bir yapı ve kapalı bir sistem tasavvuru içinde hareket eder. Bu yapıların ontolojik olarak içerdiği bu "başlangıç fikri", görünüşte Tanrı’yı dışlarken, fiilen bir yaratılış modelini zımnen kabul etme tehlikesi taşır. Dolayısıyla bu çalışma, klasik determinizm ve natüralizmin içerdiği felsefi çelişkileri hem tarihsel hem de bilimsel temellerle tartışmaya açmayı, bunun yerine ilişkisel ontoloji ve potansiyel temelli bir nedensellik anlayışı önermeyi amaçlamaktadır.

  1. KLASİK DETERMiNiZMİN KURAMSAL ÇERÇEVESİ
    2.1 Determinizmin Tanımı ve Epistemolojik Zemini

Determinizm, evrende meydana gelen tüm olayların, öncesinde var olan koşullar tarafından zorunlu olarak belirlendiğini savunan kapsamlı bir metafizik ve epistemolojik yaklaşımdır. Bu anlayış, doğada görünen her oluşumun, yeterli bilgi ve hesaplama gücü sağlandığında açıklanabileceğini; herhangi bir belirsizliğin ise yalnızca bilgi eksikliğinden kaynaklandığını ileri sürer. Determinizm, evreni bir neden-sonuç zinciri içinde düşünür: her olay bir öncülün zorunlu sonucudur. Bu çerçevede gerçeklik, mutlak olarak belirlenmiş, değişmez bir yapılar bütünü olarak kavranır.

Determinist dünya görüşü, özellikle klasik fizik anlayışında derin bir sistematik kazandı. Bu görüşe göre, eğer bir gözlemci evrenin tüm parçacıklarının konumlarını, hızlarını ve aralarındaki etkileşimleri tam olarak bilebilseydi, o zaman geçmiş ve gelecek, aynı kesinlikle hesaplanabilir hâle gelirdi. Bu modelin felsefi zirvesi, Pierre-Simon Laplace tarafından ortaya atılan ünlü "Laplace’ın Cini" metaforuyla temsil edilir. Laplace’a göre böyle bir "üstün bilinç" var olsaydı, evrendeki hiçbir şey bu varlığın bilgisi dışında kalamazdı. Bu görüş, yalnızca fiziksel olayları değil, insan düşüncesi, iradesi ve ahlaki kararları da deterministik yasalarla açıklama iddiasındadır.

Bu modelin dayandığı temel varsayımlar şunlardır:

Başlangıç koşulları eksiksiz bilinebiliyorsa, evrende geleceğe dair hiçbir belirsizlik kalmaz; tüm olaylar hesaplanabilir hâle gelir.

Doğa yasaları evrensel, değişmez ve sabittir; bu yasalar zaman ve mekân fark etmeksizin aynı şekilde işler.

Epistemik belirsizlik, ontolojik belirsizliği temsil etmez; yani bilinemezlik, doğanın yapısından değil, gözlemcinin bilgisizliğinden kaynaklanır.

Bu yaklaşıma göre, rastlantı ya da özgürlük gibi görünen olgular, yalnızca karmaşık sistemlerin sonucu olan görünüşlerdir. Gerçekte doğa, mutlak bir neden-sonuç düzeni içerisinde işler; hiçbir olay kendiliğinden, amaçsız ya da belirsiz değildir.

Ancak bu determinist çerçeve, yalnızca fiziksel bir dünya görüşü olarak değil, aynı zamanda doğanın bütünüyle bilinebilirliğine duyulan epistemolojik iyimserliğin bir yansımasıdır. Bu iyimserlik, insan aklının evrendeki tüm düzeni çözüp kontrol edebileceği varsayımı üzerine kuruludur. Determinizm, bu anlamda yalnızca doğayı betimlemeyi değil, ona hükmetmeyi de amaçlayan bir bilgi politikasının zeminidir.

Fakat 20. yüzyılın başlarından itibaren gelişen kuantum mekaniği, kaos teorisi ve kompleks sistemler kuramı, bu mutlak determinizm anlayışına ciddi darbeler indirmiştir. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi, Bell eşitsizliklerinin ihlali ve kuantum dolanıklık gibi fenomenler, yalnızca gözlemcinin değil, doğanın kendisinin de ontolojik olarak belirsizlik taşıdığını göstermiştir. Bu gelişmeler, determinizmin temel epistemolojik varsayımlarını sorgulanır kılmış; belirlenmişlik yerine potansiyellik, kesinlik yerine olasılık, tekillik yerine ilişkisellik gibi kavramların ön plana çıktığı yeni bir ontoloji anlayışının önünü açmıştır.

Dolayısıyla klasik determinizm, salt mekanik bir kurgu değil; fakat aynı zamanda, insanın evrene bakışını yönlendiren bir düşünsel altyapı olarak artık yeniden değerlendirilmek zorundadır. Bu değerlendirme, hem bilimsel ilerlemelerin sunduğu yeni gerçeklik algısı hem de felsefi derinlikte oluşan ilişkisel ontoloji ihtiyacı tarafından zorunlu kılınmaktadır.

2.2 Newton’dan Laplace’a: Mekanik Determinizmin Zirvesi

Isaac Newton’un doğa anlayışı, determinizmin tarihsel gelişiminde mihenk taşı niteliği taşır. Newton, evreni mekanik bir yapı olarak kavrar; tüm fiziksel nesnelerin belirli yasalar doğrultusunda, nedensel zincirler halinde hareket ettiğini ileri sürer. Onun sisteminde, doğa büyük bir saat gibi işler: bir kez kurulmuş, başlangıç koşulları belirlenmiş ve artık dış müdahaleye gerek kalmadan kendi düzeni içinde işlemeye bırakılmıştır. Newton fiziğinde zaman mutlak ve doğrusal, mekân ise sabit bir zemin olarak tanımlanır. Bu görüşe göre evrendeki her olay, belirli kuvvetlerin etkisiyle oluşur ve bu etkiler, matematiksel formüllerle öngörülebilir niteliktedir.

Newton’un formüle ettiği Hareket Yasaları, determinist çerçevenin temellerini oluşturur:

Birinci Yasa (Eylemsizlik): Dışarıdan bir kuvvet etki etmediği sürece, cisimler hareketlerini sabit hızla sürdürür.

İkinci Yasa (F=m×a): Kuvvet, kütle ile ivmenin çarpımına eşittir.

Üçüncü Yasa (Etki-Tepki): Her etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır.

Bu yasalar, doğanın tam anlamıyla matematiksel olarak modellenebileceğini ve bu modelleme sayesinde evrendeki tüm fiziksel süreçlerin kesinlikle öngörülebileceğini ileri sürer. Newton’un bu yaklaşımı, sadece fiziksel sistemler için değil, zamanla insan zihni, toplumsal düzen ve hatta ahlaki kararlar için de uygulanabilir bir model olarak görülmüştür.

Bu mekanik evren tasarımı, 18. yüzyılda Pierre-Simon Laplace tarafından daha da radikalleştirilmiş ve epistemolojik determinizmin simgesi hâline getirilmiştir. Laplace’ın geliştirdiği düşünsel varlık – sonradan “Laplace’ın Cini” olarak adlandırılan – evrendeki tüm parçacıkların konumlarını ve hızlarını bilen, doğa yasalarına tam anlamıyla vakıf bir zihin olarak kurgulanmıştır. Laplace şöyle der:

“Eğer bir zihin evrendeki tüm parçacıkların belirli bir andaki konumlarını, hızlarını ve tüm doğa yasalarını bilseydi, geçmişi de geleceği de aynı kesinlikle hesaplayabilirdi.”

Laplace’ın Cini, yalnızca bir fiziksel modelleme ideali değil; aynı zamanda pozitivist bilimin mutlak bilgiye ulaşabileceğine olan inancının en uç ifadesidir. Bu görüşe göre:

Olasılık, sadece bilgisizlikten ibarettir.

Rastlantı, insan aklının sınırlı kavrayışının bir ürünüdür.

Belirsizlik, doğaya değil gözlemcinin yetersizliğine aittir.

Bu nedenle, Laplace’ın evren modeli yalnızca fiziksel determinizmin değil, aynı zamanda total bir bilgi ideolojisinin ifadesi hâline gelir. Evren, yeterince güçlü bir hesaplama kapasitesiyle tamamen anlaşılabilir ve kontrol edilebilir bir sistemdir.

Ancak bu model, aynı zamanda felsefi ve teolojik düzeyde de önemli etkiler yaratmıştır. Tanrı kavramının doğaya müdahalesine ihtiyaç bırakmayan bu sistem, natüralizmin yükselişine epistemik zemin sağlar. Nitekim Laplace’ın Napolyon’a verdiği ünlü yanıt, bu epistemik devrimin ifadesidir: “Bu varsayıma (Tanrı’ya) ihtiyaç duymadım.”

Bununla birlikte, 20. yüzyılda gelişen kuantum mekaniği, kaos teorisi ve kompleks sistemler bilimi, Laplace’ın bu mutlak öngörü modeline ciddi eleştiriler getirmiştir. Kuantum dünyasında ölçüm süreci sonuçları etkiler, yani doğa sadece gözlemlenen değil, gözlemle birlikte oluşan bir gerçekliktir. Ayrıca Bell eşitsizliklerinin ihlali ve Zeilinger’in deneyleri, doğada yerel ve belirlenmiş gizli değişkenlerin olamayacağını göstererek Laplaceçı modelin temellerini epistemolojik olduğu kadar ontolojik olarak da sarsmıştır.

Sonuç olarak Newton’dan Laplace’a uzanan mekanik determinizm anlayışı, modern bilimin ilk büyük dünya görüşü modelidir. Ancak bu modelin varsayımları – mutlak zaman, kapalı evren, evrensel öngörü – günümüz bilimsel gerçekliğinde yerini çok daha dinamik, olasılıksal ve ilişkisel bir evren tasarımına bırakmak zorunda kalmıştır.

  1. LAPLACE’IN CİNİ VE NATÜRALİST EVREN ANLAYIŞI
    3.1 Cinin Metaforik Gücü

Pierre-Simon Laplace’ın 19. yüzyıl başlarında geliştirdiği “Laplace’ın Cini” metaforu, mekanik determinizmin hem epistemolojik hem de ontolojik iddialarının en yoğun ifadesini temsil eder. Bu hayali varlık, evrendeki tüm parçacıkların konumunu ve hareketini aynı anda bilen, dolayısıyla geçmişi ve geleceği mutlak kesinlikle hesaplayabilen bir zihindir. Laplace’ın şu sözleri bu görüşü kristalize eder:

“Evrenin herhangi bir andaki tüm kuvvetlerini ve tüm nesnelerin konumlarını bilen bir zihin, geçmişi de geleceği de aynı kesinlikle hesaplayabilir.”

Bu metafor, sadece fiziksel dünyanın tam öngörülebilirliğini değil, aynı zamanda bilginin mutlaklaştırılabileceği düşüncesini de içerir. Laplace’ın cini, bilginin doğayı tümüyle kuşatabileceği bir ideal olarak karşımıza çıkar. Ancak bu ideal, aynı zamanda bilginin sınırlarını, bilme kapasitemizin mutlaklıkla kurduğu ilişkideki zaafları da görünür kılar.

Laplace’ın cini gerçek bir varlık değildir; onun gücü epistemiktir ve bu güç, bilginin tüm potansiyellerine duyulan inancı simgeler. Ancak bu düşünsel yapı, her şeyi bilen bir zihnin varlığına dayandığı ölçüde, aslında determinizmin metafizik temellerini gözler önüne serer. Zihin, nesneleri yalnızca gözlemleyen değil, aynı zamanda tüm neden-sonuç zincirlerini bir bütün hâlinde kavrayan bir konuma yerleştirilir. Bu ise determinizmi yalnızca fiziksel bir yasa sistemi değil, aynı zamanda mutlak bir bilgi düzeni olarak sunar.

Bu yaklaşım, insan özgürlüğü, belirsizlik ve yaratıcılık gibi olgulara yer bırakmayan bir evren tahayyülünü de beraberinde getirir. Laplace’ın cini, doğayı kapalı ve tek anlamlı bir sistem olarak tahayyül ettiği için, rastlantıyı ve belirsizliği bilgi eksikliğiyle özdeşleştirir. Bu özdeşlik, modern bilimsel gelişmelerin ortaya koyduğu olasılıksallık, kaos ve kuantum belirsizlikleri karşısında giderek sorgulanır hâle gelmiştir.

Dolayısıyla cinin metaforik gücü, modern determinizm eleştirilerinde bir dönüm noktasıdır. Onun imkânsızlığı, bilginin sınırlılığı kadar, doğanın da mutlak ve tekil bir düzen içinde işleyemeyeceği fikrini beraberinde getirir. Böylece cin, determinizmin entelektüel sınırlarını aşma çabasının hem simgesi hem de krizidir.

3.2 Sayılabilirlik ve Kapanış Sorunu

Laplace’ın Cini, evrenin tüm parçalarının, yasalarının ve etkileşimlerinin belirli, sabit ve sayılabilir olduğu varsayımına dayanır. Bu modelde evren, kapalı ve tamamlanmış bir sistem olarak düşünülür. Bu sistemdeki tüm değişkenler bir tür “bilgi envanteri”ne dahil edilebilir ve yeterli hesaplama gücüne sahip bir zihin, bu verilerden hareketle geçmişi de geleceği de kesinlikle belirleyebilir.

Ancak bu varsayım, modern fizik ve kozmoloji tarafından temelden sarsılmıştır. Kuantum mekaniğinde Heisenberg’in belirsizlik ilkesi, bir parçacığın konumu ve momentumunun aynı anda kesin olarak bilinmesinin imkânsız olduğunu gösterir. Bu, Laplace’ın Cini’nin gerektirdiği bilgi mutlakiyetine doğrudan bir meydan okumadır. Aynı şekilde, kaos teorisinde başlangıç koşullarına duyarlılık, çok küçük farklılıkların bile sistemin uzun vadeli davranışlarını radikal biçimde değiştirebileceğini ortaya koyar. Bu da belirlenebilirlik varsayımının pratikte işlemediğini gösterir.

Daha derin bir felsefi problem ise “sayılabilirlik” sorunudur. Eğer evrenin yapıtaşları sürekli (continuum) bir doğaya sahipse, bu durumda evrenin olası durumları sonsuz alt küme içerir. Böyle bir durumda örnek uzay, sayılabilir olmaktan çıkar ve klasik determinist sistemin öngörülmesini sağlayan tüm matematiksel temeller çöker. Laplace’ın Cini’nin çalışabilmesi için, evrenin tüm olası durumlarının kapalı bir sistemde sonlu ya da en azından sayılabilir biçimde listelenebilmesi gerekir. Ancak modern fiziğin verileri, evrenin açık uçlu, sürekli ve kendini tamamlamamış bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir.

Bu bağlamda, evrenin ne epistemolojik ne de ontolojik düzeyde kapalı bir sistem olarak anlaşılması mümkün görünmemektedir. Laplace’ın Cini yalnızca bir bilgi idealini değil, aynı zamanda varlık hakkındaki kapalı ve mutlak bir anlayışı da temsil eder. Bu idealin çökmesi, bilginin olduğu kadar varlığın da tamamlanamaz olduğuna işaret eder.

Dolayısıyla sayılabilirlik ve kapanış sorunu, yalnızca determinizmin sınırlarını değil, aynı zamanda modern düşüncenin bilginin doğasına ilişkin temel varsayımlarını da yeniden gözden geçirmemizi zorunlu kılar.

3.3 Başlangıç Noktası ve Ontolojik Eşitlik

Laplaceçı determinizmin üzerine inşa edildiği düşünsel zeminlerden biri, evrenin herhangi bir başlangıç noktasından itibaren kesinlikle belirlenmiş bir gelişim çizgisi izlediği varsayımıdır. Bu varsayım, başlangıcın varlığını ve mahiyetini sorgulamadan kabul eder. Ancak eğer evrenin bir başlangıcı varsa — ister bir kozmolojik olay, ister termodinamik bir asimetri, isterse fiziksel sabitlerin ortaya çıkışı şeklinde olsun — o zaman bu başlangıcın “nedeni”ni sormak felsefi olarak kaçınılmaz hale gelir.

İşte bu noktada iki temel açıklama biçimi devreye girer: Tanrısal (teistik) açıklama ve natüralist açıklama. İlki başlangıcı aşkın bir akılla, mutlak bir iradeyle temellendirirken; ikincisi, başlangıcın doğa yasalarının içkin süreçlerinden türediğini savunur. Ancak bu iki açıklama da, doğrudan gözleme ya da deneysel doğrulamaya değil, metafizik öncüllere dayanır. Dolayısıyla başlangıcın “neden”i sorulduğunda, hangi açıklamanın tercih edildiği bir bilgi meselesi değil, bir metafizik seçimin ürünüdür.

Bu nedenle, yalnızca natüralist açıklamayı dayatmak ya da yalnızca Tanrısal açıklamayı mutlak doğru kabul etmek, felsefi açıdan indirgemeci ve dogmatik bir tavırdır. Her iki yaklaşım da aynı düzeyde ontolojik varsayımlar içerir; her ikisi de gözlemle değil, yorumla işler. Ontolojik eşitlik ilkesi gereği, bu hipotezlerin her biri, eşit mesafede değerlendirilmelidir. Bilimsel olarak bu açıklamalar spekülatif düzlemde kalırken, felsefi tartışmalar için meşru zeminler oluşturur.

Dolayısıyla başlangıç sorusu, yalnızca bir kozmoloji ya da fizik sorusu değil, aynı zamanda derin bir ontolojik ve epistemolojik tartışma alanıdır. Bu soruya verilen cevaplar, yalnızca evrenin ne olduğu değil, bizim neyi bilmeye hazır olduğumuzla da ilgilidir.

  1. SIFIR OLASILIKTA GERÇEKLEŞME VE ONTOLOJİK AÇIKLIK
    4.1 Sürekli Olasılık Uzaylarında Gerçekleşme

Sürekli olasılık uzayları, klasik determinist görüşün ötesine geçerek, rastlantısallık ve belirsizlik üzerine temellenmiş bir gerçeklik modeline işaret eder. Bu tür uzaylarda, sonsuz sayıdaki olası durumdan herhangi birinin gerçekleşme olasılığı sıfırdır. Buna rağmen bu durumların birisi yine de gerçekleşir. İlk bakışta çelişkili gibi görünen bu durum, aslında sürekli örnek uzaylarının matematiksel yapısına içkin bir özelliktir.

Örneğin, [0,1] aralığında gerçek sayılar kümesini düşünelim. Bu aralık içindeki her bir tekil sayının olasılığı sıfırdır. Ancak bu aralıktan rastgele bir sayı seçildiğinde, bu sıfır olasılıklı durumlardan biri kesinlikle seçilmiş olur. Bu, sürekli uzayların doğasında yatan ölçü kuramına dayanan bir özelliktir: Sonsuz sayıdaki sıfır olasılıklı olayların birleşimi, toplamda 1 olasılığına denk gelir. Yani gerçekleşme, bireysel değil toplu potansiyel içinden seçilen bir durumdur.

Bu yapı, klasik olasılık kuramının ötesine geçer ve gerçekliğin deterministik değil, olasılıksal ve potansiyel bir düzenle işlediğini düşündürür. Olasılığın burada yalnızca bilgi eksikliğinden değil, evrenin yapısal potansiyelliğinden kaynaklandığı söylenebilir. Sürekli olasılık uzayları, bireysel neden-sonuç ilişkilerinin ötesinde bir “potansiyel belirlenim” modelini zorunlu kılar. Her olay, sonsuz potansiyeller içinden seçilir; bu seçim ise yalnızca geçmiş koşullarla değil, sistemin bütünsel yapısı ve ilişkisel durumu ile ilgilidir.

Bu bağlamda sürekli olasılık uzaylarındaki gerçekleşme, Laplace’ın cini gibi mutlak bilgi idealinin yerine, belirsizlik içinde anlamlılık ve düzen barındıran bir evren fikrini koyar. Gerçekleşen olayın sıfır olasılıklı olması, onun imkânsız olduğu anlamına gelmez; bilakis, sonsuz potansiyeller içinden seçilmiş anlamlı bir ilişkiselliği temsil eder. Böylece determinizm, yerini ilişki ve potansiyel temelli bir gerçeklik anlayışına bırakır.

4.2 Ontolojik Belirsizlik: Bilgi Eksikliği mi, Gerçeklik İlkesi mi?

Modern fiziğin ortaya koyduğu en radikal dönüşümlerden biri, belirsizliğin doğadaki yerini yalnızca bir epistemik eksiklik olarak değil, aynı zamanda ontolojik bir ilke olarak kavramamız gerektiği yönündedir. Bu dönüşümün temel taşları arasında Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi, Bell Teoremi ve Anton Zeilinger’in önderliğinde gerçekleştirilen kuantum dolanıklık deneyleri yer alır. Bu çığır açıcı gelişmeler, evrendeki belirsizliğin yalnızca gözlemcinin bilgi eksikliğinden kaynaklanmadığını, bilakis doğanın temel yapısının kendisinin belirlenimsizlik taşıdığını göstermektedir.

Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi’ne göre, bir parçacığın konumu ve momentumu aynı anda sonsuz hassaslıkla ölçülemez. Bu yalnızca ölçüm araçlarının sınırı değil, doğanın kendi sınırıdır. Bu, determinizmin temel iddiası olan “gelecek geçmişten kesinlikle çıkarılabilir” görüşünü temelden sarsar. Parçacıkların gelecekteki konumları ve hızları, yalnızca bizim onları bilemediğimiz için değil, doğada bu bilgilerin birlikte belirli olmaması nedeniyle öngörülemezdir.

John Bell’in teoremi ve onu takip eden deneyler — özellikle Alain Aspect’in ve sonrasında Anton Zeilinger’in dolanıklık deneyleri — evrenin yerel ve gizli değişkenlerle açıklanamayacağını ortaya koyarken şu boşlukları deneysel olarak kapatmıştır;

Seçim özgürlüğü açığı:

Yani “Eğer ölçüm cihazının ayarları (örneğin hangi yönü ölçeceği), parçacıklar gönderilmeden önce bir şekilde belirlenmişse; o zaman deneydeki korelasyonlar, kuantum dolanıklıkla değil, önceden kurulmuş bir gizli düzenleme ile açıklanabilir.” 2017’de yapılan bir deneyde ölçüm ayarlarını seçmek için 7 milyar yıl uzaklıktaki kuasar ışığı kullanıldı.

Yani: Ayarlar, evrenin çok uzak geçmişinden gelen ışıkla belirlenerek; böylece yerel bir nedenin onları etkileme ihtimali ortadan kaldırıldı ve bu açık kapatıldı.

Tespit (algılama) açığı:

Yani parçacıkların sadece bir kısmı tespit edilebiliyorsa, deney sonuçları bu "ölçülen alt küme"ye dayanır. O zaman çıkan sonuçlar tüm sistemin değil, sadece ölçülenlerin istatistiğini yansıtabilir. Bu da “gizli değişkenler aslında vardı ama biz onları ölçemedik” iddiasına kapı aralıyordu. Zeilinger, yüksek verimli dedektörlerle ve veri toplama sistemleriyle bu açığı kapattı.

Yerellik açığı:

Eğer iki ölçüm cihazı birbirlerini etkileyebilecek kadar yakınsa, o zaman ortaya çıkan korelasyonlar yerel etkileşimler (bilgi alışverişi) ile açıklanabilir.

Yani: Parçacıklar arasında gerçekten bir dolanıklık yoktur, sadece ölçüm cihazları birbirine sinyal göndermiştir. Deneyler uzamsal olarak ayrılmalı ve aralarındaki iletişim ışık hızından daha yavaş olmalıdır. Zeilinger ne yaptı? Ölçüm istasyonlarını kilometrelerce uzağa yerleştirerek, ölçümün gerçekleşme süresi içinde herhangi bir sinyalin diğer tarafa ulaşamayacağı şekilde tasarladı. Bu sayede yerel etki ihtimali kapatıldı.

Zeilinger’in bütün bu açıkları kapatması, aslında evrenin en temelde determine olmadığını ciddi bir şekilde gösterdi.

 Yani doğa, klasik anlamda bir nedensel zincir içinde hareket etmemekte; uzak parçacıklar arasında anlık ve nedensellik dışı ilişkiler kurulabilmektedir. Bu, klasik nedensellik ve lokalite anlayışlarını altüst eder.

Zeilinger’in özellikle vurguladığı bir diğer nokta, ölçüm öncesinde parçacıkların sahip olduğu özelliklerin klasik anlamda var olmadığıdır. Ölçüm, parçacıkların belirli bir özellik kazanmasını sağlayan ilişkisel bir olaydır. Bu bağlamda, doğada var olan şeyler, belirli ve sabit nesneler değil; potansiyellerdir. Gerçeklik, oluş hâlindedir; durağan değil, dinamik bir süreçtir.

Bu gelişmeler ışığında, doğadaki belirsizliğin yalnızca insan bilgisinin eksikliğiyle değil, doğanın ontolojik yapısıyla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Evren, mutlak belirlenmişlik üzerine değil, potansiyellerin gerçekleşme olasılığı üzerine kuruludur. Her olay, yalnızca geçmişin bir sonucu değil, aynı zamanda potansiyeller arasındaki bir seçimin ürünüdür. Bu seçim, çoğu zaman rastlantısal değil, ilişkisel bir bağlam içinde ortaya çıkar.

Ontolojik belirsizlik, böylece bilginin sınırlarını değil, varlığın doğasını ifade eder. Bu bağlamda klasik determinizm yalnızca aşılmakla kalmaz; yerine, ilişkisel ve potansiyel temelli bir varlık anlayışı konur. Varlık, durağan bir gerçeklik değil; sürekli oluş hâlindeki, ilişkilerle örülü bir potansiyel ağdır. Bu da determinizmin epistemolojik ve ontolojik zemininin yerine, belirsizlik ve ilişkisellik temelli yeni bir paradigma önermektedir.

  1. GERİYE DÖNÜK ZORUNLULUK VE ZİHİNSEL KONFOR
    5.1 Determinizmin Epistemik Konforu: Geriye Dönük Zorunluluğun Psikodinamiği

İnsan zihni, doğası gereği düzen ve açıklık arayışındadır. Bu bilişsel eğilim, özellikle olmuş olaylara yönelik olarak nedensel açıklamalar üretme güdüsünü doğurur. "Olduysa demek ki olacaktı" şeklindeki argümanlar, çoğu zaman felsefi ya da bilimsel bir zorunluluktan değil, psikolojik güvenlik ihtiyacından kaynaklanır. Belirsizlik, zihinsel açıdan rahatsız edicidir ve bu nedenle geçmişe bakarak olayları kaçınılmaz ve zorunlu bir dizge içinde görme eğilimi gelişir.

Bu eğilim, determinizmi yalnızca bir ontolojik pozisyon değil, aynı zamanda epistemolojik bir konfor alanı hâline getirir. İnsan zihni için geçmişte gerçekleşmiş bir olayın açıklamasını yapmak, gelecekte olabilecek belirsiz senaryolarla başa çıkmaktan çok daha kolaydır. Bu da determinizmin, özellikle geriye dönük olarak, sahte bir kesinlik ve anlam bütünlüğü sunan bir anlatıya dönüşmesine neden olur.

Böylesi bir anlatı, olayların yalnızca tek bir şekilde olabileceği yanılgısını doğurur. Oysa ontolojik düzlemde gerçeklik, çok sayıda potansiyelin iç içe geçtiği, çoğulluğun ve rastlantısallığın var olduğu bir alanı ifade eder. Geriye dönük zorunluluk anlatısı, bu çoğulluğu göz ardı eder ve olmuş olanı mutlaklaştırır. Bu da determinizmin, açıklayıcı bir ilkeden çok, psikolojik rahatlık sağlayan bir kurguya dönüşmesine yol açar.

Bu nedenle determinizm, yalnızca fiziksel yasaların bir sonucu değil; aynı zamanda insanın anlam arayışı, kontrol ihtiyacı ve belirsizlikle başa çıkma stratejisinin bir ürünü olarak da değerlendirilmelidir. Determinizmin epistemik konforu, onu bilimsel değil, çoğu zaman antropolojik ve psikodinamik bir fenomen hâline getirir. Gerçekliği anlamlandırmak için üretilmiş bir anlatı olmasına rağmen, bu anlatının sınırları ve varsayımları sorgulanmadan kabul edildiğinde, felsefi olarak indirgemeci ve yanıltıcı sonuçlara yol açabilir.

  1. İLİŞKİSEL BELİRLENİM ve İLİŞKİSEL NEDENSELLİK
    6.1 Temel Tez: Nedensellikte Sabit Zincirlerden İlişkisel Açılımlara

Önerilen model, klasik determinizmin sabit, doğrusal ve tek yönlü neden-sonuç zincirlerinden radikal biçimde ayrılarak doğadaki süreçleri potansiyel uzayların dinamik, bağlamsal ve çoğul etkileşimi içerisinde yeniden düşünmeyi amaçlar. Bu anlayış, determinizmin temelinde yer alan tekil ve zorunlu belirleyiciliğe karşılık; olayların, birden çok potansiyelin ilişkisel etkileşim yoluyla açığa çıkması sonucu meydana geldiğini ve bu sürecin oluşsallık taşıdığını öne sürer. Bu modelin temel dayanakları şunlardır:

Potansiyel uzayların açıldığı: Doğadaki her durum, yalnızca tek bir sonuca değil; birçok farklı olasılığa gebedir. Potansiyel uzay, bu farklı olasılıkların birbirine bağlandığı, birbirini etkilediği bir alan oluşturur. Gerçekleşen olay, bu uzaydaki etkileşimlerin sonucu olarak ortaya çıkar.

İçsel ve dışsal ilişkilerin etkileştiği: Olayların yalnızca dışsal nedenlerle açıklanamayacağı, sistemin içsel dinamiklerinin ve kendine özgü yapısal gerilimlerinin de belirleyici olduğu kabul edilir. Bu, her olayın yalnızca dıştan etkilenmediği, aynı zamanda kendi iç yapısından doğan ilişkilerle şekillendiği anlamına gelir.

Bağlamın belirleyici olduğu: Aynı nedenin farklı bağlamlarda farklı sonuçlara yol açabileceği gerçeğinden hareketle, nedensellik sabit değil, bağlama duyarlı olarak düşünülür. Bağlam, hem içsel hem dışsal ilişkilerle birlikte anlam üretir ve nedensel sonuçları biçimlendirir.

Bu modelde nedensellik, artık sabit zincirlerle tanımlanan bir yapı değil; ilişkisel, çoğul ve değişken bir oluş sürecidir. Artık nedenler doğrudan sonuçları üretmek yerine, bir potansiyel uzay tanımlar. Bu potansiyel uzay, sistemin iç dinamikleri ve bağlamsal etkileşimleriyle birlikte çalışarak, hangi olasılığın gerçekleşeceğini belirler. Yani neden, yalnızca mümkün olanları belirler; hangi mümkünün gerçekleşeceği ise, bu potansiyel alanla kurulan ilişkiler üzerinden belirlenir. Bu süreç, Zurek’in evre uyumsuzluğu modeline benzer şekilde, çevresel etkileşimlerin belirli durumları ön plana çıkarması gibi düşünülebilir.

