24 Haziran 2025 Salı

NESNE, ÖZNENİN ESİRİDİR

 

Klasik Ontolojinin Krizi ve İlişkisel Varlığın İmkânı

1. Tanım ve Tahakküm: Bilgi mi, İktidar mı?

İnsan zihninin en temel eğilimlerinden biri, karşılaştığı şeyleri tanımlamak ve bu tanımlarla anlam üretmektir. Ancak bu tanımlama süreci, çoğu zaman sanıldığı kadar masum değildir. Zira bir şeyi tanımlamak, aynı zamanda onu belirli sınırlar içine hapsetmek anlamına gelir. Tanım, tanımlanan varlığın kendisini açmasına değil, tanımlayanın ona biçtiği forma göre şekillenmesine dayanır. Bu nedenle tanımlama edimi, bir bilme süreci olduğu kadar bir iktidar kurma biçimidir.

Burada önemli bir noktayı vurgulamak gerekir: Tanımlama edimi, etik dışı bir karakter taşır. Çünkü bir varlığın göz ardı ederek, onu yalnızca nesneleştirerek sabit bir form içinde tanımlamak, o varlığın dönüşüm ve gelişim potansiyelini yok saymaktır. Bu da öznenin, nesneleştirilerek sürekli bir etik dışı tahakküm altına girmesine sebep olur. Öznenin sabitlenmesi, onun özgürleşme ve özneleşme süreçlerinin engellenmesi anlamına gelir; yani tanımlama, sadece bilme süreci değil, aynı zamanda varlık üzerinde kurulan bir iktidar ilişkisi olarak işlev görür.

"Tanımlama, tanıtanın tanıtımıyla olmuyorsa, yani nesne olmaktan çıkıp özne olmuyorsa ya da siz onun özne olmasına müsaade etmiyorsanız, nesne üzerinden ancak atama yapmış oluyorsunuz."

Buradaki "atama", öznenin karşısındaki varlığı tanımak yerine, kendi zihinsel haritasına göre isimlendirmesidir yani nesneleştirmesidir. Bu ise tek yönlü bir ilişkidir, yani iktidar ilişkisidir, yani tek yönlü bir dayatmadır. Tanım, karşısındaki varlığı özne olarak görmüyorsa, o tanımın kendisi zaten eksiktir, çünkü burada öznenin kendini tanıtma eyleminden ziyade, öznenin bir başka özneyi nesneleştirerek etiketleme yani atama eylemi vardır yani karşılıklı bir eşitşizlik ilişkisi olarak iktidar kurulumudur. Çünkü gerçek tanıma, karşılıklıdır. Tanım, yalnızca tanıyanın değil, tanınanın da katkısıyla oluşur. Karşılıklı açıklık olmadan tanım, sadece bir susturma, makbulleştirme ve iktidari aracıdır — bir tahakküm jesti.

Ve çoğu zaman fark edilmez ki, bu tanımlama arzusu, düşüncenin kendisini bir esaret aracına dönüştürür. Düşünen, düşündüğünü sabitleyerek hükmetmek ister. Nesne bu şekilde "bilgi nesnesi" değil, "iktidar nesnesi" hâline gelir. Bu da onu bir etik dışı nesneleştirme pratiği olarak karşımıza çıkar.

2. Nesneleştirmenin Ontolojik Şiddeti

Tanım, bir iktidar kurma aracı olmanın ötesinde, bir ontolojik şiddet biçimi olarak da kendini gösterir. Klasik düşüncenin temel varsayımına göre, nesne, özne tarafından belirli bir şekle sokulabilen, dışsal bir varlık olarak kabul edilir. Bu bakış açısında nesne, öznenin dünyasında edilgen bir yer kaplar; değişmeyen, sabit bir şey olarak düşünülür. Ancak bu ontolojik kurgu, nesneyi anlamaya çalışırken aslında onu şiddetle biçimlendirmekte, kendi koşullarına hapsederek varlığını sınırlamaktadır.

Nesneleştirme, aslında bir tür görünmez şiddet uygular. Zihnimiz, karşılaştığı her şeyi, kendi kategori şemasına uydurmak için çaba gösterir. Ancak bu çaba, aslında karşısındaki varlığın özgürlüğünü elinden alır. Çünkü bir nesne, ancak değişmez olduğunda bir "şey" olarak tanımlanabilir; oysa bu, bir varlığın ontolojik olarak kısıtlanması anlamına gelir. Nesne, özne tarafından özerkliğinden yoksun bırakıldığında, varlığını kendi kendine belirleme yetisini kaybeder.

Bu bağlamda, nesneleştirme bir tür ontolojik şiddettir. Çünkü şiddet, sadece fiziksel bir zorbalık değildir; varlığın varlık olma biçimini değiştirmektir. Nesneleştirilen her şey, öznenin bakış açısına ve kategorizasyonuna göre şekillenir. Kendisini açığa çıkarma, değişme, ve ilişkiler kurma imkânı engellenmiş olur. Bu durumda nesne, aslında varlık değil, bir şey hâline gelir. Nesneleşmiş her şey, kendisini ifade edemez; bir dışsal faktör olarak, öznenin hükmü altına alınır.

Bu ontolojik şiddet, bilginin de sınırlarını çizer. Çünkü bilgi her şeyin sabitleştirilmesi, belirli kategorilere yerleştirilmesiyle var olur; ancak bu süreç, nesneleri ilişkilerden koparır. Nesneleştirilen her şey, ilişkisizlik içinde var olur ve bu da bilgiye ulaşma sürecini engeller. İlişkiler, varlıkların gerçek anlamda kendilerini gösterme ve değişme imkânını sunduğundan, nesneleştirme bu imkânı yok eder.

Tanımlamanın ve nesneleştirmenin ontolojik şiddeti, sadece bireysel bir düşünme hatası değil, bir toplumsal ve etik sorundur. Her nesne, bir özneye dönüşme potansiyelinden yoksundur. Bu potansiyel, sadece özgürleşmiş bir varlık olarak, ilişkisel bir varlık olarak ortaya çıkabilir. Varlık, yalnızca ilişkilerle gerçekliğe dönüşür.

3. Sabitlik ve İlişkisizlik: Klasik Ontolojinin Kısıtlamaları

Klasik düşünce, nesneyi sabit, değişmez ve ilişkisiz bir varlık olarak ele alır. Bu anlayışa göre, varlık ya özne ya da nesne olarak kategorize edilir. Öznenin etkinliği, dünyayı anlaması ve ona dair bilgi üretmesiyle sınırlıdır. Nesne ise öznenin dışındadır, edilgindir ve sabittir. Bu ontolojik çerçeve, varlıkların doğasını değişmez bir şekilde tanımlar ve onların hareketliliğini ya da ilişkisel özelliklerini göz ardı eder.

Fakat sabitlik, ilişkisizlikle de ilişkilidir. Çünkü bir şey değişmiyorsa, ona ilişkin hiçbir ilişki kurulamaz. İlişkisizlik, sabitliği ve durağanlığı doğurur. Bu sabitlik anlayışı, varlığın aslında gerçekten var olmasını engeller ve bu etik bir problemdir. Çünkü bir varlık, sabit ve ilişkiden kopmuş bir biçimde özdeşlik içinde kalır. Bu tür bir ontolojik anlayış, varlıkların evrimini, değişimini ve ilişkiler içindeki oluşumunu göz ardı eder.

Özne-nesne ayrımının bir sonucu olarak ortaya çıkan bu sabitlik anlayışı, varlıkları dışarıdan bakılan, izole edilmiş ve değişmez varlıklar olarak kavrar. Ancak bir varlık, ancak ilişki içinde var olabilir. Her değişim, bir ilişkiyi gerektirir. Bu nedenle, ilişkisizlik içinde tanımlanmış bir varlık, aslında gerçek anlamda varlık gösteremez. Sabitlik, evrimsel bir süreç olan oluşu engeller; çünkü bir şey ancak ilişkiler aracılığıyla olur, gelişir, evrilir.

İlişkisizlik, aynı zamanda etik dışı bir durumu da ortaya çıkarır. Çünkü bir varlık, ancak ilişkisel bir bağlamda var olursa, hakiki anlamda tanınabilir. Nesneleştirme, bir varlığı sabit ve ilişkilerden bağımsız kılarak, onun anlamını kısıtlar. Bu durumda özne, yalnızca kendisini tanımlamakla kalmaz, nesneleri de kendi anlayışına göre şekillendirir. Nesne, başka bir varlık olma potansiyelinden yoksundur. Fark, ilişki kurma yeteneğini kaybeder.

Klasik ontolojinin sabitlik anlayışı, varlığın hareketini ve değişimini dışlar. Ancak ilişkisellik, tam tersine, varlığın anlamını ilişkilerde bulur. Değişim ancak bu ilişkilerde mümkündür ve varlık, ancak bu ilişkilerle bir anlam kazanır. Sabit varlıklar, bir tür "ölü" düşünceler olarak kalır. Bir şey değişmiyorsa, bu onun varlık hakkına sahip olduğu anlamına gelmez. Gerçek varlık, dinamik bir süreçtir; bu süreç de ilişkiler üzerinden ilerler.

4. Farkın Ontolojisi: Özne-Özne İlişkisi ve Varlığın Açılımı

Varlığı anlamanın yolu, onu sabitlik, özdeşlik ve kapalılık üzerinden değil; fark, açıklık ve ilişki üzerinden düşünmekten geçer. Çünkü gerçek varlık, sadece mevcut olmakla değil, farklı olmakla da vardır. Her varlık, başka bir varlıktan farklı olmasıyla belirir. Fark, yalnızca epistemolojik değil; aynı zamanda ontolojik bir ilkedir.

Klasik özne-nesne ayrımı, farkı bastırır. Nesne, öznenin zihinsel kalıplarına uyduruldukça, farkını kaybeder. Oysa fark, bastırıldığında ilişki de kaybolur. Çünkü ancak farklı olanlar ilişkiye girebilir. Aynı olanlar arasında ilişki değil, yalnızca tekrar vardır. Gerçek ilişki, farkla mümkündür. Bu nedenle fark, sadece çeşitlilik değil, aynı zamanda etik bir çağrıdır: Farklı olanı bastırmak değil, onunla karşılaşmak ve birlikte var olmaktır.

Evrensel bir iyi olan farkın kabulü, özne-özne ilişkisinden ve ilişkisellikten geçer.”

Bu ifade, hem ontolojik hem etik düzeyde radikal bir fark yaratır. Çünkü farkın kabulü, nesneleştirme edimini sona erdirir. Artık karşısındaki varlığı sabit ve edilgin bir nesne olarak değil, özne olarak, yani değişen, dönüşen ve ilişki kuran bir varlık olarak tanımaya başlar insan. Bu durum, yalnızca bilme biçimini değil, var olma biçimini de dönüştürür. Artık düşünme, tahakküm değil; karşılaşma olur. Bilgi, sınırlama değil; açıklık olur. Varlık, kapanma değil; ilişkide açılma olur.

Bu bağlamda özne-özne ilişkisi, farkın tanınmasıyla mümkün olur. Karşısındakini özne olarak görmek, onun değişebilirliğini, söyleyebilirliğini ve ilişki kurabilirliğini kabul etmektir. Bu kabul, bir güç değil; bir açıklık, bir açıklama, bir karşılıklı varoluş biçimidir. Varlık artık tekil bir öz-değil, bir ilişkisel ağ olarak kurulur. Ve her varlık, kendiliğinden değil, ilişkilerinden doğar.

Dolayısıyla, farkı bastıran her sistem, aslında varlığı bastırır. Oysa:

“Varlık, ancak değiştiği kadar özgürdür; ilişki kurduğu kadar varlıktır.”

Bu cümle, klasik ontolojinin sabitlik ve özdeşlik üzerine kurulu yapılarını çözerken, ilişkisel ontolojinin temel ilkesini kurar:
“Fark, varlığın kaynağıdır. İlişki, bu farkların dansıdır. Özne olmak, başkasıyla fark içinde ilişkiye girebilmektir ve farkın kabulü bir iyilik ve sevgi eylemi olarak EVRENSELDİR”

5. Varlığın İlişkisel Yapısı ve Etik Açılımı

Varlık, klasik düşüncenin iddia ettiği gibi, sabit, kendi başına duran, içkin bir öz değildir. Varlık, bir şeyin kendi içinde olduğu değil, ilişki kurabildiği kadar var olabildiği bir oluş halidir. Her varlık, başka bir varlıkla kurduğu ilişki üzerinden belirir. Bu nedenle varlık, ne tek başına bir tözdür ne de soyut bir öz; varlık, ilişkilerin kendisidir.

Bu bakış açısı, yalnızca ontolojik değil; aynı zamanda etik bir devrimdir. Çünkü bir varlığı yalnızca kendisi için değil, ilişkileri içinde kavradığımızda, artık onu nesneleştiremez, sabitleştiremez, edilginleştiremeyiz. Onunla kurduğumuz ilişki artık tek yönlü bir bilgi aktı değil, karşılıklı bir tanıma ve tanınma sürecidir. Bu tanınma, farkı bastırmaz; aksine FARKI TANIYARAK varlık alanı açar.

Etik, bu bağlamda evrensel ilkelerden ya da aşkın normlardan değil, FARKIN TANINMASI VE KABULÜ üzerinden inşa edilir. Çünkü etik olan, sabit bir “iyi”nin uygulanması değil; İLİŞKİ İÇİNDE FARKI BASTIRMADAN YAŞAMAKTIR. Ve fark, ancak bir özneyle başka bir özne arasındaki ilişki içinde tanınabilir. Bu nedenle:

“İyilik, farkla ilişki kurma ve farkı tanıma cesaretidir. Kötülük ise, fark karşısında kapanma ve farkı eritip, yok edip yada asimile edip ilişkisizliğe düşürüştür.”

İlişkisellik, yalnızca felsefi bir pozisyon değil; aynı zamanda ontolojik bir hakikattir: Sabit olan değil, değişen vardır. İzole olan değil, ilişki kuran vardır. Ve bu ilişkisellik, varlığın hem temeli hem de özgürlük alanıdır. Çünkü:

“Varlık, ancak değiştiği kadar özgürdür; ilişki kurduğu kadar varlıktır.”

Bu cümle yalnızca bir metafizik ilke değil, aynı zamanda bir etik önermedir. Sabitlik köleliktir, çünkü ilişkisizliktir. Özgürlük, ilişkiden doğar. Bu yüzden etik, yalnızca kurallar değil; ilişkilerde açığa çıkan bir sorumluluktur. Varlık olmak, sadece “mevcut olmak” değildir; farklılıkla karşılaşıp onunla birlikte olabilmektir.

İlişkisel bir etik, özne-nesne ayrımını aşar. Karşındakini bir nesne gibi değil, bir fark olarak, bir başka özne olarak gördüğünde, artık onunla kurduğun ilişki tahakküm değil, tanıma olur. Bu tanıma, bir bilgi biçimi değil, bir birlikte var olma biçimidir.

Camaron

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

NESNE, ÖZNENİN ESİRİDİR

  Klasik Ontolojinin Krizi ve İlişkisel Varlığın İmkânı 1. Tanım ve Tahakküm: Bilgi mi, İktidar mı? İnsan zihninin en temel eğilimlerind...