19 Şubat 2025 Çarşamba

İlişkisel Ontoloji (Metin)

 


 BU MODERN BİLİM TEMELLİ BİR ONTOLOJİ HİPOTEZİDİR VE TAMAMEN BENCEDİR. BU ONTOLOJİ HER HANGİ BİR TANRI BARINDIRMAZ.

Varlık ve İlişkisel Yapı

Varlık konusu çağlar boyu tartışılagelmiş ve üzerine farklı perspektifler geliştirilmiş bir kavramdır. Kavramsal olarak ortak bir zeminde buluşulamamış olması, bir eksiklik olarak görülmemeli; aksine düşün dünyasının zenginliği olarak ele alınmalıdır. Bu nedenle "varlık nedir?" sorusunun tek bir yanıtı yoktur. Gelin, öncelikle düşünürlerin varlık konusunda nasıl tanımlamalar yaptığına bir göz atalım.

Ontolojik Yaklaşımlar

1. Aristoteles Aristoteles’e göre varlık, belirli bir "öz"e sahip olan şeydir. Ona göre, her şeyin varlık kazanması bir form ile mümkün olur.

2. Spinoza Spinoza, varlığı "tek bir cevher" olarak tanımlar ve bu cevheri Tanrı ile özdeşleştirir. Ona göre varlık, bölünemez ve değiştirilemez bir bütün olup, var olan her şey bu cevherin farklı modüsleridir.

3. Heidegger Heidegger, varlık sorusunun modern felsefede unutulduğunu söyler ve “Varlık nedir?” sorusunun yanıtını, var olan kavramını aşarak düşünmek gerektiğini belirtir. Ona göre varlık, var olanların "kendini açığa çıkarma" tarzıdır.

4. Kant Kant’a göre varlık bir yüklem değildir; yani varlığı bir nesnenin tanımına ekleyemeyiz. Varlık, sadece zihnimizin dış dünyayı kategorik olarak kavramasıyla ortaya çıkan bir durumdur.

5. Modern Fizik Perspektifi Modern bilimde varlık; madde, enerji ve bu ikisinin etkileşimi ile tanımlanır. Ölçüm yapıldığında belirgin hale gelen şeyler "var" olarak kabul edilir. Zurek’in uyumsuzluk teorisine göre varlık, bir tür bilgi çöküşü ile gerçekliğe dönüşen olasılıklar olarak görülür.

Kendi Perspektifimden Varlık

Ben, varlığı tanımlamanın yolunun hiçliği tanımlamaktan geçtiğine inanıyorum. Hiçlik kavramının tam zıddını anlamak, bizi varlığı tanımlamaya yaklaştırabilir. Şimdi, bunu açmaya çalışayım:

1.a) Hiçliği Tanımlama Çabası

Daha önce ara ara bahsettiğim gibi, yerel gerçekliğin ihlal edildiği bir evrende (bkz. 2022 Nobel Ödülleri ve Bell eşitsizliklerinin ihlali) bir şeyin var olduğunu konuşabilmemiz için, o şeyle bir ilişki içinde olmamız gerekir. Önceki bölümlerde ilişkisizliğin imkânsızlığından bahsetmiştim ve bu durum sadece anlamı zorunlu kılmakla kalmaz; aynı zamanda "varlığın var olmasını" da dikte eder.

Konuyu şu şekilde açabiliriz: İlişki/etkileşim öncesi konuşulamazsa — ki bu bir bilgi eksikliğinden kaynaklanmaz, çünkü ortada bilgi yoktur — İlişki öncesi diye bir kavramın var olamayacağı sonucu ortaya çıkar. Bu durum bize şu öneriyi verir: Varlığın öncesi diye bir kavram yoktur. Dolayısıyla, varlık dediğimiz kavram, ancak ilişki ile konuşulabilir hale gelir.

Bu noktada şu sonuca ulaşıyoruz: İlişki kurulamayan bir durumda hiçlikten bahsedebiliriz. Daha önce belirttiğim gibi, bir sistemin ilişki ağlarının tamamen sıfırlandığı, yani mutlak bir düzen haline geçtiği durum hiçliktir. Sistemdeki her şey, olduğu şekilde donmuşsa ve bu durum ilişkileri de donduruyorsa, sistem kendi içinde tanımsız ve anlamsız bir hale gelir.

Bunu daha somut bir örnekle açıklayalım: Bir odanın içindeki insanları ve odadaki tüm nesneleri, atom altı parçacıklarına kadar tamamen dondurduğumuzu düşünelim. Bu durumda odanın içinde bir hiçlik hali oluşacak, çünkü ilişki ağları tamamen donduğu için herhangi bir referans noktası kalmayacaktır. Hiçbir şey birbiriyle ilişki kuramadığı için bir anlamlandırma faaliyeti de olamayacaktır. Bu, tam anlamıyla bir ilişkisizlik hali, yani hiçliktir.

Demek ki, ilişkisizlik hali hiçlik ise, bunun tam tersi olan varlık hali de ilişkisellik olmak zorundadır. Bu da bizi şu tanıma götürür: Varlık = İlişki. Yani, varlık dediğimiz şey, ilişki kurma durumudur.

Bu tanım, Spinoza’nın şu sözüyle paralellik gösterir: "Varlık var edilemez, yok edilemez; öncesi ve sonrası yoktur." Spinoza’nın bu sözü, bilimsel verilerle de uyumludur. Çünkü evrenin sonunu belirleyen herhangi bir senaryoda bile, vakum dalgalanmaları yani sıfır noktası enerjisi mutlak sıfıra ulaşmaz; hiçlik hali asla oluşmaz. Bu durum, ilişkinin en minimize halde bile yok edilemeyeceği anlamına gelir.

 

Oluş ve İlişkisel Yapı

Oluş kavramı için geliştirdiğim tanım, varlığın ilişkileri sonucu oluşan ortaklıkları ifade eder. Yani, bu durum ilişkinin ilişkiselliği gibi bir yapı ortaya çıkarır. Kuantum alan teorisinde dalgaların üst üste binmesi, kuantum modlarının belirli bir şekilde etkileşime girmesi ya da uygun enerji seviyelerinde yoğunlaşması, alanın uyarılmasına neden olur ve bu uyarılma sonucunda parçacık ortaya çıkar. Doğada genellikle etkileşimler, yani ilişkiler aracılığıyla bir ortaklaşma eğilimi vardır. Bu ortaklaşımların tamamı aslında oluştur ve bazı temel özellikler taşırlar:

  1. Oluşlar, ilişkisellik ürünüdür: Varlık/ilişki dediğimiz şeyin ilişkilerinden ortaya çıkan yapılardır.
  2. Oluşlar, temelinde varlık barındırır: Her oluşun kaynağında varlık yer alır.
  3. Her oluş, başka bir oluş meydana getirebilir: Oluşlar, ilişkiler yoluyla yeni yapılar ortaya çıkarabilir.
  4. Oluşlar, bozuluşa uğrarlar: Her oluşun belirli bir yaşam ömrü vardır ve er ya da geç bozuluşa uğrarlar.

Bu durumu basit bir örnekle pekiştirelim: Proton ve nötronlar, kuarklardan oluşur ve kuarklar, güçlü nükleer kuvvet sayesinde bir arada durur ve etkileşir. Bu, atom dediğimiz yapının — yani ortaklaşın ve oluşun — çekirdeğini meydana getirir. Atomun dış çeperindeki elektron da elektromanyetik kuvvet sayesinde hem bir ilişki kurar hem de bu yapıya bağlanır. Sonunda elimizde nur topu gibi bir oluş bulunur ve buna atom deriz.

Atomlar, molekülleri; moleküller, hücreleri; hücreler ise beden dediğimiz yapıları oluşturur. Bu yapılar, kendi esaslarına göre birbirleriyle ilişki kurup ortaklaşmalar meydana getirirler. Hepsinin belirli bir bozuluş ömrü vardır ve zamanla bozulurlar. Dikkat ederseniz, varlık bir yapı oluşturur ve bu oluşan yapı da başka yapılar meydana getirir. Bu örneği topluma, gezegene ve evrene kadar genelleyebilirsiniz. Ancak bence bu kadarı yeterli.

Özet

Oluş dediğimiz yapılar, ilişkiler yoluyla ortaya çıkan ortak yapılardır. Bu oluşlar, ortaklaşarak yeni oluşlar meydana getirebilirler ve her oluşun bir kullanım ömrü vardır; yani er ya da geç bozuluşa uğrarlar. Ayrıca, oluşlar temelinde varlık barındırır. Bu bağlamda insan da bir oluştur; ancak başka bir isim bulamadığım için bu terimi kullanıyorum. Her oluş gibi insan da özünde varlık barındırır.

 

3-OLUŞLARIN İNDETERMİNİST VE OLASILIKSAL YAPISI:

Oluş kavramının ne olduğunu tanımladık peki oluşlar nasıl oluşur, yani belirlenimcilik ve sebep sonuç dizgesiylemi yoksa, yoksa gayet belirlenimsiz ve olasılıksal bir şekildemi, eğer olasılıksal ise biz neden, bir nedensellik algısı ile olayları algılarız biraz buna değinelim. Aslında belirlenimcilik ve olayları bir sebep sonuç dizgesi içinde algılamamız tamamıyla yanılgıdır, bunun en temel nedeni evrenimizdeki limit hız yani ışık hızından kaynaklanır, ışık hızından kaynaklı biz olayları sıralı bir şekilde algılarız, ayrıca günlük rutinler yaşarız bu günlük rutinlerimizde bizde bir nedensellik yanılgısı yaratır, oysa evren en temelde kuantumludur yani taneciklidir kesiklidir ve biz kütlemizden dolayı bu kesikliliği asla fark edemeyiz buda bize bir süreklilik algısı yaratır, oysaki kesikli bir evrende nedensellikten değil ancak olasılık dağılımlarından bahsedebilir, tabi burda temel soru “ ama biz bir sonraki durumları yüksek olasılıkla tahmin edebiliyoruz” itirazı gelebilir dikkat edin bilmek kavramı burda işlemezi bilmek bir istisna kabul etme yani %100 lük bir oran ister, peki biz yüksek olasılıklı bu tahminleri nasıl yapıyoruz gelim biraz bu konudaki fikirlerimi sizinle paylaşayım; Sevgili dostlar, bildiğiniz gibi nedensellik, düşünme yapımızın en önemli unsurlarından biri olarak görülür. Ancak benim düşünce sistemimde, hem nedensellik hem de determinizm reddedilir. Bu temellendirme, nedenselliğin gerçek bir olgu olmadığını, fakat bizim tarafımızdan neden nedensel olarak algılandığını açıklamaya yöneliktir,

3.1 Temel Gözlem:

Parçacık Seviyesindeki Belirsizlik Bilindiği gibi, tek bir parçacığı ele aldığımızda herhangi bir kesin öngörüde bulunamıyoruz. Kuantum mekaniğinin doğası gereği, bireysel parçacıklar belirsizlik ilkesine tabidir ve yalnızca olasılıklar dâhilinde bir durum ortaya koyarlar. Ancak, parçacık sayısı artıp makroskopik sistemlere geçildiğinde, bu durum değişir. Parçacık sayısı arttıkça, olasılık dağılımları bir denge ve kararlılık oluşturur ve biz, bir sonraki durumun ne olacağını daha yüksek bir ihtimalle belirleyebiliriz.

3.2 Makroskopik Denge ve Kararlılığının Olasılık Temelli Yapısı:

Parçacık sayısı arttıkça, sistemin dengeli ve kararlı hale gelmesinden dolayı tahmin yapabilme kabiliyetimiz artar. Gezegenler, güneş sistemi ya da insanlar gibi makroskopik yapıları ele aldığımızda, bu sistemlerin olağanüstü derecede fazla parçacıktan oluştuğunu görürüz. Bu da, bir sonraki durumun ne olacağına ilişkin oldukça yüksek bir öngörüde bulunmamızı sağlar. Örneğin, güneşin yarın sabah doğacağını %99,9 olasılıkla biliyoruz. Neden? Çünkü güneş, gezegenler ve ilgili sistemler, inanılmaz sayıda parçacıktan oluştuğu için bu sistemlerin davranışı, istatistiksel olarak neredeyse kesin bir düzen gösterir. Ancak bu sistemin kararlı ve dengeli halinden kaynaklanır ve bu, mutlak bir nedensellikten değil, parçacıkların olasılık dağılımlarının çöküşünden kaynaklanır.

3.3 Nedensellik Algısının Kaynağı:

İnsan zihni, evrimsel olarak düzenli ve tekrar eden olaylara uyum sağlayacak şekilde gelişmiştir ki insanoğlu dengeli kararlılıkları düzen zanneder. Bu nedenle, gözlemlediği olayları bir sebep-sonuç zinciri olarak yorumlama eğilimindedir. Yüksek olasılıkla tahmin edilebilen olaylar, insan zihninde kesin bir nedensellik varmiş gibi algılanır. Oysa gerçekte bu, yalnızca olasılıkların istatistiksel olarak öne çıkan bir sonucudur. Bu bakış açısından, nedensellik algımız aslında bir yanılgıdır. Yani biz, çok sayıdaki parçacığın olasılık dağılımlarının çöküşü sonucu ortaya çıkan yüksek tahmin edilebilirliği nedensellik olarak adlandırıyoruz. Halbuki burada gerçek bir neden-sonuç bağlantısı değil, olasılıkların yüksek ihtimalle gerçekleşmesi söz konusudur.

3.4 Eser Miktarda Belirsizlik:

Her ne kadar makroskopik sistemlerde yüksek bir denge ve kararlılıktan kaynaklı tahmin edilebilirlik olsa da, eser miktarda da olsa belirsizlik her zaman vardır. Bu, kuantum belirsizliğinin makro sistemlerde de etkisini tamamen yitirmemesinden kaynaklanır. Dolayısıyla, her tahminimizde belirli bir hata payı bulunur. Bu durum, nedenselliğin kesin olmadığının bir diğer göstergesidir. Eğer gerçekten mutlak bir nedensellik olsaydı, her şeyi %100 kesinlikle bilebilmemiz  gerekirdi. Oysa gerçekte bu mümkün değildir; tahminlerimiz ancak yüksek olasılıklı düzeylerde doğrudur, ve işte oluş dediğim oluşumlar bu yüksek olasılıklı durumlardan kaynaklanır yani ortada bir belirlenimcilik ve nedensellik yoktur.

4. İlişkisel Gerçeklik

Gelelim kadim bir meseleye: Nedir bu gerçeklik? Bir şeyin varlığının gözlemden bağımsız olarak kabul edilmesine gerçeklik denirdi. Ancak, sürekli dile getirdiğim Bell eşitsizliklerinin ihlali, kuantum dolanıklık üzerinde Zeilinger, Clauser ve Aspect’in yaptığı deneyler ve bu doğrultuda 2022 yılında aldıkları Nobel Fizik Ödülleri, bize evrenin yerel gerçekçi olmadığını göstermiştir. Bu durum, bir anlamda "gerçekliğin ötesindeki gerçeklik" gibi kavramların geçerli olmadığını ve yeni bir gerçeklik tanımı yapmamız gerektiğini ortaya koymuştur.

Peki, bu yeni tanımı nasıl yapacağız? Elbette her zamanki gibi doğaya soracağız. Doğa bize, yerel gerçekçi olmadığını, aslında gerçeklik kavramının bizden bağımsız olamayacağını gösterir. Bu da ancak ilişki yoluyla mümkündür.

Bir örnekle bu durumu daha iyi açıklayalım: Dünyadan izole bir adada yaşadığımızı düşünelim ve bu adada elma denen bir meyve olmasın. Şimdi temel soru şu: Adada yaşayanlar açısından elma var mıdır, yok mudur? Cevap, elmanın olmadığıdır. Bu elmanın olmayışı, adada yaşayanların bilgi eksikliğinden kaynaklanmaz; çünkü ortada bir bilgi yoktur. Dolayısıyla, ortada bir gerçeklik de yoktur ve bu durumda elma, ada halkı açısından gerçek değildir, yani yoktur.

Tabii ki siz, “Ama elma var” diyebilirsiniz. Ancak şunu unutmayın: Siz elmayla tanıştınız ve bu fenomen zihninizde mevcut. O nedenle bu örneği ada halkının bakış açısından değerlendirin. Kısaca, ay bakmadığınızda orada değildir. Dolayısıyla, gerçeklik dediğimiz şey, ancak o şeyle ilişkiye girdiğimizde oluşan ya da çöken bir olgudur.

5. İlişkisel Zaman

Bu bölüm için kendi fikrim vardı, ancak Alessandro Coppo, Giulio Barni, Alessandro Cuccoli ve Paola Verrucchi isimli dört İtalyan fizikçi, konuyla ilgili çok güzel bir teorik makale kaleme almış. Fikirlerimizin benzeşmesinden dolayı bu bölümde o makaleyi kısaca özetleyeceğim.

5.1 Ana Fikir – Zaman Nedir?

Günlük hayatta zamanı hepimiz biliriz; saatlere bakarak geçen süreyi ölçeriz. Ancak bu makale, zamanın aslında düşündüğümüz gibi var olan bir şey olmadığını, sadece şeyler arasındaki ilişkilerden doğduğunu savunuyor. Yani, "zaman" dediğimiz şey, tek başına var olan bir kavram değil; ancak sistemlerin birbiriyle olan ilişkisi sonucunda anlam kazanan bir olgu.

5.2 Makalenin Temel Kurgusu: Saat ve Sistem

Makale, iki farklı kuantum sistem düşünerek başlıyor:

  • Saat: Zamanın ölçülmesi için kullanılan bir referans sistem.
  • Evrilen Sistem: Zaman boyunca değişen, yani evrim geçiren bir başka sistem.

Bu iki sistem, birbirleriyle dolanık durumda. Dolanıklık, kuantum mekaniğinde iki sistemin birbiriyle gizemli bir bağa sahip olması demektir. Bu bağ sayesinde, biriyle ilgili bir şey öğrendiğinizde diğeriyle ilgili de bilgi sahibi olabilirsiniz.

Önemli Nokta: Saat ve evrilen sistem doğrudan birbirini etkilemiyor, ama dolanıklık yoluyla aralarında bir ilişki var. Bu ilişki sayesinde, saatin durumuna bakarak evrilen sistemin durumu belirleniyor. İşte bu ilişkiden, zaman dediğimiz kavram ortaya çıkıyor!

5.3 Zaman Nasıl Ortaya Çıkıyor?

Yazarlar, saatin durumuna bağlı olarak bir parametre ortaya çıktığını söylüyor ve bu parametreye φ diyorlar. İşte bu φ, zaman gibi davranıyor. Yani zaman, saatin ve evrilen sistemin durumuna göre tanımlanan göreli bir büyüklük haline geliyor.

Basit bir örnek verelim: Diyelim ki bir odada bir kum saati var ve odaya bir bitki koyduk. Kum saati çalıştıkça kum aşağıya akıyor ve biz bu sürede bitkinin büyüdüğünü gözlemliyoruz. Kum saati olmasa, bitkinin büyüdüğünü neye göre söyleyeceğiz? İşte bu örnekte kum saati (saat sistemi) ve bitki (evrilen sistem) arasındaki ilişki, zamanı anlamlandırmamıza yardımcı oluyor. Zaman, bu iki şey arasındaki ilişki sayesinde ortaya çıkıyor.

5.4 Zamanın İlişkisel Olması Ne Demek?

Klasik fizik dediğimiz eski anlayışta, zaman evrenseldi; yani her şey için aynı şekilde akar ve bağımsızdı. Ancak bu makale, zamanı mutlak bir şey olarak değil, sadece ilişkilerden doğan bir şey olarak ele alıyor. Bu da şu anlama geliyor: Zaman, tek başına var olan bir şey değil. Zaman, sadece şeyler birbirleriyle etkileşimde olduğu sürece var. Eğer hiçbir şey birbiriyle etkileşime girmese, zaman diye bir şey olmaz.

5.5 Enerji ve Zaman Arasındaki İlişki

Makale, enerji ve zaman arasında bir ilişki kuruyor. Ne kadar kesin bir şekilde zamanı ölçmek isterseniz, enerji hakkında o kadar az şey bilebilirsiniz. Ya da tam tersi: Enerjiyi çok kesin ölçerseniz, zaman belirsizleşir. Bu, kuantum mekaniğinde var olan belirsizlik ilkesine benzer.

5.6 Sonuç

Makale bize şunu söylüyor: Zaman, mutlak değil, ilişkisel bir kavramdır. Yani, sistemler arasındaki dolanıklık gibi ilişkiler sayesinde ortaya çıkar. Hem kuantum dünyasında hem de klasik dünyada zaman aynı şekilde tanımlanabilir.

Sonuç olarak: Zaman, ister mikroskobik düzeyde (atomların dünyasında) ister makroskobik düzeyde (gözle gördüğümüz dünyada) olsun, hep ilişkilerden doğar. Ayrıca enerji ve zaman arasında bir belirsizlik ilişkisi vardır. Bu da kuantum mekaniğinin temel ilkelerinden biridir.

6. İlişkisel Bilgi

Şimdiye kadar varlık, gerçeklik, zaman ve bir önceki odada ise ilişkisel anlamı ele aldık. Peki, bilginin ilişkisel olması ne demektir? Şimdiye kadar gördüğümüz gibi en temel kavramları ilişkisellik üzerinden tanımladık; varlık, zaman, anlam ve gerçekliğin ilişkisel olması ve evrenin yerel gerçekçi olmaması, bilgiyi de ilişkisel yapar. Yani, ancak bilgi edinilen şey ile bir ilişki/etkileşim varsa o şey hakkında bilgi var demektir.

Başta verdiğimiz ada örneğine dönersek: O ada sakinleri, ancak ve ancak elma ile ilişkiye geçtiklerinde elma hakkında bilgi sahibi olacak ve türetme yapabileceklerdir. Ancak bilginin ilişkisel olması, maalesef "a priori" diyebileceğimiz bir bilgi türünün varlığını hem tehdit eder hem de sorgulatır. Kısaca nedir a priori? Deneyimden önce veya deneyimden bağımsız olarak bilinebilen, akıl yoluyla doğruluğu ortaya konabilen bilgidir. Bu tür bilgi, evrensel ve zorunlu olup duyusal tecrübeye ihtiyaç duymaz. Çünkü a priori bilgi, deneyimden bağımsız olarak evrensel bir doğruluk iddiası taşır. Bu durum maalesef bir nevi yerel gerçeklik taşır ve elimizdeki bilimsel veri ile çelişir.

Farkındayım, bu konuda beni eleştirecek ve hatta belki kızacaksınız. Ancak ben, felsefenin veri ışığında yapılması taraftarıyım. Çünkü veriye rağmen yapacağımız her felsefi yaklaşım, maalesef yanında verinin tokadını hissedecektir. Dolayısıyla, deneyimden önce ve evrensel doğruluk diye bir konuyu iddia edemeyiz.

Önemli Not: Buradaki amacım, asla büyük usta Immanuel Kant'a bir eleştiri getirmek değildir. Hele hele bugünün modern bilimi üzerinden dayak attırmak gibi bir niyetim asla yoktur ve bu benim haddime değildir. Ustanın önünde önümü ilikler ve ayağa kalkarım. Büyük usta, kendi zamanı için muazzam düşünmüştür ve kendi zamanının Newtonyan mekaniğini de muazzam şekilde yorumlamıştır. Sağ olsun, var olsun; bize açtığı yollar için.

7. Sonuç

Bu tanımlar çerçevesinde, ontolojik argümanımız şu ana fikirleri öngörür:

  • Varlık, İlişkisellik ve Oluş: Varlıklar, ancak diğer varlıklarla olan ilişkileri aracılığıyla anlam kazanır ve bu ilişkilerden türeyen oluşlar ortaya çıkar. Varlık, ilişkisellik olmadan kendini ifade edemez.
  • Gerçeklik ve İlişkisellik: Gerçeklik, varlıklar arası tüm ilişkilerin bir toplamıdır ve bu ilişkiler olmadan gerçeklik tanımsız hale gelir. İlişkisellik, gerçekliğin kendini gösterme biçimidir.
  • Olasılıksallık ve Zaman: Zaman, varlıklar arası ilişkilerin dinamik değişim hızıdır ve bu değişim olmadan zamanın anlamı yoktur. Zaman ve belirsizlik, ilişkisellikten türeyen yapılardır.

Bu ontolojik argüman, ilişkiselliği temel bir yapı taşı olarak sunar ve varlık, oluş, gerçeklik ve zaman gibi kavramların anlam kazanabilmesi için ilişkiselliğin zorunlu olduğunu öngörür. Ayrıca, Bell eşitsizliklerinin ihlali gibi fiziksel olgularla da uyumludur.

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

NESNE, ÖZNENİN ESİRİDİR

  Klasik Ontolojinin Krizi ve İlişkisel Varlığın İmkânı 1. Tanım ve Tahakküm: Bilgi mi, İktidar mı? İnsan zihninin en temel eğilimlerind...