Günlük Hayattan Bir Örnek Vermek Gerekirse: Telefon çaldığında bu durum bir potansiyel uzay yaratır: telefonu açmak, görmezden gelmek, meşgule almak ya da sessize almak gibi farklı olasılıklar açılır. Ancak hangi seçeneğin gerçekleşeceği, sadece telefonun çalmasıyla değil, o anki psikolojik durumun, ortamın, kim aradığı bilgisinin, geçmiş deneyimlerin ve sosyal bağlamın etkisiyle ilişkisel olarak belirlenir. Tıpkı decoherence’da olduğu gibi, bağlamsal ilişkiler, potansiyellerden birini öne çıkarır ve onu 'gerçekleşmiş' kılar."

Parçacık Fiziğinde Bu Durumu Örneklemek Gerekirse: Bir elektronun bir çift yarık deneyinde hangi yarıktan geçtiği problemi oldukça açıklayıcıdır. Elektronun kaynağından fırlatılması 'neden'dir ve bu neden, elektronun potansiyel olarak her iki yarıktan da geçebilmesini sağlayan bir uzay oluşturur. Ancak bu potansiyellerin hangisinin gerçekleşeceği, sistemin bağlamına, yani çevredeki dedektörlerin varlığına, ortam koşullarına ve özellikle dışsal gözlemin/ilişkiye decoherence etkisine bağlıdır. Eğer dedektör yarıkların başına yerleştirilirse, elektron yalnızca bir yarıktan geçmiş gibi davranır; yani decoherence etkisiyle bir olasılık seçilmiş olur ve bu tamamıyla ilişkiseldir, çünkü ölçüm bir ilişkidir. Ancak dedektör yoksa, elektron kendi potansiyel uzayındaki tüm yolları 'birlikte' kullanır ve girişim deseni oluşur.

Dolayısıyla elektronun davranışı, yalnızca başlangıç koşullarına değil, içinde bulunduğu ilişkiler ağına bağlı olarak belirlenir. Bu, ilişkisel nedenselliğin mikrofizik düzeyde nasıl işlediğini gösteren çarpıcı bir örnektir."

Artık olaylar yalnızca geçmişin bir sonucu değil, aynı zamanda potansiyellerin geleceğe doğru açılımıyla birlikte değerlendirilir. Böylece ilişkiler aracılığı ile geri beslemeli, karşılıklı ve açılan bir süreç olarak düşünülür.

Bu yaklaşım yalnızca teorik bir önerme değil; kuantum fiziği, kompleks sistemler teorisi, kaos kuramı, evrimsel biyoloji ve çağdaş bilgi kuramı gibi pek çok bilimsel alanla doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda model, sabit neden yerine dinamik oluşu, tekil belirleyicilik yerine ilişkisel belirlenim ve açıklamayı, mutlak gerçeklik yerine potansiyel varoluşu merkeze alarak determinizmin sınırlı çerçevesinden çıkar ve daha kapsayıcı bir gerçeklik tasavvuru önerir. Bu yaklaşım, varlığı yalnızca olmuş olanla değil, olabilir olanla birlikte ilişkisel bir şekilde düşünmeye imkân sağlar.

6.2 Bilimsel Dayanaklar: Disiplinlerarası Bir Geçiş Alanı Olarak İlişkisel Nedensellik

İlişkisel nedenselliğin bilimsel temelini oluşturan dört önemli alan, yalnızca soyut felsefi kavramlar değil; aynı zamanda çağdaş bilimsel düşüncenin paradigmatik dönüşümlerini temsil eder. Kuantum mekaniği, Bayesyen mantık, bulanık mantık ve zihinsel bilişsel süreçler, klasik belirlenimci modelleri sarsarak daha bağlamsal, potansiyel-temelli ve ilişkisel bir düşünme tarzının zeminini inşa eder.

  • Kuantum mekaniği: Kuantum teorisi, özellikle Heisenberg’in belirsizlik ilkesi ve Schrödinger’in dalga fonksiyonu yorumlarıyla, ölçüm öncesi fiziksel sistemlerin yalnızca olasılık dağılımlarıyla ifade edilebileceğini göstermiştir. Burada 'durum' bir gerçeklik değil, potansiyel olarak gerçekleşebilir olasılıkların bir süperpozisyonudur. Bu durum, doğada kesin belirlenim yerine ontolojik belirsizliğin ve potansiyelin esas olduğunu ortaya koyar. Ölçüm anı, sistem ile ölçüm cihazı arasındaki ilişki aracılığıyla gerçekliğin belirli hâle geldiği, yani ilişkisel olarak 'oluştuğu' andır.
  • Bayesyen mantık: Bilginin sabit bir yapı değil, sürekli güncellenen bir olasılık dağılımı olduğu görüşünü temel alan Bayesyen yaklaşım, nedenselliği de mutlak nedenlerden ziyade koşullu olasılıkların değişken ilişkisi içinde ele alır. Bir hipotezin geçerliliği, yeni veriler ışığında sürekli yeniden değerlendirilir. Bu, nedenselliğin değişmez bir doğrultuda işlemediğini, bağlama göre şekillendiğini ve yeniden yapılandığını gösterir.
  • Bulanık mantık: Klasik mantığın ikili (0 ya da 1) yapısı yerine, bulanık mantık aralıklı ve geçişli değerlerle düşünmeyi mümkün kılar. 'Kısmen doğru' ya da 'belli bir oranda geçerli' gibi ara değerler, nedensellik ilişkilerini daha esnek ve bağlamsal bir biçimde ele almaya olanak tanır. Bu da doğadaki süreçlerin mutlak keskinlikte değil, dereceli ve çok boyutlu etkilerle geliştiğini ortaya koyar.
  • Zihinsel biliş: Modern bilişsel bilim, insan zihninin karar alma süreçlerinin sabit ve evrensel ilkelerle değil; içinde bulunulan bağlam, geçmiş deneyimler ve çevresel ilişkilerle şekillendiğini gösterir. İnsan, kararlarını yalnızca mantıksal çıkarımlarla değil; duygusal, sosyal ve deneyimsel ağlar içinde oluşturur. Bu bağlamda, nedensellik de insan zihninin işleyişinde ilişkisel, bağlamsal ve çok katmanlı bir süreçtir.

Bu dört bilimsel alan birlikte değerlendirildiğinde, sabit belirlenimci modellerin artık günümüzün epistemolojik ve ontolojik ihtiyaçlarını karşılamadığı ortaya çıkar. Onların yerine, sürekli açılan, etkileşimsel olarak şekillenen ve potansiyellerin gerçekleştiği bir ilişkisel gerçeklik anlayışı benimsenmelidir. Böylece bilim, yalnızca olmuş olanı açıklayan değil, olabilir olanı da anlayan bir çerçeve kazanır. İlişkisel nedensellik, bu çerçevenin temel taşıdır.

SONUÇ: Belirlenimin Dönüşümü, Nedenselliğin Yeniden İnşası

Klasik determinizm ve onunla iç içe gelişen natüralizm anlayışı, modern bilimsel devrimin epistemolojik temel taşlarından biri olarak, doğanın işleyişini evrensel, sabit ve önceden belirlenmiş yasalarla açıklamaya yönelmişti. Newton’un mekanik evreni, doğayı bir saat gibi çalışan, her parçası birbirine neden-sonuç ilişkisiyle bağlı bir sistem olarak kurgularken; Laplace’ın Cini bu çerçevenin düşünsel doruk noktası olmuştu. Bu modelde evren, tam bilgiye ulaşılabilirse, geçmişi ve geleceğiyle birlikte tamamen öngörülebilir bir bütün olarak kavranıyordu.

Ne var ki, 20. yüzyılda gelişen fizik, biyoloji, bilişsel bilimler ve bilgi kuramı alanları, bu mutlakçı vizyonun ciddi biçimde sorgulanmasına yol açmıştır. Kuantum mekaniğinde Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi, Bohr’un tamamlayıcılık anlayışı ve Born’un olasılık yorumu, gerçekliğin temel düzeyde rastlantısal (olasılıksal) doğasını ortaya koymuştur. Özellikle Bell eşitsizliklerinin ihlali ve Anton Zeilinger’in gerçekleştirdiği deneyler, klasik realizmin ve yerel determinizmin temel dayanaklarını sarsmış; doğada yalnızca epistemik değil, aynı zamanda ontolojik bir belirsizlik olduğunu göstermiştir.

Bu gelişmeler ışığında, ilişkisel ontoloji yalnızca klasik modele alternatif bir metafizik öneri değil; aynı zamanda bilimsel verilerle uyumlu, daha açık uçlu ve dönüşüme imkân tanıyan bir gerçeklik anlayışı sunar. Bu anlayış, gerçekliği yalnızca var olanların toplamı olarak değil, ilişkilerden oluşan dinamik bir yapı olarak kavrar. Dolayısıyla bilgi de, sabit nesnelerin temsilinden ziyade, etkileşimlerin ve farkların işlenmesiyle ortaya çıkan bağlamsal bir oluş olarak yeniden düşünülür.

İlişkisel nedensellik modeli, klasik nedenselliğin doğrusal, tek yönlü ve sabit yapısını terk ederek; potansiyel durumların, bağlamsal koşulların ve çoklu ilişkilerin eşzamanlı etkileşimiyle şekillenen çok katmanlı bir açıklama sunar. Burada neden, yalnızca geçmişin zorunlu izleri değil; aynı zamanda gelecekteki olasılıkların açığa çıkma biçimidir. Bu yönüyle potansiyellerin sürekli yeniden yapılandığı bir alan olarak kavranır.

Laplace’ın Cini ile simgelenen mutlak bilgi ideali, artık modern bilimin kendi içinden doğan teorik ve deneysel gelişmelerle geride bırakılmıştır. Yerine geçen ise, tamamlanamaz, kapanmamış, sürekli dönüşen ve ilişkilerle var olan bir gerçeklik modelidir. Bu model, yalnızca doğayı değil; insanı, bilinci ve toplumu da yeniden düşünmeye zorlayan bir paradigma değişimi anlamına gelir.

Sonuç olarak, ilişkisel ontoloji ilişkisel belirlenim ve ilişkisel nedensellik; yalnızca felsefî değil, aynı zamanda bilimsel, etik ve varoluşsal düzeyde köklü bir dönüşüm çağrısıdır. Epistemik konforun ötesine geçerek, oluşa açık bir düşünme tarzı geliştirmek, hem doğanın yapısını anlamak hem de insanın kendi yerini bu yapı içinde sorumlu bir şekilde konumlandırmak açısından yaşamsal bir önem taşır. Belirlenim artık mutlak bir zincir değil, ilişkisel bir yönelimdir; nedensellik ise sabit bir yasa değil, bağlamlar ve potansiyeller içinde ortaya çıkan canlı bir süreçtir.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

NESNE, ÖZNENİN ESİRİDİR

  Klasik Ontolojinin Krizi ve İlişkisel Varlığın İmkânı 1. Tanım ve Tahakküm: Bilgi mi, İktidar mı? İnsan zihninin en temel eğilimlerind...