Giriş: Farklılıktan Kopuşa
Felsefe tarihi boyunca düşüncenin en temel araçlarından biri
olan "ayırmak" fiili, yalnızca kavramsal ayrımlar yaratmakla
kalmamış, aynı zamanda dünyayı anlamlandırmanın ve düzenlemenin başat yolu
olmuştur. Ancak bu ayırma eylemi, modern düşüncenin çok önemli bir zaafını da
ortaya koyar: İlişkisizleştirme. Çünkü ayırmak, kimi zaman farkı ortaya
çıkarmaktan çok, bir kopuşu, ötekini değersiz görmeyi ve hiyerarşik bir ayrımı
dayatır. Bu ayrımlar, sadece düşünsel değil; toplumsal, etik ve varlıksal bir
dizi sorunun da kaynağıdır.
Bu makalede "ayırmak" fiilinin felsefi
kökenlerine, bu kökenin Platon’un idealar kuramı, hylomorfizm (madde-form
ayrımı), düalite (ikilikler) ve özcülük ile olan bağlantısına odaklanacağız.
Özellikle bu ayrım mekanizmalarının etik, toplumsal ve ontolojik etkilerini,
ilişkisel ontoloji perspektifinden detaylandırarak tartışacağız.
1. Platon’un İdealar Kuramı: Gerçekliğin Hiyerarşik
Düzene Sokulması
Ayırmanın felsefi tarihinde en etkili başlangıç noktası
Platon’dur. Ona göre gerçek olan, duyusal dünyanın ötesinde bulunan değişmez,
ezelî ve ebedî idealar dünyasıdır. Bu dünyada, her şeyin bir ideasi vardır:
güzelliğin, iyiliğin, adaletin, hatta “insan”ın bir ideali. Duyularla algılanan
fiziksel dünya ise, bu ideaların sadece birer kopyası, eksik ve bozulmuş
izdüşümleridir.
Bu kuram, gerçeklik algımızı radikal şekilde ikiye böler:
üstte ideal, sonsuz, saf bir varlık alanı; altta ise geçici, değişken,
kirlenmiş bir görüntüler alanı. Böylece Platon, felsefeye sadece metafizik bir
sistem değil, aynı zamanda bir hiyerarşi yerleştirir. İyi olan yukarıda, kötü
olan aşağıdadır. Kalıcı olan değerlidir, değişen ise önemsiz.
Bu anlayış, etik ve toplumsal düzlemde de ciddi sonuçlar
doğurmuştur. Kadın bedeni, duyular, bu dünya gibi olgular “aşağı” sınıfa
yerleştirilmiş, ruh, akıl, idealar ise “yüce” olanla özdeşleştirilmiştir.
Örneğin kadın, doğurganlığı ve bedenselliğiyle duyular dünyasına yakın
görülmüş; erkek ise aklıyla idealarla özdeşleştirilmiştir. Bu, sadece felsefi
değil, tarihsel olarak kadınların dışlanmasını ve bedensel olanın
küçümsenmesini doğuran bir temel anlayıştır.
Kadın-beden-doğa üçlemesi, bu bağlamda Platoncu
dikotomilerin ürünü olarak şekillenmiş, kadının akılla değil, doğayla; bedenle
değil, ruhsuzlukla; bu dünyayla değil, geçicilikle özdeşleştirilmesine neden
olmuştur. Bu, yalnızca toplumsal cinsiyet eşitsizliğine değil, doğaya karşı
yabancılaşmaya ve dünyevi yaşama karşı değer yitimi gibi birçok soruna kapı
aralamıştır.
2. Hylomorfizm: Pasif Madde ve Aktif Formun Yüksekliği
Aristoteles’in Platon’dan devralarak dönüştürdüğü
hylomorfizm kuramı, her varlığın madde (hyle) ve form (morphe)
bileşimiyle oluştuğunu ileri sürer. Fakat bu bileşim simetrik değildir. Form,
maddeye şekil, anlam ve erek kazandıran ve maddeye dışarıdan dikte edilen etkin
ilkedir; madde ise pasif, şekilsiz ve potansiyel olandır.
Bu yaklaşım, özünde bir tür metafizik ayrımcılık içerir:
Değerli olan, şekil veren ve biçimlendiren formdur; madde ise kendi başına
anlamsız ve yetersizdir. Beden de bu kuramda, ruhun şekillendirdiği pasif bir
taşıyıcıya indirgenir. Özellikle kadın bedeni, doğal ve maddi yanıyla daha da
aşağı bir konuma yerleştirilmiştir.
Toplumsal düzlemde bu düşünce, sınıf ayrımlarından cinsiyet
rollerine kadar birçok hiyerarşinin ontolojik temelini oluşturur. "Kadın
doğası gereği duygusaldır, şekillenmeye muhtaçtır" gibi söylemler,
hylomorfik bakışın toplumsal tezahürleridir. Doğa da benzer şekilde, insan
aklının form vermesi gereken ham madde olarak konumlanmıştır.
3. Düalite: Gerçekliğin Parçalanması ve Hiyerarşisi
Platoncu metafiziğin ve Aristotelesçi hylomorfizmin ortak
sonucu, dünyanın düalist bir yapı içinde düşünülmesidir: ruh-beden, akıl-duygu,
kadın-erkek, doğa-kültür, bu dünya-öte dünya. Ancak bu ayrımlar nötr değildir;
her zaman bir taraf diğerine üstün konumlandırılır.
Bu düaliteler, farklılık üretmekten çok, bir hiyerarşi,
değersiz görme ve ötekileştirme zemini oluşturur. Kadın bedeni doğaya yakındır,
erkek ruhsal olana. Ruh sonsuzdur, beden geçici. Doğa kontrol edilmesi gereken
bir kaostur, kültür ise düzenin temsilcisidir. Böylece fark, ilişkiyle değil,
kopuşla, hatta çatışmayla kurulmuş olur.
Kadın-beden-doğa üçlemesinin karşısında yer alan
erkek-ruh-akıl üçlemesi, tarih boyunca Batı felsefesinin merkezinde durmuştur.
Ve bu dikotomi, farklı olanı bastırarak işleyen bir kültürel şablona
dönüşmüştür.
4. Özcülük: Değişmezlik ve Kimlik Dayatması
Özcülük, bir varlığın değişmez, evrensel bir öz taşıdığına
inanır. Bu öz, o varlığın zaman ve mekân üstü “gerçek kimliği”dir. Platon’un
ideaları, Aristoteles’in formu ve modern bilimin sabit doğa yasaları hep bu
özcülüğün farklı biçimlerdeki tezahürleridir.
Bu düşünce biçimi, toplumsal ilişkilerde büyük sorunlara
neden olur. Kadın doğası gereği şefkatlidir, erkek doğası gereği liderdir;
Batılı insan rasyoneldir, Doğulu duygusaldır gibi sabitlemeler, hem bireysel
farklılıkları bastırır hem de değişimi imkânsızlaştırır. Bu bağlamda özcülük,
etik açıdan da sorunludur: bireyin kendini dönüştürme, yeni ilişkilere girme ve
farklılıkla var olma kapasitesi göz ardı edilir.
İlişkiye kapalı olan özcülük, her zaman sabitleme, sınırlama
ve norm koyma eğilimindedir. Oysa varlık, durağan değil; ilişkisel ve oluş
halindedir.
5. Kartezyen Epistemoloji: Parçalayarak Bilmenin
Tahakkümü
Modern bilimsel düşüncenin en güçlü dayanaklarından biri,
René Descartes’ın şekillendirdiği Kartezyen epistemolojidir. Descartes’a göre
doğa, çözülmesi gereken bir makinedir. Bilmek, bu makineyi parçalarına ayırmak,
analiz etmek ve yeniden düzenlemektir. Bu anlayış, Discours de la méthode
adlı eserinde şu ilkeyle ifade edilir: "Her zorluğu, onu daha iyi
çözebilmek için mümkün olduğu kadar çok parçalara ayır."
Bu epistemoloji, doğayı nesneleştiren bir düşünce biçimini
doğurur: bu mekanik doğa anlayışı, insan ile doğa arasında keskin ve yapay bir
ayrım yaratmış ve doğal, doğal olmayan ayrımı gibi saçma bir ayrımın oluşmasına
zemin teşkil etmiştir. Artık insan aklı, dış dünyadan tamamen ayrıdır ve ona
hâkim olma hakkına sahiptir. Bu düşünce biçimiyle birlikte bilmek, yalnızca
anlamak değil; aynı zamanda kontrol etmek ve hükmetmek anlamına gelir.
“Ve insan hükmü altındaki doğaya köle gibi davranarak
kendisinin de parçası olduğu doğayı katletmeye başlar, çünkü köleler
değersizdir.” Camaron
Kategorileştirme ve sınıflama, bu bilgi anlayışının temel
yöntemidir. Bilmek, sınır koymakla; anlamak, tanımlamakla; hükmetmek,
adlandırmakla özdeşleşmiştir. Böylece dünya, parçalara ayrılır; bu parçalar
arasında bir öncelik ve kontrol ilişkisi kurulur.
Halbuki insanda çevresel faktörlerin içinde bir faktördür ve
asla doğadan ayrı değildir, temelde doğadan ayrı olmak diye bir kelime bile
başlı başına saçmalığın dik alasıdır, çünkü doğa/evren bir ilişkiler ağı
bütünüdür.
Kadın bedeni, doğa, hayvanlar ya da "öteki"
kültürler bu epistemoloji içinde hep nesne konumundadır. Onlara ilişkiyle
değil; müdahale, tahakküm ve işlevsellik üzerinden yaklaşılır. Descartes’ın
"düşünen töz" (res cogitans) ile "uzamlı töz" (res extensa)
ayrımı, bu kopuşun metafizik temelidir.
Oysa ilişkisel ontoloji, bilmenin ancak ilişkiyle mümkün
olduğunu, parçalamak yerine bağlantılar kurarak anlamanın daha köklü bir
epistemolojik yaklaşım sunduğunu ileri sürer. Transdüktif bilgi, farkı
bastırmaz; onun geriliminden öğrenir.
6. Ayırmak: Bir Bilgi Biçimi Olarak Egemenlik
Kategorileştirme ve sınıflama, Batı epistemolojisinin temel
araçlarıdır. Bilmek, sınırlamakla; anlamak, tanımlamakla; hükmetmek,
adlandırmakla eşdeğer kılınmıştır. Bu bilgi tarzı, dünyayı anlamak için onu
parçalara ayırır, ardından bu parçalar arasında bir öncelik sonralık ve kontrol
ilişkisi kurar ve bu maalesef modern bilimin mekanik doğa anlayışıyla
(Descartes'tan beri) özdeşleşmiş olan analitik-tümdengelimsel bir epistemolojinin
ürünüdür.
Bu yaklaşım doğayı, insanı ve toplumu nesneleştirir. Kadın
bedeni “incelenmesi gereken bir nesne”, doğa “kontrol altına alınması gereken
bir sistem”, diğer kültürler ise “anlaşılması gereken egzotik olgular” haline
gelir. Böylece bilgi, ilişki kurmak değil; hükmetmek için bir araç haline
dönüşür.
Bu anlayışta özne ile nesne arasında ilişki değil, tahakküm
vardır. Oysa ilişkisel bir bilgi modeli, bilen ile bilinenin karşılıklı
etkileşim içinde olduğunu kabul eder, çünkü bilen bilen olduğu kadar bilinen,
bilinen ise bilinen olduğu kadar bilendir, yani öteki bendir bende ötekiyimdir,
buda aslında ayrım denen şeyin olmadığa çok güzel bir örnektir. Bilgi, bu
etkileşimle doğar; sabit değil, dinamik ve bağlam içindir.
7. İlişkisel Ontoloji: Fark, Kopuşla Değil, Bağlantıyla
Doğar
İlişkisel ontoloji, varlığı sabit özler ya da ikilikler
üzerinden değil, ilişki ve etkileşim üzerinden tanımlar ve ayrıma gitmez, fark
üstünden yeni oluşlar meydana getirir. Varlık, kendi başına duran bir nesne
değil; ilişkiler ağının düğüm noktasıdır. Her varlık, başka varlıklarla olan
ilişkileriyle anlam kazanır ve bu ilişkiler süreklidir, dönüşkendir.
Fark, ayırmakla değil; ilişki kurmakla, temas etmekle,
karşılaşmakla ortaya çıkar. Kadın-erkek farkı, bir üstünlük ilişkisine değil;
karşılıklı etkileşim ve farkların açığa çıkma imkânına dayanmalıdır. Ruh ve
beden, birbirine üstün olan yapılar değil; karşılıklı etkileşim içinde oluşan
yapısal düzlemlerdir.
İlişkisel düşünce, etik olarak da yeni bir yaklaşım sunar:
Diğeriyle ilişki kurmak, onunla aynı olmak değil; onun farkını tanımak ve
onunla birlikte dönüşmek demektir.
Sonuç: Fark Üretici, Hiyerarşik Olmayan Bir Düşünce
Biçimi Mümkün
Ayırmak, düşüncenin önemli bir aracı olabilir; ancak
ayırdığın şeyi ilişkisinden koparırsan yada tek taraflı ötekileştirici bir
ilişki kurarsan, onu görmez, düşünemez, anlamlandıramazsın, onu kontrol etmeye,
kendine dönüştürmeye çalışırsın ve son tahlilde bunları başaramadığında onu yok
edersin. Platon’un idealarına dayanan metafizik, Aristoteles’in hylomorfik
modeli, düalist ve özcü gelenekler hep bir kopuşu, bir yukarı-aşağı ilişkisini,
bir değersizleştirmeyi beslemiştir.
Oysa ki ışık, farkla var olur. Ve fark, ancak ilişkiyle
belirir. Bize düşen, farkı ilişki içinde duymak, ayırmak yerine bağlamak, sabit
özler yerine dinamik oluşlarla düşünmektir.
Böylece sadece varlığı değil, etiği, bilgiyi ve toplumu da
yeniden düşünmeye başlarız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder