21 Mayıs 2025 Çarşamba

HYLOMORFİZM, DÜALİTE VE ÖZCÜLÜK BATAKLIĞI: Ayırmanın Ontolojik ve Etik Sonuçları Üzerine Bir Eleştiri

 

Giriş: Farklılıktan Kopuşa

Felsefe tarihi boyunca düşüncenin en temel araçlarından biri olan "ayırmak" fiili, yalnızca kavramsal ayrımlar yaratmakla kalmamış, aynı zamanda dünyayı anlamlandırmanın ve düzenlemenin başat yolu olmuştur. Ancak bu ayırma eylemi, modern düşüncenin çok önemli bir zaafını da ortaya koyar: İlişkisizleştirme. Çünkü ayırmak, kimi zaman farkı ortaya çıkarmaktan çok, bir kopuşu, ötekini değersiz görmeyi ve hiyerarşik bir ayrımı dayatır. Bu ayrımlar, sadece düşünsel değil; toplumsal, etik ve varlıksal bir dizi sorunun da kaynağıdır.

Bu makalede "ayırmak" fiilinin felsefi kökenlerine, bu kökenin Platon’un idealar kuramı, hylomorfizm (madde-form ayrımı), düalite (ikilikler) ve özcülük ile olan bağlantısına odaklanacağız. Özellikle bu ayrım mekanizmalarının etik, toplumsal ve ontolojik etkilerini, ilişkisel ontoloji perspektifinden detaylandırarak tartışacağız.

1. Platon’un İdealar Kuramı: Gerçekliğin Hiyerarşik Düzene Sokulması

Ayırmanın felsefi tarihinde en etkili başlangıç noktası Platon’dur. Ona göre gerçek olan, duyusal dünyanın ötesinde bulunan değişmez, ezelî ve ebedî idealar dünyasıdır. Bu dünyada, her şeyin bir ideasi vardır: güzelliğin, iyiliğin, adaletin, hatta “insan”ın bir ideali. Duyularla algılanan fiziksel dünya ise, bu ideaların sadece birer kopyası, eksik ve bozulmuş izdüşümleridir.

Bu kuram, gerçeklik algımızı radikal şekilde ikiye böler: üstte ideal, sonsuz, saf bir varlık alanı; altta ise geçici, değişken, kirlenmiş bir görüntüler alanı. Böylece Platon, felsefeye sadece metafizik bir sistem değil, aynı zamanda bir hiyerarşi yerleştirir. İyi olan yukarıda, kötü olan aşağıdadır. Kalıcı olan değerlidir, değişen ise önemsiz.

Bu anlayış, etik ve toplumsal düzlemde de ciddi sonuçlar doğurmuştur. Kadın bedeni, duyular, bu dünya gibi olgular “aşağı” sınıfa yerleştirilmiş, ruh, akıl, idealar ise “yüce” olanla özdeşleştirilmiştir. Örneğin kadın, doğurganlığı ve bedenselliğiyle duyular dünyasına yakın görülmüş; erkek ise aklıyla idealarla özdeşleştirilmiştir. Bu, sadece felsefi değil, tarihsel olarak kadınların dışlanmasını ve bedensel olanın küçümsenmesini doğuran bir temel anlayıştır.

Kadın-beden-doğa üçlemesi, bu bağlamda Platoncu dikotomilerin ürünü olarak şekillenmiş, kadının akılla değil, doğayla; bedenle değil, ruhsuzlukla; bu dünyayla değil, geçicilikle özdeşleştirilmesine neden olmuştur. Bu, yalnızca toplumsal cinsiyet eşitsizliğine değil, doğaya karşı yabancılaşmaya ve dünyevi yaşama karşı değer yitimi gibi birçok soruna kapı aralamıştır.

2. Hylomorfizm: Pasif Madde ve Aktif Formun Yüksekliği

Aristoteles’in Platon’dan devralarak dönüştürdüğü hylomorfizm kuramı, her varlığın madde (hyle) ve form (morphe) bileşimiyle oluştuğunu ileri sürer. Fakat bu bileşim simetrik değildir. Form, maddeye şekil, anlam ve erek kazandıran ve maddeye dışarıdan dikte edilen etkin ilkedir; madde ise pasif, şekilsiz ve potansiyel olandır.

Bu yaklaşım, özünde bir tür metafizik ayrımcılık içerir: Değerli olan, şekil veren ve biçimlendiren formdur; madde ise kendi başına anlamsız ve yetersizdir. Beden de bu kuramda, ruhun şekillendirdiği pasif bir taşıyıcıya indirgenir. Özellikle kadın bedeni, doğal ve maddi yanıyla daha da aşağı bir konuma yerleştirilmiştir.

Toplumsal düzlemde bu düşünce, sınıf ayrımlarından cinsiyet rollerine kadar birçok hiyerarşinin ontolojik temelini oluşturur. "Kadın doğası gereği duygusaldır, şekillenmeye muhtaçtır" gibi söylemler, hylomorfik bakışın toplumsal tezahürleridir. Doğa da benzer şekilde, insan aklının form vermesi gereken ham madde olarak konumlanmıştır.

3. Düalite: Gerçekliğin Parçalanması ve Hiyerarşisi

Platoncu metafiziğin ve Aristotelesçi hylomorfizmin ortak sonucu, dünyanın düalist bir yapı içinde düşünülmesidir: ruh-beden, akıl-duygu, kadın-erkek, doğa-kültür, bu dünya-öte dünya. Ancak bu ayrımlar nötr değildir; her zaman bir taraf diğerine üstün konumlandırılır.

Bu düaliteler, farklılık üretmekten çok, bir hiyerarşi, değersiz görme ve ötekileştirme zemini oluşturur. Kadın bedeni doğaya yakındır, erkek ruhsal olana. Ruh sonsuzdur, beden geçici. Doğa kontrol edilmesi gereken bir kaostur, kültür ise düzenin temsilcisidir. Böylece fark, ilişkiyle değil, kopuşla, hatta çatışmayla kurulmuş olur.

Kadın-beden-doğa üçlemesinin karşısında yer alan erkek-ruh-akıl üçlemesi, tarih boyunca Batı felsefesinin merkezinde durmuştur. Ve bu dikotomi, farklı olanı bastırarak işleyen bir kültürel şablona dönüşmüştür.

4. Özcülük: Değişmezlik ve Kimlik Dayatması

Özcülük, bir varlığın değişmez, evrensel bir öz taşıdığına inanır. Bu öz, o varlığın zaman ve mekân üstü “gerçek kimliği”dir. Platon’un ideaları, Aristoteles’in formu ve modern bilimin sabit doğa yasaları hep bu özcülüğün farklı biçimlerdeki tezahürleridir.

Bu düşünce biçimi, toplumsal ilişkilerde büyük sorunlara neden olur. Kadın doğası gereği şefkatlidir, erkek doğası gereği liderdir; Batılı insan rasyoneldir, Doğulu duygusaldır gibi sabitlemeler, hem bireysel farklılıkları bastırır hem de değişimi imkânsızlaştırır. Bu bağlamda özcülük, etik açıdan da sorunludur: bireyin kendini dönüştürme, yeni ilişkilere girme ve farklılıkla var olma kapasitesi göz ardı edilir.

İlişkiye kapalı olan özcülük, her zaman sabitleme, sınırlama ve norm koyma eğilimindedir. Oysa varlık, durağan değil; ilişkisel ve oluş halindedir.

5. Kartezyen Epistemoloji: Parçalayarak Bilmenin Tahakkümü

Modern bilimsel düşüncenin en güçlü dayanaklarından biri, René Descartes’ın şekillendirdiği Kartezyen epistemolojidir. Descartes’a göre doğa, çözülmesi gereken bir makinedir. Bilmek, bu makineyi parçalarına ayırmak, analiz etmek ve yeniden düzenlemektir. Bu anlayış, Discours de la méthode adlı eserinde şu ilkeyle ifade edilir: "Her zorluğu, onu daha iyi çözebilmek için mümkün olduğu kadar çok parçalara ayır."

Bu epistemoloji, doğayı nesneleştiren bir düşünce biçimini doğurur: bu mekanik doğa anlayışı, insan ile doğa arasında keskin ve yapay bir ayrım yaratmış ve doğal, doğal olmayan ayrımı gibi saçma bir ayrımın oluşmasına zemin teşkil etmiştir. Artık insan aklı, dış dünyadan tamamen ayrıdır ve ona hâkim olma hakkına sahiptir. Bu düşünce biçimiyle birlikte bilmek, yalnızca anlamak değil; aynı zamanda kontrol etmek ve hükmetmek anlamına gelir.

“Ve insan hükmü altındaki doğaya köle gibi davranarak kendisinin de parçası olduğu doğayı katletmeye başlar, çünkü köleler değersizdir.”   Camaron

Kategorileştirme ve sınıflama, bu bilgi anlayışının temel yöntemidir. Bilmek, sınır koymakla; anlamak, tanımlamakla; hükmetmek, adlandırmakla özdeşleşmiştir. Böylece dünya, parçalara ayrılır; bu parçalar arasında bir öncelik ve kontrol ilişkisi kurulur.

Halbuki insanda çevresel faktörlerin içinde bir faktördür ve asla doğadan ayrı değildir, temelde doğadan ayrı olmak diye bir kelime bile başlı başına saçmalığın dik alasıdır, çünkü doğa/evren bir ilişkiler ağı bütünüdür.

Kadın bedeni, doğa, hayvanlar ya da "öteki" kültürler bu epistemoloji içinde hep nesne konumundadır. Onlara ilişkiyle değil; müdahale, tahakküm ve işlevsellik üzerinden yaklaşılır. Descartes’ın "düşünen töz" (res cogitans) ile "uzamlı töz" (res extensa) ayrımı, bu kopuşun metafizik temelidir.

Oysa ilişkisel ontoloji, bilmenin ancak ilişkiyle mümkün olduğunu, parçalamak yerine bağlantılar kurarak anlamanın daha köklü bir epistemolojik yaklaşım sunduğunu ileri sürer. Transdüktif bilgi, farkı bastırmaz; onun geriliminden öğrenir.

6. Ayırmak: Bir Bilgi Biçimi Olarak Egemenlik

Kategorileştirme ve sınıflama, Batı epistemolojisinin temel araçlarıdır. Bilmek, sınırlamakla; anlamak, tanımlamakla; hükmetmek, adlandırmakla eşdeğer kılınmıştır. Bu bilgi tarzı, dünyayı anlamak için onu parçalara ayırır, ardından bu parçalar arasında bir öncelik sonralık ve kontrol ilişkisi kurar ve bu maalesef modern bilimin mekanik doğa anlayışıyla (Descartes'tan beri) özdeşleşmiş olan analitik-tümdengelimsel bir epistemolojinin ürünüdür.

Bu yaklaşım doğayı, insanı ve toplumu nesneleştirir. Kadın bedeni “incelenmesi gereken bir nesne”, doğa “kontrol altına alınması gereken bir sistem”, diğer kültürler ise “anlaşılması gereken egzotik olgular” haline gelir. Böylece bilgi, ilişki kurmak değil; hükmetmek için bir araç haline dönüşür.

Bu anlayışta özne ile nesne arasında ilişki değil, tahakküm vardır. Oysa ilişkisel bir bilgi modeli, bilen ile bilinenin karşılıklı etkileşim içinde olduğunu kabul eder, çünkü bilen bilen olduğu kadar bilinen, bilinen ise bilinen olduğu kadar bilendir, yani öteki bendir bende ötekiyimdir, buda aslında ayrım denen şeyin olmadığa çok güzel bir örnektir. Bilgi, bu etkileşimle doğar; sabit değil, dinamik ve bağlam içindir.

7. İlişkisel Ontoloji: Fark, Kopuşla Değil, Bağlantıyla Doğar

İlişkisel ontoloji, varlığı sabit özler ya da ikilikler üzerinden değil, ilişki ve etkileşim üzerinden tanımlar ve ayrıma gitmez, fark üstünden yeni oluşlar meydana getirir. Varlık, kendi başına duran bir nesne değil; ilişkiler ağının düğüm noktasıdır. Her varlık, başka varlıklarla olan ilişkileriyle anlam kazanır ve bu ilişkiler süreklidir, dönüşkendir.

Fark, ayırmakla değil; ilişki kurmakla, temas etmekle, karşılaşmakla ortaya çıkar. Kadın-erkek farkı, bir üstünlük ilişkisine değil; karşılıklı etkileşim ve farkların açığa çıkma imkânına dayanmalıdır. Ruh ve beden, birbirine üstün olan yapılar değil; karşılıklı etkileşim içinde oluşan yapısal düzlemlerdir.

İlişkisel düşünce, etik olarak da yeni bir yaklaşım sunar: Diğeriyle ilişki kurmak, onunla aynı olmak değil; onun farkını tanımak ve onunla birlikte dönüşmek demektir.

Sonuç: Fark Üretici, Hiyerarşik Olmayan Bir Düşünce Biçimi Mümkün

Ayırmak, düşüncenin önemli bir aracı olabilir; ancak ayırdığın şeyi ilişkisinden koparırsan yada tek taraflı ötekileştirici bir ilişki kurarsan, onu görmez, düşünemez, anlamlandıramazsın, onu kontrol etmeye, kendine dönüştürmeye çalışırsın ve son tahlilde bunları başaramadığında onu yok edersin. Platon’un idealarına dayanan metafizik, Aristoteles’in hylomorfik modeli, düalist ve özcü gelenekler hep bir kopuşu, bir yukarı-aşağı ilişkisini, bir değersizleştirmeyi beslemiştir.

Oysa ki ışık, farkla var olur. Ve fark, ancak ilişkiyle belirir. Bize düşen, farkı ilişki içinde duymak, ayırmak yerine bağlamak, sabit özler yerine dinamik oluşlarla düşünmektir.

Böylece sadece varlığı değil, etiği, bilgiyi ve toplumu da yeniden düşünmeye başlarız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

NESNE, ÖZNENİN ESİRİDİR

  Klasik Ontolojinin Krizi ve İlişkisel Varlığın İmkânı 1. Tanım ve Tahakküm: Bilgi mi, İktidar mı? İnsan zihninin en temel eğilimlerind...