Klasik Ontolojinin Krizi ve İlişkisel Varlığın İmkânı
1. Tanım ve Tahakküm: Bilgi
mi, İktidar mı?
İnsan zihninin en temel
eğilimlerinden biri, karşılaştığı şeyleri tanımlamak ve bu tanımlarla anlam
üretmektir. Ancak bu tanımlama süreci, çoğu zaman sanıldığı kadar masum
değildir. Zira bir şeyi tanımlamak, aynı zamanda onu belirli sınırlar içine
hapsetmek anlamına gelir. Tanım, tanımlanan varlığın kendisini açmasına değil,
tanımlayanın ona biçtiği forma göre şekillenmesine dayanır. Bu nedenle
tanımlama edimi, bir bilme süreci olduğu kadar bir iktidar kurma
biçimidir.
Burada önemli bir noktayı
vurgulamak gerekir: Tanımlama edimi, etik dışı bir karakter taşır. Çünkü bir
varlığın göz ardı ederek, onu yalnızca nesneleştirerek sabit bir form içinde
tanımlamak, o varlığın dönüşüm ve gelişim potansiyelini yok saymaktır. Bu da
öznenin, nesneleştirilerek sürekli bir etik dışı tahakküm altına girmesine
sebep olur. Öznenin sabitlenmesi, onun özgürleşme ve özneleşme
süreçlerinin engellenmesi anlamına gelir; yani tanımlama, sadece bilme süreci
değil, aynı zamanda varlık üzerinde kurulan bir iktidar ilişkisi olarak işlev
görür.
"Tanımlama, tanıtanın
tanıtımıyla olmuyorsa, yani nesne olmaktan çıkıp özne olmuyorsa ya da siz onun
özne olmasına müsaade etmiyorsanız, nesne üzerinden ancak atama yapmış
oluyorsunuz."
Buradaki "atama",
öznenin karşısındaki varlığı tanımak yerine, kendi zihinsel haritasına göre
isimlendirmesidir yani nesneleştirmesidir. Bu ise tek yönlü bir ilişkidir, yani
iktidar ilişkisidir, yani tek yönlü bir dayatmadır. Tanım,
karşısındaki varlığı özne olarak görmüyorsa, o tanımın kendisi zaten eksiktir,
çünkü burada öznenin kendini tanıtma eyleminden ziyade, öznenin bir başka
özneyi nesneleştirerek etiketleme yani atama eylemi vardır yani karşılıklı bir
eşitşizlik ilişkisi olarak iktidar kurulumudur. Çünkü gerçek tanıma,
karşılıklıdır. Tanım, yalnızca tanıyanın değil, tanınanın da katkısıyla oluşur.
Karşılıklı açıklık olmadan tanım, sadece bir susturma, makbulleştirme ve
iktidari aracıdır — bir tahakküm jesti.
Ve çoğu zaman fark edilmez
ki, bu tanımlama arzusu, düşüncenin kendisini bir esaret aracına dönüştürür.
Düşünen, düşündüğünü sabitleyerek hükmetmek ister. Nesne bu şekilde "bilgi
nesnesi" değil, "iktidar nesnesi" hâline gelir. Bu da onu bir etik
dışı nesneleştirme pratiği olarak karşımıza çıkar.
2. Nesneleştirmenin
Ontolojik Şiddeti
Tanım, bir iktidar kurma
aracı olmanın ötesinde, bir ontolojik şiddet biçimi olarak da kendini gösterir.
Klasik düşüncenin temel varsayımına göre, nesne, özne tarafından belirli bir
şekle sokulabilen, dışsal bir varlık olarak kabul edilir. Bu bakış açısında
nesne, öznenin dünyasında edilgen bir yer kaplar; değişmeyen, sabit bir şey
olarak düşünülür. Ancak bu ontolojik kurgu, nesneyi anlamaya çalışırken aslında
onu şiddetle biçimlendirmekte, kendi koşullarına hapsederek varlığını
sınırlamaktadır.
Nesneleştirme, aslında bir
tür görünmez şiddet uygular. Zihnimiz, karşılaştığı her şeyi, kendi
kategori şemasına uydurmak için çaba gösterir. Ancak bu çaba, aslında
karşısındaki varlığın özgürlüğünü elinden alır. Çünkü bir nesne, ancak değişmez
olduğunda bir "şey" olarak tanımlanabilir; oysa bu, bir varlığın
ontolojik olarak kısıtlanması anlamına gelir. Nesne, özne tarafından
özerkliğinden yoksun bırakıldığında, varlığını kendi kendine belirleme yetisini
kaybeder.
Bu bağlamda, nesneleştirme
bir tür ontolojik şiddettir. Çünkü şiddet, sadece fiziksel bir zorbalık
değildir; varlığın varlık olma biçimini değiştirmektir. Nesneleştirilen
her şey, öznenin bakış açısına ve kategorizasyonuna göre şekillenir. Kendisini
açığa çıkarma, değişme, ve ilişkiler kurma imkânı engellenmiş olur. Bu durumda
nesne, aslında varlık değil, bir şey hâline gelir. Nesneleşmiş her şey,
kendisini ifade edemez; bir dışsal faktör olarak, öznenin hükmü altına
alınır.
Bu ontolojik şiddet,
bilginin de sınırlarını çizer. Çünkü bilgi her şeyin sabitleştirilmesi,
belirli kategorilere yerleştirilmesiyle var olur; ancak bu süreç, nesneleri
ilişkilerden koparır. Nesneleştirilen her şey, ilişkisizlik içinde var
olur ve bu da bilgiye ulaşma sürecini engeller. İlişkiler, varlıkların gerçek
anlamda kendilerini gösterme ve değişme imkânını sunduğundan, nesneleştirme bu
imkânı yok eder.
Tanımlamanın ve
nesneleştirmenin ontolojik şiddeti, sadece bireysel bir düşünme hatası değil,
bir toplumsal ve etik sorundur. Her nesne, bir özneye dönüşme
potansiyelinden yoksundur. Bu potansiyel, sadece özgürleşmiş bir varlık olarak,
ilişkisel bir varlık olarak ortaya çıkabilir. Varlık, yalnızca
ilişkilerle gerçekliğe dönüşür.
3. Sabitlik ve İlişkisizlik:
Klasik Ontolojinin Kısıtlamaları
Klasik düşünce, nesneyi
sabit, değişmez ve ilişkisiz bir varlık olarak ele alır. Bu anlayışa göre,
varlık ya özne ya da nesne olarak kategorize edilir. Öznenin
etkinliği, dünyayı anlaması ve ona dair bilgi üretmesiyle sınırlıdır. Nesne ise
öznenin dışındadır, edilgindir ve sabittir. Bu ontolojik çerçeve, varlıkların
doğasını değişmez bir şekilde tanımlar ve onların hareketliliğini ya da
ilişkisel özelliklerini göz ardı eder.
Fakat sabitlik, ilişkisizlikle
de ilişkilidir. Çünkü bir şey değişmiyorsa, ona ilişkin hiçbir ilişki
kurulamaz. İlişkisizlik, sabitliği ve durağanlığı doğurur. Bu sabitlik
anlayışı, varlığın aslında gerçekten var olmasını engeller ve bu etik
bir problemdir. Çünkü bir varlık, sabit ve ilişkiden kopmuş bir biçimde özdeşlik
içinde kalır. Bu tür bir ontolojik anlayış, varlıkların evrimini, değişimini
ve ilişkiler içindeki oluşumunu göz ardı eder.
Özne-nesne ayrımının bir
sonucu olarak ortaya çıkan bu sabitlik anlayışı, varlıkları dışarıdan
bakılan, izole edilmiş ve değişmez varlıklar olarak kavrar. Ancak bir
varlık, ancak ilişki içinde var olabilir. Her değişim, bir ilişkiyi gerektirir.
Bu nedenle, ilişkisizlik içinde tanımlanmış bir varlık, aslında gerçek anlamda
varlık gösteremez. Sabitlik, evrimsel bir süreç olan oluşu engeller;
çünkü bir şey ancak ilişkiler aracılığıyla olur, gelişir, evrilir.
İlişkisizlik, aynı zamanda etik
dışı bir durumu da ortaya çıkarır. Çünkü bir varlık, ancak ilişkisel bir
bağlamda var olursa, hakiki anlamda tanınabilir. Nesneleştirme, bir varlığı
sabit ve ilişkilerden bağımsız kılarak, onun anlamını kısıtlar. Bu durumda özne,
yalnızca kendisini tanımlamakla kalmaz, nesneleri de kendi anlayışına
göre şekillendirir. Nesne, başka bir varlık olma potansiyelinden yoksundur. Fark,
ilişki kurma yeteneğini kaybeder.
Klasik ontolojinin sabitlik
anlayışı, varlığın hareketini ve değişimini dışlar. Ancak ilişkisellik, tam
tersine, varlığın anlamını ilişkilerde bulur. Değişim ancak bu
ilişkilerde mümkündür ve varlık, ancak bu ilişkilerle bir anlam kazanır.
Sabit varlıklar, bir tür "ölü" düşünceler olarak kalır. Bir şey
değişmiyorsa, bu onun varlık hakkına sahip olduğu anlamına gelmez. Gerçek
varlık, dinamik bir süreçtir; bu süreç de ilişkiler üzerinden ilerler.
4. Farkın Ontolojisi:
Özne-Özne İlişkisi ve Varlığın Açılımı
Varlığı anlamanın yolu, onu
sabitlik, özdeşlik ve kapalılık üzerinden değil; fark, açıklık ve ilişki
üzerinden düşünmekten geçer. Çünkü gerçek varlık, sadece mevcut olmakla değil, farklı
olmakla da vardır. Her varlık, başka bir varlıktan farklı olmasıyla
belirir. Fark, yalnızca epistemolojik değil; aynı zamanda ontolojik bir
ilkedir.
Klasik özne-nesne ayrımı,
farkı bastırır. Nesne, öznenin zihinsel kalıplarına uyduruldukça, farkını
kaybeder. Oysa fark, bastırıldığında ilişki de kaybolur. Çünkü ancak
farklı olanlar ilişkiye girebilir. Aynı olanlar arasında ilişki değil, yalnızca
tekrar vardır. Gerçek ilişki, farkla mümkündür. Bu nedenle fark, sadece
çeşitlilik değil, aynı zamanda etik bir çağrıdır: Farklı olanı bastırmak
değil, onunla karşılaşmak ve birlikte var olmaktır.
“Evrensel bir iyi olan
farkın kabulü, özne-özne ilişkisinden ve ilişkisellikten geçer.”
Bu ifade, hem ontolojik hem
etik düzeyde radikal bir fark yaratır. Çünkü farkın kabulü, nesneleştirme
edimini sona erdirir. Artık karşısındaki varlığı sabit ve edilgin bir nesne
olarak değil, özne olarak, yani değişen, dönüşen ve ilişki kuran bir
varlık olarak tanımaya başlar insan. Bu durum, yalnızca bilme biçimini değil, var
olma biçimini de dönüştürür. Artık düşünme, tahakküm değil; karşılaşma
olur. Bilgi, sınırlama değil; açıklık olur. Varlık, kapanma değil; ilişkide
açılma olur.
Bu bağlamda özne-özne
ilişkisi, farkın tanınmasıyla mümkün olur. Karşısındakini özne olarak görmek,
onun değişebilirliğini, söyleyebilirliğini ve ilişki kurabilirliğini kabul
etmektir. Bu kabul, bir güç değil; bir açıklık, bir açıklama, bir karşılıklı
varoluş biçimidir. Varlık artık tekil bir öz-değil, bir ilişkisel ağ olarak
kurulur. Ve her varlık, kendiliğinden değil, ilişkilerinden doğar.
Dolayısıyla, farkı bastıran
her sistem, aslında varlığı bastırır. Oysa:
“Varlık, ancak değiştiği
kadar özgürdür; ilişki kurduğu kadar varlıktır.”
Bu cümle, klasik ontolojinin
sabitlik ve özdeşlik üzerine kurulu yapılarını çözerken, ilişkisel ontolojinin
temel ilkesini kurar:
“Fark, varlığın kaynağıdır. İlişki, bu farkların dansıdır. Özne olmak,
başkasıyla fark içinde ilişkiye girebilmektir ve farkın kabulü bir iyilik ve
sevgi eylemi olarak EVRENSELDİR”
5. Varlığın İlişkisel Yapısı
ve Etik Açılımı
Varlık, klasik düşüncenin
iddia ettiği gibi, sabit, kendi başına duran, içkin bir öz değildir. Varlık,
bir şeyin kendi içinde olduğu değil, ilişki kurabildiği kadar var olabildiği
bir oluş halidir. Her varlık, başka bir varlıkla kurduğu ilişki üzerinden
belirir. Bu nedenle varlık, ne tek başına bir tözdür ne de soyut bir öz;
varlık, ilişkilerin kendisidir.
Bu bakış açısı, yalnızca
ontolojik değil; aynı zamanda etik bir devrimdir. Çünkü bir varlığı yalnızca
kendisi için değil, ilişkileri içinde kavradığımızda, artık onu
nesneleştiremez, sabitleştiremez, edilginleştiremeyiz. Onunla kurduğumuz ilişki
artık tek yönlü bir bilgi aktı değil, karşılıklı bir tanıma ve tanınma
sürecidir. Bu tanınma, farkı bastırmaz; aksine FARKI TANIYARAK varlık alanı
açar.
Etik, bu bağlamda evrensel
ilkelerden ya da aşkın normlardan değil, FARKIN TANINMASI VE KABULÜ
üzerinden inşa edilir. Çünkü etik olan, sabit bir “iyi”nin uygulanması değil; İLİŞKİ
İÇİNDE FARKI BASTIRMADAN YAŞAMAKTIR. Ve fark, ancak bir özneyle başka bir
özne arasındaki ilişki içinde tanınabilir. Bu nedenle:
“İyilik, farkla ilişki kurma
ve farkı tanıma cesaretidir. Kötülük ise, fark karşısında kapanma ve farkı
eritip, yok edip yada asimile edip ilişkisizliğe düşürüştür.”
İlişkisellik, yalnızca
felsefi bir pozisyon değil; aynı zamanda ontolojik bir hakikattir: Sabit
olan değil, değişen vardır. İzole olan değil, ilişki kuran vardır. Ve bu
ilişkisellik, varlığın hem temeli hem de özgürlük alanıdır. Çünkü:
“Varlık, ancak değiştiği
kadar özgürdür; ilişki kurduğu kadar varlıktır.”
Bu cümle yalnızca bir
metafizik ilke değil, aynı zamanda bir etik önermedir. Sabitlik köleliktir,
çünkü ilişkisizliktir. Özgürlük, ilişkiden doğar. Bu yüzden etik, yalnızca
kurallar değil; ilişkilerde açığa çıkan bir sorumluluktur. Varlık olmak, sadece
“mevcut olmak” değildir; farklılıkla karşılaşıp onunla birlikte olabilmektir.
İlişkisel bir etik,
özne-nesne ayrımını aşar. Karşındakini bir nesne gibi değil, bir fark olarak,
bir başka özne olarak gördüğünde, artık onunla kurduğun ilişki tahakküm değil, tanıma
olur. Bu tanıma, bir bilgi biçimi değil, bir birlikte var olma biçimidir.
Camaron
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder