GİRİŞ: İyilik Kavramının Sorunsalı:
İyilik,
insanlık tarihinin en kadim sorularından birine işaret eder: Ne yapmalı? Bu
soru, yalnızca bireysel bir tutumun değil, aynı zamanda toplumsal düzenin,
etik ilişkilerin ve hatta ontolojik duruşların temelini belirler. Felsefe
tarihinde Platon'dan Aristoteles'e, Spinoza'dan Kant'a, Levinas'tan Derrida'ya
kadar birçok düşünür iyiliğin kaynağını, doğasını ve ölçütlerini sorgulamıştır.
Ancak bu sorgulamalar içinde ortak olan bir tema, iyiliğin sabit, evrensel ve
çoğu zaman aşkın bir norm üzerinden tanımlanmasıdır. Bu yaklaşım, iyiliği ya
tanrısal bir emir olarak ya da rasyonel bir yasa olarak sabitlemeye çalışır.
Bununla
birlikte, çağdaş düşünce özellikle 20. yüzyıldan itibaren etik olanın sabit
kategorilerle değil, ilişkisel durumlarla şekillendiğini ileri sürmeye
başlamıştır. Farklılığın, ötekiliğin ve çokluğun vurgulandığı bu yeni düşünsel
düzlemde, iyilik artık mutlak bir ilkeye değil, başkasıyla kurulan ilişkiye
göre tanımlanmalıdır, çünkü her ilişki farktır ve iki fark birbiriyle
etkileşmiştir. Bu bağlamda, iyiliğin özü, tekil durumlarda iki farkın
karşılıklı olarak farklılıklarına yönelik tutumlarında belirir. Bu tutum,
sadece yasalara uymak ya da iyi niyet taşımakla sınırlı kalmaz; bilakis
karşılaşmaların eşitsizliğinde, asimetrik ilişkilerin duyarlılığında ve
farkların korunmasında sınanır.
Bu
çalışmanın temel varsayımı, iyiliğin yalnızca bireysel niyetle ya da toplumsal
normla değil, varoluşsal bir ilişkisellik içinde anlam kazandığıdır. Çünkü
insan, başkasıyla olan ilişkisi içinde anlam bulan bir varlıktır. Bu nedenle
iyiliği, başkalarının farkını bastırmadan, onları dönüştürmeye çalışmadan
tanımak ve onlarla birlikte var olabilmek olarak düşünmek gerekir, tabi bu
durum bir karşılıklı ve içkin bir ilişki gerektirir.
Buradan
hareketle, bu metin iyiliği sabit bir tanım olarak değil, dinamik bir süreç ve
ilişkisel bir yönelim olarak ele almayı amaçlamaktadır. “İyilik nedir?”
sorusuna mutlak bir cevap aramak yerine, bu sorunun kendisinin hangi
varsayımlara dayandığını ve hangi ilişkisel zeminlerde anlam kazandığını
incelemek, bugünün çoğulcu ve çokkatmanlı dünyasında daha açıklayıcı bir
yaklaşım olacaktır.
1.
İyiliğin Tanımı: Farkı Kabul Etmek:
Bu
çalışmada iyilik, “farkı kabul etmek” olarak tanımlanmakta ve bu tanım klasik
ahlak felsefesindeki özcü ve evrenselci yaklaşımlardan bilinçli bir kopuşu
temsil etmektedir. İyilik, sabit normlara, tekil doğrulara ya da aşkın bir
ereğe bağlı olarak tanımlanamaz; çünkü yaşamın kendisi çoklu, değişken,ilişkiseldir
ve her insan biricik olmasından dolayı aynı zamanda bir farktır. Her birey hem
fiziksel hem de zihinsel düzlemde kendine özgü bir varoluş taşır. Bu
biriciklik, yani fark, ontolojik olarak kaçınılmaz ve yapısal bir gerçekliktir.
İnsanlar arasında doğuştan gelen ya da sonradan edinilen farklılıklar yalnızca
yüzeysel görünüşlerle sınırlı değildir; aynı zamanda düşünme biçimleri, değer
dünyaları, duygulanım tarzları ve dünyayla kurdukları ilişkilerin dokusunda da
çeşitlilik gösterir.
Bu
noktada iyilik, yalnızca bir davranış kategorisi değil, başkasının varoluşsal
farklılığına yönelik bir tanıma ve kabul etme pratiği olarak şekillenir. Bu
fark, kişisel tercihlerden çok daha derin, ontolojik bir düzeyde işler.
Dolayısıyla farklılığın kabulü, etik bir yükümlülük olduğu kadar, varlığa
saygının da göstergesidir. Farkı kabul etmek, bir tolerans ya da hoşgörü biçimi
değildir; zira hoşgörü, çoğu zaman egemen olanın ötekiyi tahammül sınırları
içinde kabul etmesi anlamına gelir. Hoşgörüde üstten bir onay, bir tahakküm
izleri taşır. Oysa farkı kabul etmek, ötekiyle eş düzlemde bir karşılaşmayı,
hakiki bir ilişkiselliği ve karşılıklı tanımayı içerir.
Bu
bağlamda, farkı kabul etmek, etik olanın başlangıcıdır. Bu başlangıç, yalnızca
teorik değil, aynı zamanda pratik bir zorunluluktur. Çünkü ilişkisel ontolojiye
göre varlık, ilişkisellik içinde kurulur; ve bu ilişkiler, ancak farklı olanın
kabulüyle mümkündür.
Bir
örnekle farkın kabülünü daha anlaşılır hale getirmeye çalışayım; Bir konferans çıkışında, bir
ateist felsefeci ile dindar bir fizik profesörü çay içerken varlık üzerine
tartışırlar. Felsefeci “Tanrı yoktur, her şey boşlukta salınan nedensiz
varlıklar” der. Bilimci ise “Yaratıcı olmalı, düzenli yapı bunu gerektirir” diye
ısrar eder.
Saatler geçtikçe, felsefeci bilincin
karmaşıklığını anlatırken bilimci etkilenir; bilimci ise evrenin ince ayarını
anlatırken felsefeci hayran kalır. Sonunda ikisi de birbirlerinin ontolojik
zeminine saygı duyar yani farkı karşılıklı olarak kabul ederler, karşısındakini
kendi anlam dünyasıyla var olmaya layık görür.
Hiçbiri inancını bırakmaz ama karşılıklı olarak farkın
varoluşuna alan açarlar. Artık birlikte sempozyum yapmaya karar verirler.
Bu karşılıklı kabul, epistemik etik bir uzlaşıdır; bir sentez değil, bir
etik ortak zemindir.
Varlık,
kendi başına ve yalıtık bir öz değil, farkların birbirini tanıyarak ördüğü bir
ağdır. Dolayısıyla iyilik, bu ağı koruyan, zedelemeyen, genişleten bir
yönelimdir. Her yeni fark, ilişki için yeni bir olasılık, yeni bir anlam alanı
sunar.
Bu
sebeple iyilik, sabit bir davranış normuna indirgenemez. Aksine, iyilik bir
etik sezgi, bir açıklık hâli, bir duyuş biçimidir. Farklı olanla birlikte var
olabilme, onunla çelişmeden yaşama alanı yaratabilme kapasitesidir. Bu
kapasite, yalnızca karşı tarafın tanınmasını değil, kişinin kendi varoluşunu da
yeniden kurmasını gerektirir. Zira ötekiyle kurulan her ilişki, benliği
dönüştürür; bu dönüşüme açık olmak ise etik olgunluğun göstergesidir.
2.
İlişkisel Ontoloji ve Farkın Özü:
İlişkisel
ontoloji, varlığı sabit, yalıtık ve kendi başına tamamlanmış bir öz olarak
değil, ilişkiler ağı içinde sürekli oluş halinde olan bir süreç olarak kavrar.
Bu düşünce çizgisi, özellikle Spinoza'nın monist sistemiyle başlayıp Whitehead,
Simondon, Barad ve Deleuze gibi düşünürlerde daha da gelişerek, varlığın
temelinde sabitlik değil, farklılık ve ilişkisellik olduğunu öne sürer. Bu
bağlamda, farklılık bir eksiklik ya da tehdit değil; bilakis varoluşun asli
unsurudur. Fark olmaksızın ilişki kurulamaz; ilişki olmaksızın da varlık
tanımlanamaz. Dolayısıyla fark, ilişkisel ontolojinin sadece nesnesi değil,
ilkesidir.
İlişkisel
düşüncede her varlık, ancak başkasıyla kurduğu ilişkiler yoluyla belirir ve
kendini gerçekleştirme imkânı bulur. Varlık, sabit bir kimlik değil; farkların
etkileşiminden doğan bir süreçtir. Bu yüzden bir öznenin kimliği, onun diğer
öznelerle ve dünyayla kurduğu ilişkilerle birlikte evrilir. Fark burada
ayrışmanın değil, bağ kurmanın aracıdır. Bu yüzden ilişkisel ontolojide fark,
bir bölünme değil, bir birleşme mantığıyla işler: “aynılık” bu anlamda,
farklılıklar arasında kurulan anlamlı bağın ürünüdür. Başka bir deyişle, bizim
aynılığımız, ancak farklılığımız sayesinde kurulur.
İlişkisel
ontolojide, farkı bastırmak ya da görmezden gelmek, yalnızca etik bir ihlal
değil, aynı zamanda ontolojik bir çöküştür, varlığa bir saldırıdır. Çünkü
farkın yokluğu, ilişkisizliği doğurur; ilişkisizlik ise varlığın içkin anlamını
yitirip sabit, soyut bir kimliğe dönüşmesine neden olur. Bu da hem bireyin hem
de topluluğun canlılığını ve dönüşme kapasitesini zayıflatır. Dolayısıyla fark,
ilişkisel bütünlüğün dinamiğidir. Onun bastırılması, yalnızca bireyler arası
ilişkiyi değil, kolektif varoluşun zeminini de sarsar.
Aynılık,
bu bağlamda farksızlık değil, farklıların ortak bir zeminde
karşılaşabilmesidir. Gerçek aynılık, farklıların bir bütünlük içinde bir
aradalığıdır. Tek tipleştirici değil, çoğulluğu mümkün kılan bir bağlanma
biçimidir. Bu nedenle ilişkisel ontoloji, farklılığı dışlamayı değil, onu
kurucu ve sürdürücü bir öğe olarak içerir.
Böylece
ilişkisel ontoloji, etik düşüncenin de zemini hâline gelir. Çünkü etik, ancak
farkın kabulüyle; yani farklı olanın karşılıklı varoluşsal özgüllüğüne saygıyla
başlayabilir. Farkla ilişki kuramayan bir sistem, etik olamayacağı gibi,
ontolojik olarak da çözümsüzlüğe mahkûmdur.
3.
Kötülüğün Kaynağı: Farkı Reddetmek ve Asimilasyon:
Kötülük,
yalnızca bir davranış biçimi ya da bireysel bir niyet sorunu değildir. O,
varlığa ve ilişkiye dair bir tutumun ürünüdür: farkı tehdit olarak görme ve bu
tehdide karşı bastırma, yok etme ya da asimile etme yoluyla tepki verme.
İlişkisel ontoloji açısından düşünüldüğünde, farkın bastırılması yalnızca etik
bir ihlal değil, aynı zamanda ontolojik bir inkârdır. Çünkü fark, varlığın
ilişkiselliğini mümkün kılan temel koşuldur. Fark yok sayıldığında ilişki
çöker, ilişki çöktüğünde ise etik anlam üretimi imkânsızlaşır.
Farkı
kabul etmeme, başkasının varoluşsal özgüllüğünü tanımayı reddetmek demektir. Bu
reddediş tarih boyunca bireysel ve kolektif düzeyde çok sayıda etik felakete
yol açmıştır. Kadın cinayetleri, etnik temizlikler, kültürel asimilasyon
politikaları, LGBTİ+ bireylere yönelik şiddet ve inkâr pratikleri, farkın
tehdit olarak kodlanmasının tarihsel tezahürleridir. Bu olayların ortak
noktası, ötekinin farkının tanınmaması değil, tam tersine o farkın tehdit,
bozulma ya da sapma olarak algılanmasıdır.
Kadının
boşanmak istemesi ya da kendi yaşamına dair özerk kararlar alması, ataerkil
zihin tarafından bir fark olarak görülür ve bu fark, mevcut normlara aykırı
olduğu için cezalandırılır. Aynı şekilde, etnik kimliklerin bastırılması, tek
tip yurttaşlık anlayışı içinde eritilmesi de bir tür fark yok etme pratiğidir.
Bu tür örneklerde kötülük yalnızca fiziksel şiddetle değil, sembolik
tahakkümle, kültürel silmeyle ve normatif inkârla işler.
Asimilasyon,
farklı olanı kendi merkezî normlara uydurarak yok etme biçimidir. Asimilasyonda
fark doğrudan imha edilmez; daha incelikli, daha yapısal bir şekilde eritilir.
Bu da kötülüğün en sinsi biçimidir. Çünkü ortada açık bir şiddet yokmuş gibi
görünür, fakat fark sessizce silinir. Tek dil, tek din, tek kimlik üzerine
kurulu eğitim politikaları, medya söylemleri ve yasa metinleri, farkı
görünmezleştirerek yok etmenin araçlarıdır.
Dolayısıyla
kötülük yalnızca aktif bir yıkım değil, aynı zamanda pasif bir bastırma ve
normatif bir silikleştirme sürecidir. Bu bağlamda, farkı tanımamak ya da tanısa
bile ona yaşam alanı açmamak, ontolojik ve etik düzeyde kötülüğün yeniden
üretimi anlamına gelir. Gerçek etik ilişki, farkla birlikte var olmayı göze
alabilen bir açıklık gerektirir. Bu açıklığın yokluğu, yalnızca bireyler arası
ilişkileri değil, kolektif yaşamın bütününü zedeleyen bir kötülük iklimi
üretir.
4.
İlişkisel Etik Olarak İyilik:
İlişkisel
etik, klasik ahlak kuramlarının çoğunda rastlanan evrensel normlara dayalı
eylem modellerinden farklı olarak, etiği sabit ilkelerden değil, karşılaşma
anlarında ortaya çıkan sorumluluk ilişkilerinden türetir. Bu bağlamda iyilik,
belirli ahlaki kurallara körü körüne itaat etmekten ziyade, her yeni farkla
kurulan ilişkinin özgüllüğüne duyarlı olabilme kapasitesidir. Bu kapasite, farkın
varoluşsal farklılığına duyarlılık gösterebilme, bu farklılık karşısında içsel
bir açıklık geliştirebilme ve bu açıklıkta kendi sınırlarını esnetebilmeyi
gerektirir.
İyilik
burada sabit bir “erdem” değil, dinamik bir etik yönelimi ifade eder. Bu
yönelim, her karşılaşmayı tekil bir olay olarak görmeyi ve bu olayda açığa
çıkan etik taleplere kulak vermeyi içerir. Farkı kabul eden özne, sadece farklı
olanı “hoş gören” değil, onunla ilişki kurarken kendisini de dönüştürmeye hazır
olan özne haline gelir. Bu, etik olanın yalnızca dışsal düzenlemelere değil,
içsel bir sorumluluk duygusuna ve diyalojik bir açıklığa dayanması anlamına
gelir.
İlişkisel
etik bağlamında iyilik, özne ile özne arasındaki asimetrik karşılaşmada ortaya
çıkan bir duyarlılık biçimidir. Bu duyarlılık, varlığa duyulan sorumluluk ve
farkın, farklı olanın birbirlerinin çağrısını işitmekle başlar; Simondoncu
anlamda ise farkla birlikte dönüşerek ortak bireyleşme alanı yaratmakla
derinleşir. Bu bağlamda iyilik, benliğin sabitliğini koruyarak ötekiyle “iyi
geçinmek” değil, benliğin esnekleşerek ötekiyle birlikte yeniden yapılandığı
bir etik dönüşüm sürecidir.
Bu
etik pozisyon, yalnızca bireyler arası ilişkilerde değil, kurumlar ve toplumlar
düzeyinde de dönüştürücü bir güç taşır. Çünkü farklılığı bastırmak yerine
onunla birlikte var olmayı esas alan bir etik anlayış, toplumsal barışın ve
çoğulculuğun da temelidir. Bu nedenle ilişkisel etik olarak iyilik, yalnızca
kişisel bir seçim değil, aynı zamanda kolektif bir inşa sürecidir.
Sonuç
olarak, iyilik, bir davranıştan çok bir varoluş biçimidir. Farkla birlikte
yaşayabilme, onunla anlamlı ilişkiler kurabilme ve bu ilişki içerisinde hem
kendini hem de ötekini dönüştürebilme cesareti, ilişkisel etiğin özüdür. İyilik
bu anlamda yalnızca bir etik edim değil, etik olana açılmış bir varlık halidir.
5.
Farkın İstismarı: Patoloji Olarak Sahte Farklar:
Fark,
ilişkisel ontolojide etik ve varoluşsal bir olanak olarak görülürken, tarihsel
ve güncel bağlamlarda kimi zaman istismar edilen bir kisveye de
dönüşebilmektedir. Gerçek fark, öznelerin biriciklikleri karşılıklı olarak
kabul edildiğinde, ilişki kuran, dönüştüren ve bireyleşmeyi destekleyen bir
alan açar. Bu tür bir fark zaten özünde şiddeti, baskıyı, yok etmeyi veya
asimilasyonu içermez. Farkın etik anlamı, onunla kurulan ilişkinin doğasında
açığa çıkar. Oysa bu etik fark anlayışı zaman zaman iktidar pratiklerinin
elinde araçsallaştırılarak “sahte farklar” biçiminde yeniden dolaşıma sokulur.
Sahte
fark, ötekine açılma kapasitesine sahip olmayan, kendisini eleştirel düşünceye
kapatan ve çoğu zaman mutlaklaştırılan bir kimlik formudur. Bu tür fark
iddiaları, genellikle diğerini bastırmak, tahakküm altına almak ya da yok
saymak amacıyla ortaya çıkar. “Benim farkım bu” diyerek başkasını ezen,
dışlayan veya marjinalleştiren tutumlar, gerçek farkı değil; fark kisvesi
altında işleyen tahakküm yapılarını temsil eder. Bu noktada fark bir ilişki
zemini olmaktan çıkar, bir üstünlük ve iktidar aracı hâline gelir.
Farkı
kabul eden özne, etik olarak bu türden bir tahakküme başvurmaz. Çünkü gerçek
anlamda farkı kabul etmek, karşıdakini dönüştürmeden, kendine benzetmeye
çalışmadan, onunla birlikte anlamlı bir varoluş alanı yaratma iradesiyle
gerçekleşir. Farkı araçsallaştıran özne ise kendi varlığını mutlaklaştırır;
diğerini ya kendine tabi kılmak ister ya da onun varlığını tehdit sayarak onu
ilişki dışına iter.
Bu
nedenle ilişkisel etik, sadece farkı tanımakla kalmaz; aynı zamanda sahte fark
temsillerine karşı eleştirel bir bilinç geliştirmeyi de zorunlu kılar. Bu
eleştirellik, kimliğin içinden yeniden düşünmeyi, her fark iddiasını sorumluluk
perspektifinden sınamayı ve farkın arkasına gizlenen iktidar biçimlerini ifşa
etmeyi içerir. Gerçek etik ilişki, yalnızca ötekine açık olmak değil; aynı
zamanda bu açıklığın içerdiği sorumluluğu taşımaya hazır olmaktır.
Farkın
sahte biçimlerde istismarı, yalnızca bireysel değil, toplumsal ve siyasal
düzeyde de etkili olabilir. Kimlik politikalarının sertleştiği,
ötekileştirmenin norm hâline geldiği ortamlarda, sahte farklar üzerinden
kurulan kutuplaşmalar, etik düşüncenin içini boşaltır. Bu bağlamda ilişkisel
etik, hem bireyler arası ilişkilerde hem de toplumsal yapılarda sürekli bir
eleştirel fark bilinci geliştirmenin yolunu açar.
SONUÇ:
İyilik Bir Davranış Değil, Bir Ontolojik Tutumdur:
Bu
çalışma, iyiliği farkın kabulü olarak tanımlayarak, klasik ahlak teorilerindeki
sabit ve evrensel normatif çerçevelerin ötesine geçen, dinamik ve ilişkisel bir
etik modeli ortaya koymayı hedeflemiştir. İyilik, bu bağlamda yalnızca belirli
davranış kalıplarına uymak ya da önceden belirlenmiş toplumsal kuralları
izlemek değil; ötekiyle kurulan ilişkinin niteliğinde açığa çıkan bir ontolojik
tutumdur. Bu tutum, farklı olanı bastırmak ya da asimile etmek yerine, onunla
birlikte var olmayı göze alabilen bir açıklıkla biçimlenir. Dolayısıyla iyilik,
bir erdem olarak değil, bir varlık tarzı olarak anlaşılmalıdır.
İlişkisel
etik anlayışı, iyiliğin kaynağını dışsal normlarda değil, içkin bir açıklık ve
duyarlılıkta bulur. Bu açıklık, her karşılaşmada yeniden sınanan,
sabitlenemeyen ve çoğulcu bir zeminde işleyen bir etik sezgidir. Farkı
bastırmak yerine onu duymaya, tanımaya ve onunla birlikte dönüşmeye istekli bir
tutum, ilişkisel etiğin temelidir. Bu bağlamda iyilik, sadece bireysel değil,
aynı zamanda kolektif bir sorumluluk alanıdır; toplumların ve kültürlerin
ötekiyle kurduğu ilişkinin biçimi, doğrudan iyiliğin toplumsal imkânlarını
belirler.
Gerçek
etik ilişki, farklı olanla kurulan ilişkidir. Bu ilişki, ancak sabit
özdeşliklerin değil, farkların tanınmasıyla ve sürdürülebilir diyaloglarla
mümkündür. İyilik, bu anlamda, özdeşliği önceleyen bir birlik değil; farklılığı
barındıran bir karşılaşma alanıdır. Farklı olanla birlikte yaşama, onu
dönüştürmeden tanıma ve onunla birlikte yeniden oluşa katılma, etik olanın asli
boyutudur.
İyiliği
bu şekilde tanımlamak, bizi sadece bireyler arası ilişkilerde değil; kurumlar,
yasalar ve siyasal yapılar düzeyinde de etik sorumluluklarla yüzleştirir.
Eğitimden hukuka, medyadan kültürel temsillere kadar her alan, farkı bastıran
değil, onu tanıyan ve çoğaltan bir zemin sunduğunda, etik olanın
yaşanabilirliği artar. Aksi hâlde, sabitlik, homojenlik ve asimilasyonun egemen
olduğu sistemlerde, iyilik yalnızca bir retorik olarak kalmaya mahkûmdur.
Bu
bağlamda sonuç olarak diyebiliriz ki: İyilik, bir davranış biçiminden çok daha
fazla, bir varoluş tarzıdır. İyilik; başkasına yer açma, onunla birlikte
dönüşebilme, onun farkını tanıma ve bu tanım içinde kendini dönüştürmeye
gönüllü olma cesaretidir. Bu cesaretin olduğu yerde, etik düşünce canlı kalır.
Bu yüzden iyilik, ilişkisel bir açıklıktır, bir dünyaya açılma biçimidir ve bir
etik sorumluluk çağrısıdır.
Aslında
bu farkla kabul ediş, aramızda bir farkın olmayışını anlamamıza yardım edecek;
çünkü bizim aynılığımız, farklılığımızda yatmakta.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder