4 Haziran 2025 Çarşamba

İnsanın Doğadan Kopuşunun Zihinsel Temelleri – İdealist Düşüncenin Ontolojik Yabancılaştırması Üzerine Bir Eleştiri

 

Giriş: Doğadan Zihinsel Kopuşun Kökenleri

İnsanın doğadan kopuşu, sanıldığının aksine yalnızca fiziki bir ayrılma değildir. Bu kopuş, çok daha derinlerde, zihinsel ve kavramsal düzeyde başlayan bir yabancılaşma sürecidir. İnsan, doğayı terk etmeden önce, doğaya dair düşünme biçimini terk eder. Başka bir deyişle, insan doğadan önce zihninde kopar. Bu zihinsel kopuş, epistemolojik düzeyde bilginin nesnesi olarak doğayı dışlamayı; ontolojik düzeyde doğanın gerçekliğini değersizleştirmeyi; etik düzeyde ise doğayla kurulan ilişkiyi araçsallaştırmayı beraberinde getirir.

Bu yazının temel tezi, bu zihinsel kopuşun başlıca nedeninin Platon’un ideacılığı olduğu yönündedir. Platon’un idealar öğretisi, gerçekliği ikiye ayırarak, duyusal olanı geçici, aldatıcı ve kusurlu; aşkın olanı ise hakiki, değişmez ve mutlak olarak tanımlar. Bu ayrım, sadece teorik bir modelleme değildir; insanın doğaya bakışını, doğayla ilişkilenme biçimini, hatta doğadaki varlıkların değerini belirleyen derin bir düşünsel sapmadır.

Platon’a göre, doğada bulunan her şey, ideal bir formun yalnızca silik ve eksik bir yansımasıdır. Bu anlayış, doğayı özsel anlamda değersizleştirir; çünkü doğada hiçbir şey, ideal forma tam anlamıyla ulaşamaz. Böylece doğa, sürekli “olması gereken”e göre yetersiz kalan, her zaman eksik ve düzeltilmesi gereken bir alan olarak görülür. İnsan zihni bu ideaların peşine düşerken, doğaya yönelmek yerine, zihinsel bir aşkınlık alanında, “olması gereken”e sadakat göstererek doğayla ilişkisini zayıflatır. Gerçeklik artık doğada değil, ideal dünyada konumlandırılmış olur.

Bu zihinsel kopuş, insanın doğayı olduğu gibi kabul edememesine, onu sürekli yeniden şekillendirme, düzeltme ve kontrol altına alma arzusuna yol açar. Doğaya karşı geliştirilen bu hâkimiyet arzusu, sadece düşünsel bir tercih değil; aynı zamanda uygarlık tarihinin ve doğa karşısındaki etik tutumun da belirleyicisidir. İnsan, doğadan yalnızca uzaklaşmaz; onu kendi ideallerine uydurmak adına bastırır, biçimlendirir, dönüştürür. Tüm bu sürecin başlangıç noktası ise, doğayı değil ideayı merkeze alan bir düşünce sisteminin tarihsel zaferidir.

1. İdealist Epistemolojinin Temeli: Platon’un İdealar Kuramı

Platon’un idealar kuramı, Batı düşünce geleneğinde gerçeklik anlayışına dair en etkili kırılmalardan birini temsil eder. Bu kurama göre, duyusal dünyada karşılaştığımız her nesne, aslında kendisinden daha yüksek düzeyde var olan bir 'idea'nın eksik, kusurlu ve geçici bir yansımasından ibarettir. Burada önemli olan, bu 'eksiklik' ve 'kusur'un yalnızca betimleyici değil, aynı zamanda değer yargısı taşıyan nitelikler olmasıdır. Yani duyusal olan sadece farklı değil, aynı zamanda daha değersiz, daha az gerçek kabul edilir.

Platon’un mağara alegorisinde de açıkça görüldüğü üzere, duyularla algılanan dünya, yalnızca ideaların gölgesidir. Gerçek bilgiye ulaşmak isteyen insan, bu gölgeler dünyasından kurtulmalı, ideaların dünyasına yönelmelidir. Bu düşünce biçimi, doğayı hakiki bir bilgi ve anlam kaynağı olmaktan çıkarır; onu bir yanılsama, bir sınav, hatta bir tuzak olarak görmeye başlar. Doğada karşılaştığımız her varlık, bu anlayışta yalnızca referansını ideada bulan bir 'bozulma hali'dir.

İşte bu noktada, doğa ile düşünce arasındaki bağ kopar. İnsan zihni, doğayı anlamak yerine, onu sürekli ideal formlarla karşılaştırarak yargılamaya başlar. Bu da doğanın kendi başına değerli, anlamlı ve öznel bir varlık alanı olduğu fikrinin silinmesine neden olur. Gerçek olan artık doğada değil, zihinde kurulan soyut, değişmez ve mutlak yapılardadır. Böylece doğa, anlamını yitirir; çünkü doğanın hakikati, kendisinde değil, başka bir yerde—yani aşkın idealar dünyasında—aramaya başlanır.

Bu düşünsel sapma, sadece teorik bir yanılgı değil, aynı zamanda yaşamsal bir kırılmadır. Çünkü insan artık doğayla ilişki kuran bir varlık değil, doğayı 'aşması' gereken bir varlık olarak tanımlanır. Bu yaklaşım, doğaya karşı geliştirilen tüm tahakküm biçimlerinin—tarımın doğayı biçimlendirmesi, modern bilimin doğayı kontrol altına alma arzusu, sanayileşmenin doğayı dönüştürme çabası—zihinsel temelini oluşturur. Yani Platon’un idealar öğretisi, yalnızca bir metafizik kuram değil; aynı zamanda doğayla kurduğumuz ilişkinin tarihsel kaderidir.

2. İdealin Peşinden Giden Zihin: Elma Örneği Üzerinden Kopuşun Psikolojisi

Günlük yaşamdan sade ama derin bir örnek düşünelim: bir elma. İnsan zihni, bu elmayı düşünürken çoğu zaman onu ideal bir biçimde hayal eder: kusursuz yuvarlaklıkta, parlak bir renkte, tam kıvamında bir tatta. Ancak doğaya gidip gerçek bir elmayla karşılaştığında, çoğunlukla o elma zihindeki bu mükemmel tasvire uymaz. Elmanın yüzeyi lekeli olabilir, rengi beklendiği kadar canlı olmayabilir, hatta tadı bile zihin tarafından kurgulanan “ideal tat”tan sapabilir. Bu durumda oluşan hayal kırıklığı ve hoşnutsuzluk, doğanın kendisinden değil; zihinsel beklentinin gerçeklikten, yani doğadan kopuk ideal imgelerden türetilmesinden kaynaklanır.

Bu örnekte ortaya çıkan kırılma, yalnızca bir estetik hayal kırıklığı değil, zihnin doğaya bakışında kökleşmiş olan idealist refleksin bir sonucudur. Mükemmellik, doğaya içkin bir nitelik değil; zihnin inşa ettiği bir kurmacadır. Ve bu kurmaca, doğayı yargılamanın ve dönüştürmenin meşrulaştırıcı zemini haline gelir. İnsan, doğada karşılaştığı nesneleri, olguları ya da varlıkları oldukları gibi anlamaya değil; onları zihinsel bir modelin ölçütlerine göre değerlendirmeye yönelir. Bu da yalnızca bireysel düzeyde bir memnuniyetsizlik değil, kültürel ve tarihsel düzeyde bir yabancılaşmadır.

Zihin, ideal olanın peşinde koşarken, gerçek olanı değersizleştirir. Doğada hiçbir elma, hiçbir taş, hiçbir ses, zihinde kurgulanan ideal forma birebir uymaz. Bu uyumsuzluk, insanın doğaya karşı sürekli bir “düzeltme” ve “mükemmelleştirme” arzusu duymasına neden olur. Bu arzunun ardında ise, doğayla ilişki kurmak değil; doğayı dönüştürerek ona hükmetmek yatar. Elma örneği, bu zihinsel kopuşun gündelik yaşamdaki sade ama etkili bir yansımasıdır: İdeal düşünce biçimi, doğayı olduğu haliyle kabul etmeyi değil; doğayı, ideale ne kadar uzak olduğu üzerinden değerlendirmeyi öğretir. Böylece doğayla ilişki bir bağ değil, bir karşılaştırma, bir mesafe ve çoğu zaman bir hayal kırıklığı halini alır.

3. İkili ve Diyalektik Düşünme Sistemlerinin Doğaya Yabancılığı

Platon’un ideacılığından türeyen düşünce gelenekleri, doğayı anlamanın değil, onu ideal bir forma ulaştırmanın yollarını aramıştır, çünkü bu düşünce yöntemleri de idealleştirilmiş düşünce yöntemleridir ve doğal olarak verecekleri sonuçta ideal sonuç olacaktır. Bu çizginin önemli devamcıları olan Aristoteles ve Hegel’in sistemleri, karşıtlıklar üzerinden işleyen yapılar kurar. Aristoteles’in ikili mantığında bir şey ya 'A’dır' ya da 'A değildir'. Bu yapıda, üçüncü bir halin, bir ara durumun varlığı kabul edilmez, halbuki bu ikili mantığın esaslarının tamamı ideal esaslardır, doğal esaslar değildir, gerçeklikten kopuktur ve onun için gerçeklikte var olan üçüncü hali dışalar. Hegel’in diyalektiğinde ise, gelişim ve değişim bir “tez-antitez-sentez” döngüsüyle açıklanır. Ancak burada da her tez, mutlaka bir antiteze karşıtlık doğurmak ve ardından sentezle 'aşılmak' zorundadır ve sentezle ulaşılan şey bir idealdir, çünkü karşıtlık ikiye düşürülerek ideal karşıtlıklar haline getirilmiştir ve bu, süreci yalnızca üç aşamalı, sabit, ideal  bir forma indirger.

Ne var ki doğa, bu tür yapay karşıtlıklar üzerinden işlemez. Doğada ne saf bir tez ne de onun doğrudan karşıtı olan bir antitez bulunur. Doğa, farklardan, ara geçişlerden, süreksizliklerden ve belirsizliklerden oluşur. Örneğin bir tohum bir anda çiçeğe dönüşmez; bu dönüşüm, birçok ara aşamayı, çevresel etkileşimleri, içsel gerilimleri ve potansiyel varyasyonları içerir. Ne Aristoteles’in mutlak ayrımlarına ne de Hegel’in sentezle kapanan diyalektiğine indirgenebilir.

Bu ikili ve diyalektik sistemler, doğadaki oluş süreçlerini bastırır. Çünkü bu sistemlerde “ara formlar” ya yok sayılır ya da sadece geçici birer evre olarak değerlendirilir. Oysa doğada 'geçici' olan da aslında sürecin kendisidir; bir şeyin gerçekliği, durağan sonucunda değil, dönüşüm sürecindeki ilişkisel varoluşundadır.

Dahası, bu sistemler doğayı durağan, sabit, ideal formlara indirgeme eğilimindedir. Aristoteles’in hilomorfik (madde-form) yapısı, maddenin anlam kazanmasını dışarıdan verilen bir forma bağlarken, Hegel’in diyalektiği de her karşıtlığı bir üst birliğe eritmeye çalışır. Bu da farkların ve gerilimlerin kendi başlarına taşıdığı anlamı siler. Oysa doğada farklar özsel, gerilimler yapısaldır; bunlar yalnızca birliğe hizmet eden geçici sapmalar değil, varoluşun sürekliliğini sağlayan asli unsurlardır.

Bu bağlamda, ikili ve diyalektik sistemlerin doğaya yabancılığı, yalnızca metafizik bir sorun değil; aynı zamanda ontolojik bir çarpıtmadır. Doğaya sadık bir düşünce sistemi, farkları bastırmak yerine işler; geçişleri silmek yerine görünür kılar; süreci sona ulaştırmak için değil, sürecin kendisini anlamak için izler. Oysa idealist sistemler doğayı değil, doğaya dayatılan gerçeklikle yani doğayla uyumsuz soyut modelleri esas alır. Bu nedenle, insanın doğadan kopuşunun bir ayağı da bu tür karşıtlık temelli sistemlerle düşünmeye alışmış olmasıdır.

4. İdealizasyonun Zihinsel Şiddeti: Problemleri Gerçeklikten Koparmak

Modern düşünce, problemleri ele alırken onları doğanın bağlamsal, ilişkisel ve çoğu zaman belirsizlik içeren yapısına uygun şekilde değil; önceden kurulmuş zihinsel kalıplar ve ideal çözüm modelleri içinde değerlendirmeye meyillidir. Bu yaklaşımda problem, bir keşif süreci değil, çözülmesi gereken statik bir denklem olarak görülür. Tüm dikkat, 'doğru cevaba ulaşmak' üzerine odaklanır ve bu doğruluk çoğu zaman doğanın kendisine değil, zihinsel olarak inşa edilmiş ideallere dayanır.

Bu zihinsel kurgu, problemi olduğu haliyle anlamak yerine, onu belirli bir çözüm tipolojisine uyarlamaya zorlar yani problemler idealize edilir. Oysa doğada karşılaşılan problemler sabit ve idealize değildir; dinamik, çok katmanlı ve çoğu zaman çelişkili özellikler taşır. Gerçeklik/doğa, çözüm değil süreçtir; bu yüzden problemler de çözülmesi gereken nesneler değil, ilişkisellik içinde yaşanan gerilim alanlarıdır.

İdealizasyon bu noktada bir epistemolojik şiddet biçimi olarak devreye girer. Çünkü problem çözme, artık anlamaya yönelik bir etkinlik olmaktan çıkar, ideali gerçekleştirmeye dönük bir dayatma halini alır. Bu, sadece düşüncenin sterilleşmesi/idealleştirilmesi/makbulleştirilmesi değil; aynı zamanda doğanın karmaşıklığının bastırılması anlamına gelir. Gerçeklikten/doğadan kopuş tam da burada başlar: problem artık doğanın ürünü değil, zihnin tahakküm ettiği bir nesnedir.

Bu nedenle ikili mantık ve ideal çözümlerle problem çözmeye çalışmak, problemi doğadaki varoluşsal bağlamından ayırmakla kalmaz; onun çoklu boyutlarını yadsıyarak onu basitleştirir, indirger ve idealleştirir. Problemi yalnızca doğru-yanlış, var-yok, iç-dış gibi karşıtlıklar üzerinden kavramaya çalışmak, onun süreçsel ve ilişkisel doğasını görmezden gelmektir. Oysa gerçeklikte problemler süreklidir, geçişlidir, çoğu zaman muğlaktır. Ve bu muğlaklık, çözülmesi gereken bir kusur değil, varoluşun temel dinamiğidir.

Dolayısıyla ideal çözümler ve ideal problemler değil, ilişkisel anlamalar; sabit doğrular değil, ilişkiyi işleyen düşünme biçimleri geliştirilmelidir. Aksi halde düşünce, doğaya yaklaşmak yerine, onu kendi inşa ettiği soyut düzene göre yargılamaya devam eder ve bu doğadan/gerçeklikten kopuşu dahada derinleştirir. Bu da düşünceyi doğaya yaklaştırmak yerine, doğanın yerine geçen bir model inşa etmeye iter. İşte bu model, insanı doğadan en çok koparan zihinsel yapıdır.

5. Paradoksların Doğaya Değil, İdeal Zihne Ait Oluşu

Paradokslar, yüzeyde düşüncenin sınırlarını zorlayan ilginç oyunlar gibi görünse de, çoğunlukla gerçekliğin değil, gerçekliğe dair kurulan zihinsel sistemlerin yani ideaların içsel tutarsızlıklarının bir sonucudur. Yani paradokslar doğanın çelişkilerinden değil, doğaya dışsal olarak dayatılmış soyutlamaların kendi içindeki çatışmalarından yani idealardan doğar. Bu çatışmalar, gerçekliğin karmaşıklığına değil, düşüncenin yapay sadeliğine aittir.

Örneğin, sıkça başvurulan Epimenides’in yalancı paradoksu — “Tüm Giritliler yalancıdır” — ifadesi, tümel ve değişmez, ideal bir kümeyi varsayarak düşünceye başlar. Ancak doğada hiçbir birey her zaman ve mutlak biçimde yalancı değildir. İnsan davranışı ilişkiseldir, zamana, duruma ve ilişkiye göre değişir. Bu nedenle “tüm zamanlarda yalancı” bir Giritli profili, doğaya değil, zihnin ideal kümelendirme alışkanlıklarına aittir. Paradoks da bu ideal mutlaklık varsayımının içten çöküşünden doğar, çünkü durum doğaya/gerçekliğe aykırıdır ve onun için çökme eğilimine girer.

Benzer biçimde, Russell paradoksu — “Kendini içermeyen kümelerin kümesi kendini içerir mi?” — gerçeklikte karşılığı olmayan, yalnızca zihinsel kategorilerle oluşturulmuş soyut bir yapının içine düşülmüş çelişkisidir. Doğada hiçbir varlık, kendini içeren ya da içermeyen kümelere ayrılarak var olmaz, çünkü doğada ayrım yoktur, bir bütündür. Bu tür kümelenme, yalnızca matematiksel düşüncenin idea kaynaklı olması, kendi içinde yine kendi üzerine kapanmasının sonucudur. Bu da düşüncenin, gerçekliği anlamaktan uzaklaşıp kendi içsel düzenine saplanmasının bir belirtisidir.

Dolayısıyla paradokslar, doğanın içsel doğasından çok, doğaya ilişkin kurulan idealize edilmiş zihinsel modellerin kırılganlığını gösterir. Gerçeklik/doğa, bu modellerin sınırları içine hapsedilmeye çalışıldığında çatlamaya başlar. Paradokslar, gerçekliğin/doğanın değil, gerçekliğe/doğaya hükmetmeye ve kendini doğadan/gerçeklikten koparmaya çalışan zihnin kendi sınırlarını tanımadaki yetersizliğinin aynasıdır. Bu yüzden çözüm, paradoksu çözmek değil, onu doğuran yapıyı — yani idealist, mutlakçı ve bağlamsız düşünme biçimini — sorgulamaktır.

Ancak bu sorgulama, düşünceyi tamamen bırakmak ya da soyutlamayı reddetmek anlamına gelmez. Aksine, düşünmeyi doğayla ilişki içinde sürdüren, bağlamı dikkate alan ve farkı temel alan bir düşünce biçimini geliştirmek gerekir. Paradoksların tuzağına düşmemek için düşünceyi ideallerin tahakkümünden çıkarıp ilişkiselliğe, süreçselliğe ve geçişliliğe açmak gerekir. Çünkü doğa, mutlak kümeler değil, ilişkisel alanlar; sabit doğrular değil, devingen farklılıklar üzerine kuruludur.

6. Hilomorfizm ve Süreçsizlik Eleştirisi

Aristoteles’in hilomorfik düşüncesi, yani her varlığın madde (hyle) ve form (morphe) ikiliğiyle açıklanması, Batı metafiziğinin en köklü yapılandırmalarından biridir. Bu yaklaşım, maddenin ancak dışarıdan verilen bir form aracılığıyla belirli bir yapıya kavuşabileceğini öne sürer. Yani varlık, kendi başına bir oluş potansiyeli taşımaz; onu 'varlık haline' getiren şey, dışsal bir formun ona yüklenmesidir, her ne kadar Aristoteles’in form anlayışı içkin olsa da maddeye dışarıdan dayatıldığı için metafizik düzeyde içkin ama metodolojik ve işlevsel düzeyde aşkınlık barındırır. Bu anlayış, doğanın içkin süreçlerini büyük ölçüde göz ardı eder.

Oysa doğada şekil, dışarıdan dayatılan bir yapı değil, içsel dinamiklerin, etkileşimlerin ve gerilimlerin ürünüdür. Bir tohumun ağaca dönüşmesi, ona dışarıdan “ağaçlık” formunun verilmesiyle değil; tohumun içsel potansiyellerinin, çevresel ilişkilerle girdiği etkileşimler sonucu açığa çıkmasıyla gerçekleşir. Bu, biçimin dışsal bir dayatma değil, içkin bir süreç olduğunu gösterir, çünkü bu doğada iç ve dış ayrımı yoktur bu ayrımı yapan yapan doğadan kopuk, idealist ve onun temellendiricisi olan ikili düşünce sistemidir.

. Hilomorfik yaklaşım ise, bu süreci durağan form-kalıplarına indirger.

Bu indirgeme, varlığı ilişki içinde değil, sabit yapıların sonucu olarak ele alır. Maddenin edilgen, formun ise etkin olduğu varsayımı, doğanın kendini gerçekleştiren bir alan değil; form verilmesi gereken ham bir hammadde gibi düşünülmesine neden olur. Böylece doğa, anlamını kendi içinden değil; insan zihninin veya aşkın formların ona dışarıdan yüklediği yapılar üzerinden kazanır.

Bu nedenle hilomorfizm yalnızca bir ontolojik model değil; aynı zamanda doğaya yönelik bir zihinsel tahakküm biçimidir. Doğayı içeriden anlamak yerine, onu dışsal formlarla kavranabilir hale getirme çabasıdır. Oysa doğada oluş, dışarıdan biçim verilerek değil, içsel gerilimlerin işlenmesiyle gerçekleşir. Bu farkı göz ardı etmek, yalnızca doğanın dinamik doğasını bastırmakla kalmaz; aynı zamanda insanın doğayla olan ilişkisinin doğrudanlığını da zedeler. Varlık, formun değil; farkların, geçişlerin ve sürekli dönüşüm halindeki ilişkilerin alanıdır.

Dolayısıyla hilomorfik düşünce biçimi, idealist düşüncenin doğa üzerindeki en rafine şiddet biçimlerinden biridir: doğayı, anlamı kendi içinden çıkaran bir oluş alanı olmaktan çıkarıp, dışarıdan belirlenmesi gereken edilgin bir zemin haline getirir. Gerçeklik ise, bu dayatmaların değil; oluşun kendisinde saklı olan içkin sürekliliğin ürünüdür.

7. Soyutlama ve İdealizasyon Ayrımı

Bu çalışmanın eleştiri hedefi, düşünmenin kendisi ya da düşünsel soyutlama değildir. Aksine, düşünmenin doğayla ilişki kuran, süreçleri ayırt eden ve farklılıkları dikkate alan bir biçimi mümkündür ve gereklidir. Bu bağlamda, soyutlama ile idealizasyon arasındaki fark temel bir önemdedir.

Soyutlama, doğadaki bir sürecin, ilişkinin ya da özelliğin, onun bağlamından tamamen koparılmadan kavramsallaştırılmasıdır. Örneğin bir elmanın yalnızca kütlesini dikkate alarak ölçmek, bu özelliği diğerlerinden ayrıştırarak anlamaya çalışmak, doğayla bağını koparmayan bir zihinsel işlemdir. Bu tür bir soyutlama, gerçekliğin bir yönünü anlamaya dönük, ilişkisel bir faaliyet olarak doğaya sadakatini korur.

Buna karşılık idealizasyon, soyutlanan özelliği, gerçekliğin içinden çıkarıp, ona aşkın bir mükemmellik düzeyi atfederek yeniden üretir. Elmayı yalnızca bir kütle olarak değil, aynı zamanda zihinsel olarak tasarlanmış 'ideal elma' imgesiyle kıyaslamak; onu bir mükemmellik standardına göre “eksik”, “kusurlu” ya da “yetersiz” ilan etmek idealizasyonun ta kendisidir. Bu tür bir düşünme biçimi, doğayı olduğu gibi anlamaya çalışmaz; onu, zihnin öngördüğü kusursuz modele göre yargılar.

Soyutlama, doğayla ilişki içinde kalır; çünkü seçtiği özellikler hâlâ doğanın bağlamına dahildir. Oysa idealizasyon, doğayla ilişkiyi keser ve kendi zihinsel evreninde, doğadan kopuk bir 'olması gereken' dünyası kurar. Kopuş tam da bu noktada başlar: Düşünce, gerçekliği/doğayı temsil etmekten çıkar; ona hükmetmeye, onu düzeltmeye ve kendi tasarımı olan ideal forma uydurmaya yönelir.

Bu nedenle idealizasyon, yalnızca teorik bir kusur değil, aynı zamanda epistemolojik ve ontolojik bir sapmadır. Gerçekliği kavramanın yolu, ona dışsal idealleri dayatmak değil; onun içkin yapısını, dinamik ilişkilerini ve farklılıklarını anlamaktır. Düşünmenin özgürleşmesi, soyutlamanın yaratıcı gücünde değil, idealizasyonun baskısından kurtulmasında yatar.

Sonuç: Doğaya Dönmek Değil, Doğayla Düşünmek

İnsan doğadan mekanik bir biçimde kopmamıştır; bu kopuş, doğayla olan fiziksel ilişkilerin kesilmesinden önce, doğaya dair düşünme biçimlerinin dönüşmesiyle başlamıştır. İnsan, doğadan doğrudan değil, doğayı idealleştiren, soyut kalıplarla sınırlayan ve doğanın içkinliğini görmezden gelen bir düşünme tarzıyla uzaklaşmıştır. Bu zihinsel kopuşun temelinde, başta Platon’un ideacılığı olmak üzere, ideayı gerçekliğin önüne koyan felsefi yaklaşımlar yer almaktadır.

Bu eleştirinin ulaştığı yer, nostaljik bir “doğaya dönüş” çağrısı değildir. Doğa, geri dönülecek bir yer değil; içinde zaten olduğumuz, ama çoğu zaman düşünsel olarak dışında kaldığımız bir ilişkisellik alanıdır. Dolayısıyla çözüm, doğayı romantize etmek ya da ideal bir doğa imgesi üretmek değil; doğayla birlikte düşünmenin yollarını yeniden açmaktır. Bu da ancak farkı bastırmayan, sürekliliği kesintisizlik olarak değil, geçişlilik olarak anlayan, belirsizliği hata değil potansiyel gören bir düşünceyle mümkündür.

Bu nedenle önerilen yönelim, doğayla ilişkili, süreçsel, bağlamsal ve transdüktif bir düşünce biçimidir. Transdüktif düşünce, sabit formlar ve özler yerine, oluş halindeki gerilimleri, farkları ve ilişkileri merkeze alır. Böyle bir düşünce, doğayı çözülmesi gereken bir nesne olarak değil, birlikte var olunan bir yapı olarak kavrar. İnsanın yeniden doğayla bütünleşmesi, ancak onunla birlikte düşünebilmesiyle mümkündür.

Gerçek özgürlük, doğayı şekillendirme gücünden değil, doğayla birlikte düşünme yetisinden doğar. Bu yeniden düşünme, yalnızca bilgiye değil, varoluşa dair de dönüşümsel bir eylemdir. Böylece insan, doğayla yalnızca yaşayan değil, onunla birlikte düşünen, onunla birlikte oluşan ve onunla birlikte dönüşen bir varlık haline gelir. Kopuşun başladığı yer düşünceyse, bütünleşme de yine düşünceyle başlamalıdır — ama bu kez doğayla bağ kuran, ilişkisel, farkı duyan bir düşünceyle.

AH PLATON AH RÜZGARLI HAVADA ORMANDA MANGAL YAPINCA ORMANIN YANACAĞINI HİÇMİ AKIL EDEMEDİN.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

NESNE, ÖZNENİN ESİRİDİR

  Klasik Ontolojinin Krizi ve İlişkisel Varlığın İmkânı 1. Tanım ve Tahakküm: Bilgi mi, İktidar mı? İnsan zihninin en temel eğilimlerind...