GİRİŞ: Kötülüğün Felsefi Sorunsalı
Kötülük, insanlık tarihinin en kadim ve en sarsıcı sorunlarından biridir. Mitolojilerden teolojik sistemlere, felsefeden siyasete kadar geniş bir yelpazede kötülüğün ne olduğu, nereden geldiği ve nasıl önlenebileceği üzerine sayısız düşünce geliştirilmiştir. Bu çabaların bir kısmı kötülüğü aşkın ve mutlak bir varlıkla ilişkilendirmiş (örneğin teistik geleneklerdeki şeytan figürü gibi), bir kısmı ise kötülüğü bireyin iradesine, niyetine veya ahlaki zayıflıklarına indirgeyerek açıklamaya çalışmıştır. Ancak her iki yaklaşım da kötülüğü ya metafizik bir alana sürerek deneyimsel ve toplumsal bağlamından koparmış, ya da onu yalnızca bireyin içsel dünyasıyla sınırlayarak yapısal boyutlarını göz ardı etmiştir.
Oysa kötülük, yalnızca niyetlerin ya da inanç sistemlerinin konusu değil; toplumsal düzenin, varlık ilişkilerinin ve ontolojik tutumların içkin bir parçasıdır. Bu bağlamda kötülük, bireyin ya da toplumun farkı yok etmeye yada asimile etmeye yönelik bir tutumla yani farkı Kabul etmemekle doğrudan ilintilidir. Özellikle farkın tanınmaması, bastırılması ya da asimile edilmesi üzerinden işleyen tek yönlü özne nesne üzerinden kurulan aşkın ilişki yada ilişkisizlik formları, kötülüğün çağdaş dünyada aldığı en yaygın ve sistematik biçimleri oluşturur. Fark, ilişkisel ontolojinin temel ilkesi olarak, varoluşun çoğulluğunu ve açıklığını temsil ederken; onun bastırılması etik olduğu kadar ontolojik bir inkâr biçimi haline gelir.
Bu metin, kötülüğü aşkın bir güç ya da bireysel bir sapma olarak değil; farkın yok sayılması, bastırılması ya da eritilmesi üzerinden tanımlanan bir ilişkisel bozulma olarak kötülüğü ele alacaktır. Böylece kötülük, sabit bir doğaya sahip bir varlık değil, aşkın, tek yönlü, özne nesne üzerinden bir ilişki tarzının sonucu olarak kavranacaktır. Bu yaklaşım, etik düşünceyi metafizik soyutluklardan ya da psikolojik indirgemecilikten kurtararak, onu toplumsal ve ontolojik düzeyde yeniden düşünmeye davet eder.
Kötülük, insanlık tarihinin en temel, en sarsıcı ve en tartışmalı kavramlarından biridir. Dinî geleneklerden seküler felsefeye, etik tartışmalardan politik kuramlara kadar birçok alanda kötülüğün tanımı yapılmış; ancak bu tanımların çoğu ya metafizik bir kötülük anlayışına (örneğin teistik geleneklerdeki şeytani kötülük) ya da bireysel niyetlere dayalı bir kötülük tasarımına indirgenmiştir. Oysa kötülük, bireysel niyetlerden ve aşkın tasarımlardan daha çok, ilişkisel düzeyde, özellikle de farkın tanınmaması üzerinden kurulan bir varoluşsal pozisyondur. Bu metinde kötülük, "farkın bastırılması, silinmesi ya da asimile edilmesi" üzerinden yeniden tanımlanacaktır.
1. Farkın Ontolojik Değeri ve Kötülüğün Başlangıcı
Fark, yalnızca varlığın yan ürünü değil, bizzat varlığın kuruluş ilkelerinden biridir. Her şey, başka bir şeyden farklı olmasıyla belirlenir; yani fark, var olanı hem tanımlar hem de onun sınırlarını kurar. İlişkisel ontoloji bu perspektifi merkezine alarak, varlığı sabit ve yalıtık bir öz olarak değil, ilişkiler ağı içinde ortaya çıkan farklılıkların dinamik örgüsü olarak kavrar. Bu yaklaşıma göre birey, fark sayesinde oluşur; bireyleşme, sabitlikten değil, fark içindeki gerilimlerden, dönüşüm olanaklarından doğar. Bu nedenle fark, yalnızca epistemolojik bir kategori değil, aynı zamanda ontolojik bir gerekliliktir. Fark olmadan oluş yoktur, oluş olmadan da etik mümkün değildir.
Farkı bastırmak ya da silmek, yalnızca etik düzlemde bir ihlal değil, varlığın kendisine karşı işlenmiş bir suçtur. Çünkü farkın bastırılması, oluşun sürekliliğini kesintiye uğratır; bireyin ya da kolektif birimlerin kendi olma potansiyelini yok eder. Bu bağlamda kötülük, yalnızca fiziksel ya da sembolik bir zarar verme eylemi değil; varlığın çoğulluğunu tekilliğe indirgemeye yönelik her türlü müdahale biçiminde kendini gösterir. Farkın bastırılması, bireyleşmeyi durdurarak farklılıkları siler ve yaşamı tek tipleştiren bir düzene mahkûm eder.
Kötülüğün başladığı yer, bu farkın tehdit olarak algılandığı andır. Ötekinin varoluşu değil, ötekinin farklılığı tehdide dönüşür. Çünkü farklılık, egemen özne ya da sistem için öngörülemezlik, istisna ve kontrol edilemezlik anlamı taşır. Bu tehdit algısı bastırma, dönüştürme ya da yok etme reflekslerini doğurur. Farkla ilişkiye giremeyen yapılar, onunla yüzleşmek yerine onu silmeye ya da asimile etmeye çalışır. Böylece kötülük, yalnızca bireylerin bilinçli tercihlerinden değil, ilişkiye girme kapasitesinin eksikliğinden, yani ontolojik kapalılıktan doğar.
Bu nedenle kötülük, sabit ve evrensel bir doğaya sahip bir “karanlık yan” değil; farkı taşıyamayan, onunla birlikte var olamayan ilişki modellerinin ürünüdür. Her fark, ilişki için bir potansiyel içerirken; kötülük, bu potansiyelin yok sayılmasında, bastırılmasında ya da tekilliğe indirgenmesinde ortaya çıkar.
2. Kötülüğün Üç Biçimi: Bastırma, Yok Etme ve Asimilasyon
Kötülük, ilişkisel düzlemde farkla kurulamayan bir bağın sonucu olarak belirir ve bu bağlamda üç temel biçimde tezahür eder: bastırma, yok etme ve asimilasyon. Bu biçimler, farklılıkla başa çıkamayan öznenin ya da sistemin, fark karşısında geliştirdiği savunma reflekslerinin sistematikleşmiş halleri olarak okunabilir. Her biri, farkı tanımak ve onunla ilişki kurmak yerine, onu ortadan kaldırmayı, denetlemeyi ya da dönüştürmeyi hedefler.
Bastırma: Farklı olanın görünmezleştirilmesi, marjinalleştirilmesi ve kamusal ya da kültürel alandan dışlanması biçiminde işler. Bastırma, doğrudan fiziksel bir şiddet içermeyebilir; ancak ifade alanlarının daraltılması, temsiliyetin engellenmesi ve farkın toplumsal bilinçten silinmesi yoluyla daha yapısal ve uzun vadeli bir etki yaratır. Bu tür kötülüğe özellikle modern liberal toplumlarda sıkça rastlanır: sistemsel eşitsizlikler, medya sansürü, hukuki ve bürokratik ayrımcılık gibi formlar, bastırmanın kurumsallaşmış biçimleridir. Fark, burada “yok edilmeden önce susturulur.”
Yok Etme: Bu en çıplak ve en dramatik biçimiyle kötülük, fiziksel ya da sembolik anlamda ötekinin doğrudan ortadan kaldırılmasını içerir. Soykırımlar, etnik temizlikler, nefret cinayetleri, siyasi infazlar gibi olaylar, bu biçimin tarihsel örnekleridir. Yok etme, farklılığın artık tolere edilemez bir tehdit haline geldiği algısının sonucudur. Burada farkla kurulamayan ilişki, onu tamamen harici kılar; karşılıklı tanıma değil, mutlak dışlama söz konusudur.
Asimilasyon: Asimilasyon, farklı olanın fiziksel olarak yok edilmeden, sembolik ve kültürel düzeyde eritilerek ortadan kaldırılmasıdır. Bu biçim, daha rafine ve sistematik bir kötülük formudur. Fark, bu durumda tanınıyor gibi yapılır; ancak kendi içkin yapısına saygı gösterilmeden, egemen normların içine çekilerek nötralize edilir. Eğitim yoluyla tek dil, medya yoluyla tek temsil, hukuk yoluyla tek kimlik dayatmaları bu sürecin araçlarıdır. Asimilasyon, farkı inkâr etmeden yok etmenin stratejisidir; “senin farklılığını tanıyorum ama onu kendi kalıplarıma uydurarak kabul ediyorum” demekle, etik bir ilişki değil, tahakküm kurulur.
Bu üç biçim, çoğu zaman iç içe geçerek işler. Bastırma, yok etmenin ön aşaması olabilir; asimilasyon ise bastıramadığı farkı dönüştürmenin bir yolu olarak sahneye çıkar. Bu nedenle kötülüğün bu biçimlerini yalnızca ayrı kategoriler olarak değil, aynı zamanda farkla kurulamayan ilişkinin sürekliliği içinde işleyen farklı düzeyler olarak düşünmek gerekir.
3. Tarihsel Örneklerle Kötülüğün İfşası
Kötülüğün soyut bir kavram değil, somut tarihsel pratiklerle işleyen bir toplumsal ve siyasal gerçeklik olduğunu göstermek açısından tarihsel örnekler büyük önem taşır. Aşağıda ele alınan örnekler, kötülüğün farkı bastırma, yok etme ve asimile etme biçimlerinin kurumsallaşmış ve geniş çapta uygulanmış hâllerini temsil eder. Bu olaylar, yalnızca geçmişin dehşet verici anları değil; aynı zamanda bugünün etik sorumluluğu açısından yeniden düşünülmesi gereken hakikatlerdir.
Nazi Almanyası (1933–1945): Yahudiler, Romanlar, engelliler, eşcinseller ve siyasi muhalifler gibi farklılık arz eden toplumsal gruplar, Nazi rejimi tarafından "toplumsal saflığı" bozucu unsurlar olarak tanımlanmış, sistematik biçimde ayrıştırılmış, damgalanmış ve imha edilmiştir. Holokost, yalnızca bir soykırım değil; farkın fiziksel olarak ortadan kaldırılması üzerinden kurulan mutlak bir yok etme ideolojisinin tarihsel örneğidir. Nazi Almanyası’nda kötülük, farkın yaşamasına imkân tanımayan bir varoluş rejimi hâline gelmiştir.
Amerikan Yerli Soykırımı: 15. yüzyıldan itibaren Amerika kıtasında yerli halklara yönelik uygulamalar, doğrudan yok etme, zorla yerinden etme, biyolojik imha ve kültürel asimilasyon politikaları şeklinde gerçekleşmiştir. Yerli halkların inanç sistemleri, dilleri ve yaşam tarzları sistematik olarak bastırılmış, misyonerlik faaliyetleri ve devlet destekli eğitim politikalarıyla Hristiyanlaştırma ve Batılılaştırma süreçleri işletilmiştir. Bu süreçte kötülük hem fiziksel hem kültürel düzeyde işleyen çok katmanlı bir bastırma makinesine dönüşmüştür.
Kültürel Devrim (Çin, 1966–1976): Mao Zedong liderliğindeki Çin Komünist Partisi’nin başlattığı Kültürel Devrim, "proleter kültürün" inşası adına farklı düşünce yapılarını, geleneksel kültürel pratikleri, entelektüel üretimi ve bireysel ifade biçimlerini hedef almıştır. Eğitimli kesimler, öğretmenler, sanatçılar ve dini figürler düşman ilan edilmiş, milyonlarca insan kamusal aşağılamaya, zorla çalıştırmaya ya da fiziksel imhaya maruz kalmıştır. Bu örnek, farkı yok etmekle kalmayıp toplumun hafızasını da silmeyi hedefleyen ideolojik bir bastırma projesidir.
Kadın Cinayetleri ve Cinsiyet Temelli Şiddet: Günümüzde dahi devam eden kadın cinayetleri, kadının toplumsal varlık alanında özerk bir birey olarak yer alma hakkının hâlâ tehdit altında olduğunu göstermektedir. Kadınların boşanma, eğitim, çalışma ya da kendine ait kararlar alma yönündeki talepleri, ataerkil yapılar tarafından “normdan sapma” olarak görülmekte ve bu fark cezalandırılmaktadır. Bu durum, bireysel bir kötülük eyleminin ötesinde, toplumsal normların farkı bastıran ve asimile etmeye zorlayan bir sistem hâline geldiğini gösterir.
Bu örnekler, farkın tanınmamasının yalnızca bireyler arasında değil, siyasal, kültürel ve ekonomik yapılar içinde de nasıl sistematikleştirilebildiğini açıkça ortaya koyar. Kötülüğün bu tarihsel tezahürleri, onu yalnızca niyetle açıklamanın yetersizliğini; asıl sorunun farkla kurulamayan ilişki biçimlerinde, yani yapısal ve ontolojik kapanmalarda olduğunu göstermektedir.
4. Farkın Tanınmaması Olarak Ontolojik Kötülük
Kötülük, yalnızca bireysel bir eylem veya ahlaki bir sapma olarak değil; daha derin, varoluşsal bir pozisyonun sonucu olarak ele alınmalıdır. Bu bağlamda kötülük, bir bireyin ya da toplumun “fark”la karşılaştığında geliştirdiği ontolojik tutumun ürünüdür. Farkı tanımamak ya da bastırmak, yalnızca etik bir zayıflık değil; varlığın çoğulluğunu inkâr eden ontolojik bir kapalılaşma biçimidir. İlişkisel ontolojiye göre, varlık sabit bir öz değil; farklılıklar üzerinden belirip gelişen bir süreçtir. Dolayısıyla farkın bastırılması, bu süreci kesintiye uğratır, oluşu durdurur ve etik kapasiteyi felce uğratır.
Asimilasyoncu sistemler, farklılığı nötralize ederek, onu görünürde tanırken özsel olarak yok ederler. Tekçi kimlik politikaları, milliyetçi ve cinsiyetçi kodlar, dinî dogmatizmler ya da kültürel hegemonyalar, farklılıkları kendi normlarına tabi kılmak üzere yapılandırılır. Bu sistemler, farkı kendinde eriterek onu denetim altına alır ve bu da ontolojik olarak yok etmenin rafine bir biçimini temsil eder.
İlişkisel etik perspektiften bakıldığında, kötülük; farkla ilişki kuramama, farkı tanımama, bastırma, yok etme ve asimile hâlidir. Bu ilişkisizlik, yalnızca temas eksikliği anlamında değil; teması baskı, tahakküm ve tek yönlü belirlenim yoluyla kuran sahte ilişki biçimleri anlamında ele alınmalıdır. Buradaki ilişkisizlik, yalnızca yokluk değil; zorlayıcı, dönüştürücü olmayan bir sözde ilişki biçimidir. Bu tür ilişkilerde özneler eşit düzlemde yer almaz; biri diğerini tanımadan, onun farkını yok sayarak ilişki kurmaya çalışır, yani bu tür ilişkilerde öznenin nesneye tahakkümü, aşkınlığı söz konusudur. Bu, ilişki değil; iktidardır.
Gerçek etik ilişki, farkı bastırmadan onunla birlikte var olmayı gerektirir. Farkın kabulü, yalnızca hoşgörüyle sınırlı bir pasif tavır değil; aktif olarak ötekinin farkıyla birlikte kendini dönüştürebilme cesaretidir. Bu cesaretin yokluğu, varlığın kendisini tekil, mutlak ve kapalı bir yapı olarak kurmaya çalışan bir varoluşsal kapanmaya yol açar. Bu kapanma ise, yalnızca etik ilişkiyi değil; varlığın çoğulluğunu ve oluş potansiyelini de ortadan kaldırır.
Bu anlamda kötülük, bir eylemden ziyade bir konumlanma, bir duruş, bir yönelmedir. Farkı taşıyamayan, onu tehdit olarak gören, onunla ilişki kurmak yerine onu dönüştürmeye, bastırmaya ya da yok etmeye yönelen her tutum, kötülüğün kurucu zeminini oluşturur. Ontolojik düzeyde kötülük, yalnızca bir varlığı değil, onunla birlikte var olma ihtimalini de yok eder. Bu ise, sadece bir bireyi değil, bir dünya imkânını ortadan kaldırır.
SONUÇ: Kötülük Bir Niyet Değil, Farkın İnkarıdır
Bu çalışma, kötülüğü bireysel niyetlere, ahlaki zayıflıklara ya da aşkın metafizik güçlere indirgemek yerine, onun daha derin, daha yapısal ve daha ontolojik bir düzlemde konumlandığını savunmuştur. Gerçek kötülük, başka bir varlığın farklılığını bir tehdit olarak algılayıp onu bastırmaya, asimile etmeye ya da ortadan kaldırmaya yönelen varoluşsal bir duruştur. Bu kötülük türü yalnızca bireylerin tercihleriyle sınırlı değildir; aksine, toplumların normatif yapılarında, hukuki düzenlemelerde, eğitim sistemlerinde ve siyasal kurumlaşmalarda da kurumsallaşabilir.
Farkın inkârı, etik ilişkilerin değil, mutlak özdeşliğin ve tek tipleştirmenin arzusudur. Bu arzu, çoğulluğun taşıyamayacağı bir kapanmayı getirir; farklılık karşısında duyulan ontolojik tedirginlik, kontrol ve homojenlik talebine dönüşerek etik olanın önünü keser. Kötülük, işte bu noktada, farklı olanın varlık hakkına yönelmiş sistematik bir körlük, hatta bir tür epistemolojik ve ontolojik körleşme hâlidir. Bu körleşme yalnızca bilinç düzeyinde değil, toplumsal yapıların gündelik pratiklerinde de kendini yeniden üretir.
İyilik ise bu bağlamda, sabit ahlaki normlara uymaktan ibaret değil; farkla birlikte var olma cesaretini gösterebilmektir. Bu cesaret, yalnızca ötekinin farkını tanımakla kalmaz; aynı zamanda bu farkla kurulan ilişkide kendini de dönüştürmeye açıklık içerir. İlişkisel etik, etik olanı özdeşlikte değil, farkta; benzerlikte değil, çoğullukta; tahakkümde değil, eşitlik temelinde bir ilişkide arar.
Dolayısıyla, etik bir geleceğin inşası, farkların bastırılmadığı, farklılığın bir tehdit değil, birlikte var olmanın koşulu olarak görüldüğü bir ontolojik ve etik zeminle mümkündür. Bu zeminde kötülük, farkı yok sayan kapalı sistemlerin ve mutlaklık taleplerinin bir sonucu olarak teşhis edilirken; iyilik, farkla birlikte var olmayı mümkün kılan açıklığın, çoğulluğun ve dönüşümün pratiği olarak yeniden tanımlanır.
Farkla yaşamak, yalnızca etik bir görev değil, aynı zamanda varoluşsal bir sorumluluktur. Çünkü bir başkasının farkıyla birlikte var olmayı reddetmek, sadece onu değil, onunla birlikte mümkün olan bir dünyayı da ortadan kaldırmak demektir.
ÖZGÜRLÜĞÜN CÖMERTLİK BORCU VARDIR.
Camaron
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder