18 Haziran 2025 Çarşamba

İlişkisel Etik: Farkın Tanınması Olarak İyilik

 

GİRİŞ: İyilik Kavramının Sorunsalı:

İyilik, insanlık tarihinin en kadim sorularından birine işaret eder: Ne yapmalı? Bu soru, yalnızca bireysel bir tutumun değil, aynı zamanda toplumsal düzenin, etik ilişkilerin ve hatta ontolojik duruşların temelini belirler. Felsefe tarihinde Platon'dan Aristoteles'e, Spinoza'dan Kant'a, Levinas'tan Derrida'ya kadar birçok düşünür iyiliğin kaynağını, doğasını ve ölçütlerini sorgulamıştır. Ancak bu sorgulamalar içinde ortak olan bir tema, iyiliğin sabit, evrensel ve çoğu zaman aşkın bir norm üzerinden tanımlanmasıdır. Bu yaklaşım, iyiliği ya tanrısal bir emir olarak ya da rasyonel bir yasa olarak sabitlemeye çalışır.

Bununla birlikte, çağdaş düşünce özellikle 20. yüzyıldan itibaren etik olanın sabit kategorilerle değil, ilişkisel durumlarla şekillendiğini ileri sürmeye başlamıştır. Farklılığın, ötekiliğin ve çokluğun vurgulandığı bu yeni düşünsel düzlemde, iyilik artık mutlak bir ilkeye değil, başkasıyla kurulan ilişkiye göre tanımlanmalıdır, çünkü her ilişki farktır ve iki fark birbiriyle etkileşmiştir. Bu bağlamda, iyiliğin özü, tekil durumlarda iki farkın karşılıklı olarak farklılıklarına yönelik tutumlarında belirir. Bu tutum, sadece yasalara uymak ya da iyi niyet taşımakla sınırlı kalmaz; bilakis karşılaşmaların eşitsizliğinde, asimetrik ilişkilerin duyarlılığında ve farkların korunmasında sınanır.

Bu çalışmanın temel varsayımı, iyiliğin yalnızca bireysel niyetle ya da toplumsal normla değil, varoluşsal bir ilişkisellik içinde anlam kazandığıdır. Çünkü insan, başkasıyla olan ilişkisi içinde anlam bulan bir varlıktır. Bu nedenle iyiliği, başkalarının farkını bastırmadan, onları dönüştürmeye çalışmadan tanımak ve onlarla birlikte var olabilmek olarak düşünmek gerekir, tabi bu durum bir karşılıklı ve içkin bir ilişki gerektirir.

Buradan hareketle, bu metin iyiliği sabit bir tanım olarak değil, dinamik bir süreç ve ilişkisel bir yönelim olarak ele almayı amaçlamaktadır. “İyilik nedir?” sorusuna mutlak bir cevap aramak yerine, bu sorunun kendisinin hangi varsayımlara dayandığını ve hangi ilişkisel zeminlerde anlam kazandığını incelemek, bugünün çoğulcu ve çokkatmanlı dünyasında daha açıklayıcı bir yaklaşım olacaktır.

1. İyiliğin Tanımı: Farkı Kabul Etmek:

Bu çalışmada iyilik, “farkı kabul etmek” olarak tanımlanmakta ve bu tanım klasik ahlak felsefesindeki özcü ve evrenselci yaklaşımlardan bilinçli bir kopuşu temsil etmektedir. İyilik, sabit normlara, tekil doğrulara ya da aşkın bir ereğe bağlı olarak tanımlanamaz; çünkü yaşamın kendisi çoklu, değişken,ilişkiseldir ve her insan biricik olmasından dolayı aynı zamanda bir farktır. Her birey hem fiziksel hem de zihinsel düzlemde kendine özgü bir varoluş taşır. Bu biriciklik, yani fark, ontolojik olarak kaçınılmaz ve yapısal bir gerçekliktir. İnsanlar arasında doğuştan gelen ya da sonradan edinilen farklılıklar yalnızca yüzeysel görünüşlerle sınırlı değildir; aynı zamanda düşünme biçimleri, değer dünyaları, duygulanım tarzları ve dünyayla kurdukları ilişkilerin dokusunda da çeşitlilik gösterir.

Bu noktada iyilik, yalnızca bir davranış kategorisi değil, başkasının varoluşsal farklılığına yönelik bir tanıma ve kabul etme pratiği olarak şekillenir. Bu fark, kişisel tercihlerden çok daha derin, ontolojik bir düzeyde işler. Dolayısıyla farklılığın kabulü, etik bir yükümlülük olduğu kadar, varlığa saygının da göstergesidir. Farkı kabul etmek, bir tolerans ya da hoşgörü biçimi değildir; zira hoşgörü, çoğu zaman egemen olanın ötekiyi tahammül sınırları içinde kabul etmesi anlamına gelir. Hoşgörüde üstten bir onay, bir tahakküm izleri taşır. Oysa farkı kabul etmek, ötekiyle eş düzlemde bir karşılaşmayı, hakiki bir ilişkiselliği ve karşılıklı tanımayı içerir.

Bu bağlamda, farkı kabul etmek, etik olanın başlangıcıdır. Bu başlangıç, yalnızca teorik değil, aynı zamanda pratik bir zorunluluktur. Çünkü ilişkisel ontolojiye göre varlık, ilişkisellik içinde kurulur; ve bu ilişkiler, ancak farklı olanın kabulüyle mümkündür.

Bir örnekle farkın kabülünü daha anlaşılır hale getirmeye çalışayım; Bir konferans çıkışında, bir ateist felsefeci ile dindar bir fizik profesörü çay içerken varlık üzerine tartışırlar. Felsefeci “Tanrı yoktur, her şey boşlukta salınan nedensiz varlıklar” der. Bilimci ise “Yaratıcı olmalı, düzenli yapı bunu gerektirir” diye ısrar eder.

Saatler geçtikçe, felsefeci bilincin karmaşıklığını anlatırken bilimci etkilenir; bilimci ise evrenin ince ayarını anlatırken felsefeci hayran kalır. Sonunda ikisi de birbirlerinin ontolojik zeminine saygı duyar yani farkı karşılıklı olarak kabul ederler, karşısındakini kendi anlam dünyasıyla var olmaya layık görür.

Hiçbiri inancını bırakmaz ama karşılıklı olarak farkın varoluşuna alan açarlar. Artık birlikte sempozyum yapmaya karar verirler. Bu karşılıklı kabul, epistemik etik bir uzlaşıdır; bir sentez değil, bir etik ortak zemindir.

Varlık, kendi başına ve yalıtık bir öz değil, farkların birbirini tanıyarak ördüğü bir ağdır. Dolayısıyla iyilik, bu ağı koruyan, zedelemeyen, genişleten bir yönelimdir. Her yeni fark, ilişki için yeni bir olasılık, yeni bir anlam alanı sunar.

Bu sebeple iyilik, sabit bir davranış normuna indirgenemez. Aksine, iyilik bir etik sezgi, bir açıklık hâli, bir duyuş biçimidir. Farklı olanla birlikte var olabilme, onunla çelişmeden yaşama alanı yaratabilme kapasitesidir. Bu kapasite, yalnızca karşı tarafın tanınmasını değil, kişinin kendi varoluşunu da yeniden kurmasını gerektirir. Zira ötekiyle kurulan her ilişki, benliği dönüştürür; bu dönüşüme açık olmak ise etik olgunluğun göstergesidir.

 

2. İlişkisel Ontoloji ve Farkın Özü:

İlişkisel ontoloji, varlığı sabit, yalıtık ve kendi başına tamamlanmış bir öz olarak değil, ilişkiler ağı içinde sürekli oluş halinde olan bir süreç olarak kavrar. Bu düşünce çizgisi, özellikle Spinoza'nın monist sistemiyle başlayıp Whitehead, Simondon, Barad ve Deleuze gibi düşünürlerde daha da gelişerek, varlığın temelinde sabitlik değil, farklılık ve ilişkisellik olduğunu öne sürer. Bu bağlamda, farklılık bir eksiklik ya da tehdit değil; bilakis varoluşun asli unsurudur. Fark olmaksızın ilişki kurulamaz; ilişki olmaksızın da varlık tanımlanamaz. Dolayısıyla fark, ilişkisel ontolojinin sadece nesnesi değil, ilkesidir.

İlişkisel düşüncede her varlık, ancak başkasıyla kurduğu ilişkiler yoluyla belirir ve kendini gerçekleştirme imkânı bulur. Varlık, sabit bir kimlik değil; farkların etkileşiminden doğan bir süreçtir. Bu yüzden bir öznenin kimliği, onun diğer öznelerle ve dünyayla kurduğu ilişkilerle birlikte evrilir. Fark burada ayrışmanın değil, bağ kurmanın aracıdır. Bu yüzden ilişkisel ontolojide fark, bir bölünme değil, bir birleşme mantığıyla işler: “aynılık” bu anlamda, farklılıklar arasında kurulan anlamlı bağın ürünüdür. Başka bir deyişle, bizim aynılığımız, ancak farklılığımız sayesinde kurulur.

İlişkisel ontolojide, farkı bastırmak ya da görmezden gelmek, yalnızca etik bir ihlal değil, aynı zamanda ontolojik bir çöküştür, varlığa bir saldırıdır. Çünkü farkın yokluğu, ilişkisizliği doğurur; ilişkisizlik ise varlığın içkin anlamını yitirip sabit, soyut bir kimliğe dönüşmesine neden olur. Bu da hem bireyin hem de topluluğun canlılığını ve dönüşme kapasitesini zayıflatır. Dolayısıyla fark, ilişkisel bütünlüğün dinamiğidir. Onun bastırılması, yalnızca bireyler arası ilişkiyi değil, kolektif varoluşun zeminini de sarsar.

Aynılık, bu bağlamda farksızlık değil, farklıların ortak bir zeminde karşılaşabilmesidir. Gerçek aynılık, farklıların bir bütünlük içinde bir aradalığıdır. Tek tipleştirici değil, çoğulluğu mümkün kılan bir bağlanma biçimidir. Bu nedenle ilişkisel ontoloji, farklılığı dışlamayı değil, onu kurucu ve sürdürücü bir öğe olarak içerir.

Böylece ilişkisel ontoloji, etik düşüncenin de zemini hâline gelir. Çünkü etik, ancak farkın kabulüyle; yani farklı olanın karşılıklı varoluşsal özgüllüğüne saygıyla başlayabilir. Farkla ilişki kuramayan bir sistem, etik olamayacağı gibi, ontolojik olarak da çözümsüzlüğe mahkûmdur.

3. Kötülüğün Kaynağı: Farkı Reddetmek ve Asimilasyon:

Kötülük, yalnızca bir davranış biçimi ya da bireysel bir niyet sorunu değildir. O, varlığa ve ilişkiye dair bir tutumun ürünüdür: farkı tehdit olarak görme ve bu tehdide karşı bastırma, yok etme ya da asimile etme yoluyla tepki verme. İlişkisel ontoloji açısından düşünüldüğünde, farkın bastırılması yalnızca etik bir ihlal değil, aynı zamanda ontolojik bir inkârdır. Çünkü fark, varlığın ilişkiselliğini mümkün kılan temel koşuldur. Fark yok sayıldığında ilişki çöker, ilişki çöktüğünde ise etik anlam üretimi imkânsızlaşır.

Farkı kabul etmeme, başkasının varoluşsal özgüllüğünü tanımayı reddetmek demektir. Bu reddediş tarih boyunca bireysel ve kolektif düzeyde çok sayıda etik felakete yol açmıştır. Kadın cinayetleri, etnik temizlikler, kültürel asimilasyon politikaları, LGBTİ+ bireylere yönelik şiddet ve inkâr pratikleri, farkın tehdit olarak kodlanmasının tarihsel tezahürleridir. Bu olayların ortak noktası, ötekinin farkının tanınmaması değil, tam tersine o farkın tehdit, bozulma ya da sapma olarak algılanmasıdır.

Kadının boşanmak istemesi ya da kendi yaşamına dair özerk kararlar alması, ataerkil zihin tarafından bir fark olarak görülür ve bu fark, mevcut normlara aykırı olduğu için cezalandırılır. Aynı şekilde, etnik kimliklerin bastırılması, tek tip yurttaşlık anlayışı içinde eritilmesi de bir tür fark yok etme pratiğidir. Bu tür örneklerde kötülük yalnızca fiziksel şiddetle değil, sembolik tahakkümle, kültürel silmeyle ve normatif inkârla işler.

Asimilasyon, farklı olanı kendi merkezî normlara uydurarak yok etme biçimidir. Asimilasyonda fark doğrudan imha edilmez; daha incelikli, daha yapısal bir şekilde eritilir. Bu da kötülüğün en sinsi biçimidir. Çünkü ortada açık bir şiddet yokmuş gibi görünür, fakat fark sessizce silinir. Tek dil, tek din, tek kimlik üzerine kurulu eğitim politikaları, medya söylemleri ve yasa metinleri, farkı görünmezleştirerek yok etmenin araçlarıdır.

Dolayısıyla kötülük yalnızca aktif bir yıkım değil, aynı zamanda pasif bir bastırma ve normatif bir silikleştirme sürecidir. Bu bağlamda, farkı tanımamak ya da tanısa bile ona yaşam alanı açmamak, ontolojik ve etik düzeyde kötülüğün yeniden üretimi anlamına gelir. Gerçek etik ilişki, farkla birlikte var olmayı göze alabilen bir açıklık gerektirir. Bu açıklığın yokluğu, yalnızca bireyler arası ilişkileri değil, kolektif yaşamın bütününü zedeleyen bir kötülük iklimi üretir.

4. İlişkisel Etik Olarak İyilik:

İlişkisel etik, klasik ahlak kuramlarının çoğunda rastlanan evrensel normlara dayalı eylem modellerinden farklı olarak, etiği sabit ilkelerden değil, karşılaşma anlarında ortaya çıkan sorumluluk ilişkilerinden türetir. Bu bağlamda iyilik, belirli ahlaki kurallara körü körüne itaat etmekten ziyade, her yeni farkla kurulan ilişkinin özgüllüğüne duyarlı olabilme kapasitesidir. Bu kapasite, farkın varoluşsal farklılığına duyarlılık gösterebilme, bu farklılık karşısında içsel bir açıklık geliştirebilme ve bu açıklıkta kendi sınırlarını esnetebilmeyi gerektirir.

İyilik burada sabit bir “erdem” değil, dinamik bir etik yönelimi ifade eder. Bu yönelim, her karşılaşmayı tekil bir olay olarak görmeyi ve bu olayda açığa çıkan etik taleplere kulak vermeyi içerir. Farkı kabul eden özne, sadece farklı olanı “hoş gören” değil, onunla ilişki kurarken kendisini de dönüştürmeye hazır olan özne haline gelir. Bu, etik olanın yalnızca dışsal düzenlemelere değil, içsel bir sorumluluk duygusuna ve diyalojik bir açıklığa dayanması anlamına gelir.

İlişkisel etik bağlamında iyilik, özne ile özne arasındaki asimetrik karşılaşmada ortaya çıkan bir duyarlılık biçimidir. Bu duyarlılık, varlığa duyulan sorumluluk ve farkın, farklı olanın birbirlerinin çağrısını işitmekle başlar; Simondoncu anlamda ise farkla birlikte dönüşerek ortak bireyleşme alanı yaratmakla derinleşir. Bu bağlamda iyilik, benliğin sabitliğini koruyarak ötekiyle “iyi geçinmek” değil, benliğin esnekleşerek ötekiyle birlikte yeniden yapılandığı bir etik dönüşüm sürecidir.

Bu etik pozisyon, yalnızca bireyler arası ilişkilerde değil, kurumlar ve toplumlar düzeyinde de dönüştürücü bir güç taşır. Çünkü farklılığı bastırmak yerine onunla birlikte var olmayı esas alan bir etik anlayış, toplumsal barışın ve çoğulculuğun da temelidir. Bu nedenle ilişkisel etik olarak iyilik, yalnızca kişisel bir seçim değil, aynı zamanda kolektif bir inşa sürecidir.

Sonuç olarak, iyilik, bir davranıştan çok bir varoluş biçimidir. Farkla birlikte yaşayabilme, onunla anlamlı ilişkiler kurabilme ve bu ilişki içerisinde hem kendini hem de ötekini dönüştürebilme cesareti, ilişkisel etiğin özüdür. İyilik bu anlamda yalnızca bir etik edim değil, etik olana açılmış bir varlık halidir.

5. Farkın İstismarı: Patoloji Olarak Sahte Farklar:

Fark, ilişkisel ontolojide etik ve varoluşsal bir olanak olarak görülürken, tarihsel ve güncel bağlamlarda kimi zaman istismar edilen bir kisveye de dönüşebilmektedir. Gerçek fark, öznelerin biriciklikleri karşılıklı olarak kabul edildiğinde, ilişki kuran, dönüştüren ve bireyleşmeyi destekleyen bir alan açar. Bu tür bir fark zaten özünde şiddeti, baskıyı, yok etmeyi veya asimilasyonu içermez. Farkın etik anlamı, onunla kurulan ilişkinin doğasında açığa çıkar. Oysa bu etik fark anlayışı zaman zaman iktidar pratiklerinin elinde araçsallaştırılarak “sahte farklar” biçiminde yeniden dolaşıma sokulur.

Sahte fark, ötekine açılma kapasitesine sahip olmayan, kendisini eleştirel düşünceye kapatan ve çoğu zaman mutlaklaştırılan bir kimlik formudur. Bu tür fark iddiaları, genellikle diğerini bastırmak, tahakküm altına almak ya da yok saymak amacıyla ortaya çıkar. “Benim farkım bu” diyerek başkasını ezen, dışlayan veya marjinalleştiren tutumlar, gerçek farkı değil; fark kisvesi altında işleyen tahakküm yapılarını temsil eder. Bu noktada fark bir ilişki zemini olmaktan çıkar, bir üstünlük ve iktidar aracı hâline gelir.

Farkı kabul eden özne, etik olarak bu türden bir tahakküme başvurmaz. Çünkü gerçek anlamda farkı kabul etmek, karşıdakini dönüştürmeden, kendine benzetmeye çalışmadan, onunla birlikte anlamlı bir varoluş alanı yaratma iradesiyle gerçekleşir. Farkı araçsallaştıran özne ise kendi varlığını mutlaklaştırır; diğerini ya kendine tabi kılmak ister ya da onun varlığını tehdit sayarak onu ilişki dışına iter.

Bu nedenle ilişkisel etik, sadece farkı tanımakla kalmaz; aynı zamanda sahte fark temsillerine karşı eleştirel bir bilinç geliştirmeyi de zorunlu kılar. Bu eleştirellik, kimliğin içinden yeniden düşünmeyi, her fark iddiasını sorumluluk perspektifinden sınamayı ve farkın arkasına gizlenen iktidar biçimlerini ifşa etmeyi içerir. Gerçek etik ilişki, yalnızca ötekine açık olmak değil; aynı zamanda bu açıklığın içerdiği sorumluluğu taşımaya hazır olmaktır.

Farkın sahte biçimlerde istismarı, yalnızca bireysel değil, toplumsal ve siyasal düzeyde de etkili olabilir. Kimlik politikalarının sertleştiği, ötekileştirmenin norm hâline geldiği ortamlarda, sahte farklar üzerinden kurulan kutuplaşmalar, etik düşüncenin içini boşaltır. Bu bağlamda ilişkisel etik, hem bireyler arası ilişkilerde hem de toplumsal yapılarda sürekli bir eleştirel fark bilinci geliştirmenin yolunu açar.

SONUÇ: İyilik Bir Davranış Değil, Bir Ontolojik Tutumdur:

Bu çalışma, iyiliği farkın kabulü olarak tanımlayarak, klasik ahlak teorilerindeki sabit ve evrensel normatif çerçevelerin ötesine geçen, dinamik ve ilişkisel bir etik modeli ortaya koymayı hedeflemiştir. İyilik, bu bağlamda yalnızca belirli davranış kalıplarına uymak ya da önceden belirlenmiş toplumsal kuralları izlemek değil; ötekiyle kurulan ilişkinin niteliğinde açığa çıkan bir ontolojik tutumdur. Bu tutum, farklı olanı bastırmak ya da asimile etmek yerine, onunla birlikte var olmayı göze alabilen bir açıklıkla biçimlenir. Dolayısıyla iyilik, bir erdem olarak değil, bir varlık tarzı olarak anlaşılmalıdır.

İlişkisel etik anlayışı, iyiliğin kaynağını dışsal normlarda değil, içkin bir açıklık ve duyarlılıkta bulur. Bu açıklık, her karşılaşmada yeniden sınanan, sabitlenemeyen ve çoğulcu bir zeminde işleyen bir etik sezgidir. Farkı bastırmak yerine onu duymaya, tanımaya ve onunla birlikte dönüşmeye istekli bir tutum, ilişkisel etiğin temelidir. Bu bağlamda iyilik, sadece bireysel değil, aynı zamanda kolektif bir sorumluluk alanıdır; toplumların ve kültürlerin ötekiyle kurduğu ilişkinin biçimi, doğrudan iyiliğin toplumsal imkânlarını belirler.

Gerçek etik ilişki, farklı olanla kurulan ilişkidir. Bu ilişki, ancak sabit özdeşliklerin değil, farkların tanınmasıyla ve sürdürülebilir diyaloglarla mümkündür. İyilik, bu anlamda, özdeşliği önceleyen bir birlik değil; farklılığı barındıran bir karşılaşma alanıdır. Farklı olanla birlikte yaşama, onu dönüştürmeden tanıma ve onunla birlikte yeniden oluşa katılma, etik olanın asli boyutudur.

 

İyiliği bu şekilde tanımlamak, bizi sadece bireyler arası ilişkilerde değil; kurumlar, yasalar ve siyasal yapılar düzeyinde de etik sorumluluklarla yüzleştirir. Eğitimden hukuka, medyadan kültürel temsillere kadar her alan, farkı bastıran değil, onu tanıyan ve çoğaltan bir zemin sunduğunda, etik olanın yaşanabilirliği artar. Aksi hâlde, sabitlik, homojenlik ve asimilasyonun egemen olduğu sistemlerde, iyilik yalnızca bir retorik olarak kalmaya mahkûmdur.

Bu bağlamda sonuç olarak diyebiliriz ki: İyilik, bir davranış biçiminden çok daha fazla, bir varoluş tarzıdır. İyilik; başkasına yer açma, onunla birlikte dönüşebilme, onun farkını tanıma ve bu tanım içinde kendini dönüştürmeye gönüllü olma cesaretidir. Bu cesaretin olduğu yerde, etik düşünce canlı kalır. Bu yüzden iyilik, ilişkisel bir açıklıktır, bir dünyaya açılma biçimidir ve bir etik sorumluluk çağrısıdır.

Aslında bu farkla kabul ediş, aramızda bir farkın olmayışını anlamamıza yardım edecek; çünkü bizim aynılığımız, farklılığımızda yatmakta.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

NESNE, ÖZNENİN ESİRİDİR

  Klasik Ontolojinin Krizi ve İlişkisel Varlığın İmkânı 1. Tanım ve Tahakküm: Bilgi mi, İktidar mı? İnsan zihninin en temel eğilimlerind...