Varlık ve İlişkisel Yapı
Varlık konusu çağlar boyu tartışılagelmiş ve üzerine farklı
perspektifler geliştirilmiş bir kavramdır. Kavramsal olarak ortak bir zeminde
buluşulamamış olması, bir eksiklik olarak görülmemeli; aksine düşün dünyasının
zenginliği olarak ele alınmalıdır. Bu nedenle "varlık nedir?"
sorusunun tek bir yanıtı yoktur. Gelin, öncelikle düşünürlerin varlık konusunda
nasıl tanımlamalar yaptığına bir göz atalım.
Ontolojik Yaklaşımlar
1. Aristoteles Aristoteles’e göre varlık, belirli bir
"öz"e sahip olan şeydir. Ona göre, her şeyin varlık kazanması bir
form ile mümkün olur.
2. Spinoza Spinoza, varlığı "tek bir
cevher" olarak tanımlar ve bu cevheri Tanrı ile özdeşleştirir. Ona göre
varlık, bölünemez ve değiştirilemez bir bütün olup, var olan her şey bu
cevherin farklı modüsleridir.
3. Heidegger Heidegger, varlık sorusunun modern
felsefede unutulduğunu söyler ve “Varlık nedir?” sorusunun yanıtını, var olan
kavramını aşarak düşünmek gerektiğini belirtir. Ona göre varlık, var olanların
"kendini açığa çıkarma" tarzıdır.
4. Kant Kant’a göre varlık bir yüklem değildir; yani
varlığı bir nesnenin tanımına ekleyemeyiz. Varlık, sadece zihnimizin dış
dünyayı kategorik olarak kavramasıyla ortaya çıkan bir durumdur.
5. Modern Fizik Perspektifi Modern bilimde varlık;
madde, enerji ve bu ikisinin etkileşimi ile tanımlanır. Ölçüm yapıldığında
belirgin hale gelen şeyler "var" olarak kabul edilir. Zurek’in
uyumsuzluk teorisine göre varlık, bir tür bilgi çöküşü ile gerçekliğe dönüşen
olasılıklar olarak görülür.
Kendi Perspektifimden Varlık
Ben, varlığı tanımlamanın yolunun hiçliği tanımlamaktan
geçtiğine inanıyorum. Hiçlik kavramının tam zıddını anlamak, bizi varlığı
tanımlamaya yaklaştırabilir. Şimdi, bunu açmaya çalışayım:
1.a) Hiçliği Tanımlama Çabası
Daha önce ara ara bahsettiğim gibi, yerel gerçekliğin ihlal
edildiği bir evrende (bkz. 2022 Nobel Ödülleri ve Bell eşitsizliklerinin
ihlali) bir şeyin var olduğunu konuşabilmemiz için, o şeyle bir ilişki içinde
olmamız gerekir. Önceki bölümlerde ilişkisizliğin imkânsızlığından bahsetmiştim
ve bu durum sadece anlamı zorunlu kılmakla kalmaz; aynı zamanda "varlığın
var olmasını" da dikte eder.
Konuyu şu şekilde açabiliriz: İlişki/etkileşim öncesi
konuşulamazsa — ki bu bir bilgi eksikliğinden kaynaklanmaz, çünkü ortada bilgi
yoktur — İlişki öncesi diye bir kavramın var olamayacağı sonucu ortaya çıkar.
Bu durum bize şu öneriyi verir: Varlığın öncesi diye bir kavram yoktur.
Dolayısıyla, varlık dediğimiz kavram, ancak ilişki ile konuşulabilir hale
gelir.
Bu noktada şu sonuca ulaşıyoruz: İlişki kurulamayan bir
durumda hiçlikten bahsedebiliriz. Daha önce belirttiğim gibi, bir sistemin
ilişki ağlarının tamamen sıfırlandığı, yani mutlak bir düzen haline geçtiği
durum hiçliktir. Sistemdeki her şey, olduğu şekilde donmuşsa ve bu durum
ilişkileri de donduruyorsa, sistem kendi içinde tanımsız ve anlamsız bir hale
gelir.
Bunu daha somut bir örnekle açıklayalım: Bir odanın içindeki
insanları ve odadaki tüm nesneleri, atom altı parçacıklarına kadar tamamen
dondurduğumuzu düşünelim. Bu durumda odanın içinde bir hiçlik hali oluşacak,
çünkü ilişki ağları tamamen donduğu için herhangi bir referans noktası
kalmayacaktır. Hiçbir şey birbiriyle ilişki kuramadığı için bir anlamlandırma
faaliyeti de olamayacaktır. Bu, tam anlamıyla bir ilişkisizlik hali, yani
hiçliktir.
Demek ki, ilişkisizlik hali hiçlik ise, bunun tam tersi olan
varlık hali de ilişkisellik olmak zorundadır. Bu da bizi şu tanıma götürür: Varlık
= İlişki. Yani, varlık dediğimiz şey, ilişki kurma durumudur.
Bu tanım, Spinoza’nın şu sözüyle paralellik gösterir: "Varlık
var edilemez, yok edilemez; öncesi ve sonrası yoktur." Spinoza’nın bu
sözü, bilimsel verilerle de uyumludur. Çünkü evrenin sonunu belirleyen herhangi
bir senaryoda bile, vakum dalgalanmaları yani sıfır noktası enerjisi mutlak
sıfıra ulaşmaz; hiçlik hali asla oluşmaz. Bu durum, ilişkinin en minimize halde
bile yok edilemeyeceği anlamına gelir.
Oluş ve İlişkisel Yapı
Oluş kavramı için geliştirdiğim tanım, varlığın ilişkileri
sonucu oluşan ortaklıkları ifade eder. Yani, bu durum ilişkinin ilişkiselliği
gibi bir yapı ortaya çıkarır. Kuantum alan teorisinde dalgaların üst üste
binmesi, kuantum modlarının belirli bir şekilde etkileşime girmesi ya da uygun
enerji seviyelerinde yoğunlaşması, alanın uyarılmasına neden olur ve bu
uyarılma sonucunda parçacık ortaya çıkar. Doğada genellikle etkileşimler, yani
ilişkiler aracılığıyla bir ortaklaşma eğilimi vardır. Bu ortaklaşımların tamamı
aslında oluştur ve bazı temel özellikler taşırlar:
- Oluşlar,
ilişkisellik ürünüdür: Varlık/ilişki dediğimiz şeyin ilişkilerinden
ortaya çıkan yapılardır.
- Oluşlar,
temelinde varlık barındırır: Her oluşun kaynağında varlık yer alır.
- Her
oluş, başka bir oluş meydana getirebilir: Oluşlar, ilişkiler yoluyla
yeni yapılar ortaya çıkarabilir.
- Oluşlar,
bozuluşa uğrarlar: Her oluşun belirli bir yaşam ömrü vardır ve er ya
da geç bozuluşa uğrarlar.
Bu durumu basit bir örnekle pekiştirelim: Proton ve
nötronlar, kuarklardan oluşur ve kuarklar, güçlü nükleer kuvvet sayesinde bir
arada durur ve etkileşir. Bu, atom dediğimiz yapının — yani ortaklaşın ve
oluşun — çekirdeğini meydana getirir. Atomun dış çeperindeki elektron da
elektromanyetik kuvvet sayesinde hem bir ilişki kurar hem de bu yapıya
bağlanır. Sonunda elimizde nur topu gibi bir oluş bulunur ve buna atom deriz.
Atomlar, molekülleri; moleküller, hücreleri; hücreler ise
beden dediğimiz yapıları oluşturur. Bu yapılar, kendi esaslarına göre birbirleriyle
ilişki kurup ortaklaşmalar meydana getirirler. Hepsinin belirli bir bozuluş
ömrü vardır ve zamanla bozulurlar. Dikkat ederseniz, varlık bir yapı oluşturur
ve bu oluşan yapı da başka yapılar meydana getirir. Bu örneği topluma, gezegene
ve evrene kadar genelleyebilirsiniz. Ancak bence bu kadarı yeterli.
Özet
Oluş dediğimiz yapılar, ilişkiler yoluyla ortaya çıkan ortak
yapılardır. Bu oluşlar, ortaklaşarak yeni oluşlar meydana getirebilirler ve her
oluşun bir kullanım ömrü vardır; yani er ya da geç bozuluşa uğrarlar. Ayrıca,
oluşlar temelinde varlık barındırır. Bu bağlamda insan da bir oluştur; ancak
başka bir isim bulamadığım için bu terimi kullanıyorum. Her oluş gibi insan da
özünde varlık barındırır.
3-OLUŞLARIN İNDETERMİNİST VE OLASILIKSAL YAPISI:
Oluş kavramının ne olduğunu tanımladık peki oluşlar nasıl
oluşur, yani belirlenimcilik ve sebep sonuç dizgesiylemi yoksa, yoksa gayet
belirlenimsiz ve olasılıksal bir şekildemi, eğer olasılıksal ise biz neden, bir
nedensellik algısı ile olayları algılarız biraz buna değinelim. Aslında
belirlenimcilik ve olayları bir sebep sonuç dizgesi içinde algılamamız
tamamıyla yanılgıdır, bunun en temel nedeni evrenimizdeki limit hız yani ışık
hızından kaynaklanır, ışık hızından kaynaklı biz olayları sıralı bir şekilde algılarız,
ayrıca günlük rutinler yaşarız bu günlük rutinlerimizde bizde bir nedensellik
yanılgısı yaratır, oysa evren en temelde kuantumludur yani taneciklidir
kesiklidir ve biz kütlemizden dolayı bu kesikliliği asla fark edemeyiz buda
bize bir süreklilik algısı yaratır, oysaki kesikli bir evrende nedensellikten
değil ancak olasılık dağılımlarından bahsedebilir, tabi burda temel soru “ ama
biz bir sonraki durumları yüksek olasılıkla tahmin edebiliyoruz” itirazı
gelebilir dikkat edin bilmek kavramı burda işlemezi bilmek bir istisna kabul
etme yani %100 lük bir oran ister, peki biz yüksek olasılıklı bu tahminleri
nasıl yapıyoruz gelim biraz bu konudaki fikirlerimi sizinle paylaşayım; Sevgili
dostlar, bildiğiniz gibi nedensellik, düşünme yapımızın en önemli unsurlarından
biri olarak görülür. Ancak benim düşünce sistemimde, hem nedensellik hem de
determinizm reddedilir. Bu temellendirme, nedenselliğin gerçek bir olgu
olmadığını, fakat bizim tarafımızdan neden nedensel olarak algılandığını
açıklamaya yöneliktir,
3.1 Temel Gözlem:
Parçacık Seviyesindeki Belirsizlik Bilindiği gibi, tek bir
parçacığı ele aldığımızda herhangi bir kesin öngörüde bulunamıyoruz. Kuantum
mekaniğinin doğası gereği, bireysel parçacıklar belirsizlik ilkesine tabidir ve
yalnızca olasılıklar dâhilinde bir durum ortaya koyarlar. Ancak, parçacık
sayısı artıp makroskopik sistemlere geçildiğinde, bu durum değişir. Parçacık
sayısı arttıkça, olasılık dağılımları bir denge ve kararlılık oluşturur ve biz,
bir sonraki durumun ne olacağını daha yüksek bir ihtimalle belirleyebiliriz.
3.2 Makroskopik Denge ve Kararlılığının Olasılık Temelli
Yapısı:
Parçacık sayısı arttıkça, sistemin dengeli ve kararlı hale
gelmesinden dolayı tahmin yapabilme kabiliyetimiz artar. Gezegenler, güneş
sistemi ya da insanlar gibi makroskopik yapıları ele aldığımızda, bu
sistemlerin olağanüstü derecede fazla parçacıktan oluştuğunu görürüz. Bu da,
bir sonraki durumun ne olacağına ilişkin oldukça yüksek bir öngörüde
bulunmamızı sağlar. Örneğin, güneşin yarın sabah doğacağını %99,9 olasılıkla
biliyoruz. Neden? Çünkü güneş, gezegenler ve ilgili sistemler, inanılmaz sayıda
parçacıktan oluştuğu için bu sistemlerin davranışı, istatistiksel olarak
neredeyse kesin bir düzen gösterir. Ancak bu sistemin kararlı ve dengeli
halinden kaynaklanır ve bu, mutlak bir nedensellikten değil, parçacıkların
olasılık dağılımlarının çöküşünden kaynaklanır.
3.3 Nedensellik Algısının Kaynağı:
İnsan zihni, evrimsel olarak düzenli ve tekrar eden olaylara
uyum sağlayacak şekilde gelişmiştir ki insanoğlu dengeli kararlılıkları düzen
zanneder. Bu nedenle, gözlemlediği olayları bir sebep-sonuç zinciri olarak
yorumlama eğilimindedir. Yüksek olasılıkla tahmin edilebilen olaylar, insan
zihninde kesin bir nedensellik varmiş gibi algılanır. Oysa gerçekte bu,
yalnızca olasılıkların istatistiksel olarak öne çıkan bir sonucudur. Bu bakış
açısından, nedensellik algımız aslında bir yanılgıdır. Yani biz, çok sayıdaki
parçacığın olasılık dağılımlarının çöküşü sonucu ortaya çıkan yüksek tahmin
edilebilirliği nedensellik olarak adlandırıyoruz. Halbuki burada gerçek bir
neden-sonuç bağlantısı değil, olasılıkların yüksek ihtimalle gerçekleşmesi söz
konusudur.
3.4 Eser Miktarda Belirsizlik:
Her ne kadar makroskopik sistemlerde yüksek bir denge ve
kararlılıktan kaynaklı tahmin edilebilirlik olsa da, eser miktarda da olsa
belirsizlik her zaman vardır. Bu, kuantum belirsizliğinin makro sistemlerde de
etkisini tamamen yitirmemesinden kaynaklanır. Dolayısıyla, her tahminimizde
belirli bir hata payı bulunur. Bu durum, nedenselliğin kesin olmadığının bir
diğer göstergesidir. Eğer gerçekten mutlak bir nedensellik olsaydı, her şeyi
%100 kesinlikle bilebilmemiz gerekirdi.
Oysa gerçekte bu mümkün değildir; tahminlerimiz ancak yüksek olasılıklı
düzeylerde doğrudur, ve işte oluş dediğim oluşumlar bu yüksek olasılıklı
durumlardan kaynaklanır yani ortada bir belirlenimcilik ve nedensellik yoktur.
4. İlişkisel Gerçeklik
Gelelim kadim bir meseleye: Nedir bu gerçeklik? Bir şeyin
varlığının gözlemden bağımsız olarak kabul edilmesine gerçeklik denirdi. Ancak,
sürekli dile getirdiğim Bell eşitsizliklerinin ihlali, kuantum dolanıklık
üzerinde Zeilinger, Clauser ve Aspect’in yaptığı deneyler ve bu doğrultuda 2022
yılında aldıkları Nobel Fizik Ödülleri, bize evrenin yerel gerçekçi olmadığını
göstermiştir. Bu durum, bir anlamda "gerçekliğin ötesindeki
gerçeklik" gibi kavramların geçerli olmadığını ve yeni bir gerçeklik
tanımı yapmamız gerektiğini ortaya koymuştur.
Peki, bu yeni tanımı nasıl yapacağız? Elbette her zamanki
gibi doğaya soracağız. Doğa bize, yerel gerçekçi olmadığını, aslında gerçeklik
kavramının bizden bağımsız olamayacağını gösterir. Bu da ancak ilişki yoluyla
mümkündür.
Bir örnekle bu durumu daha iyi açıklayalım: Dünyadan izole
bir adada yaşadığımızı düşünelim ve bu adada elma denen bir meyve olmasın.
Şimdi temel soru şu: Adada yaşayanlar açısından elma var mıdır, yok mudur?
Cevap, elmanın olmadığıdır. Bu elmanın olmayışı, adada yaşayanların bilgi
eksikliğinden kaynaklanmaz; çünkü ortada bir bilgi yoktur. Dolayısıyla, ortada
bir gerçeklik de yoktur ve bu durumda elma, ada halkı açısından gerçek
değildir, yani yoktur.
Tabii ki siz, “Ama elma var” diyebilirsiniz. Ancak şunu
unutmayın: Siz elmayla tanıştınız ve bu fenomen zihninizde mevcut. O nedenle bu
örneği ada halkının bakış açısından değerlendirin. Kısaca, ay bakmadığınızda
orada değildir. Dolayısıyla, gerçeklik dediğimiz şey, ancak o şeyle ilişkiye
girdiğimizde oluşan ya da çöken bir olgudur.
5. İlişkisel Zaman
Bu bölüm için kendi fikrim vardı, ancak Alessandro Coppo,
Giulio Barni, Alessandro Cuccoli ve Paola Verrucchi isimli dört İtalyan
fizikçi, konuyla ilgili çok güzel bir teorik makale kaleme almış.
Fikirlerimizin benzeşmesinden dolayı bu bölümde o makaleyi kısaca
özetleyeceğim.
5.1 Ana Fikir – Zaman Nedir?
Günlük hayatta zamanı hepimiz biliriz; saatlere bakarak
geçen süreyi ölçeriz. Ancak bu makale, zamanın aslında düşündüğümüz gibi var
olan bir şey olmadığını, sadece şeyler arasındaki ilişkilerden doğduğunu
savunuyor. Yani, "zaman" dediğimiz şey, tek başına var olan bir
kavram değil; ancak sistemlerin birbiriyle olan ilişkisi sonucunda anlam
kazanan bir olgu.
5.2 Makalenin Temel Kurgusu: Saat ve Sistem
Makale, iki farklı kuantum sistem düşünerek başlıyor:
- Saat:
Zamanın ölçülmesi için kullanılan bir referans sistem.
- Evrilen
Sistem: Zaman boyunca değişen, yani evrim geçiren bir başka sistem.
Bu iki sistem, birbirleriyle dolanık durumda. Dolanıklık,
kuantum mekaniğinde iki sistemin birbiriyle gizemli bir bağa sahip olması
demektir. Bu bağ sayesinde, biriyle ilgili bir şey öğrendiğinizde diğeriyle
ilgili de bilgi sahibi olabilirsiniz.
Önemli Nokta: Saat ve evrilen sistem doğrudan
birbirini etkilemiyor, ama dolanıklık yoluyla aralarında bir ilişki var. Bu
ilişki sayesinde, saatin durumuna bakarak evrilen sistemin durumu belirleniyor.
İşte bu ilişkiden, zaman dediğimiz kavram ortaya çıkıyor!
5.3 Zaman Nasıl Ortaya Çıkıyor?
Yazarlar, saatin durumuna bağlı olarak bir parametre ortaya
çıktığını söylüyor ve bu parametreye φ diyorlar. İşte bu φ, zaman gibi
davranıyor. Yani zaman, saatin ve evrilen sistemin durumuna göre tanımlanan
göreli bir büyüklük haline geliyor.
Basit bir örnek verelim: Diyelim ki bir odada bir kum saati
var ve odaya bir bitki koyduk. Kum saati çalıştıkça kum aşağıya akıyor ve biz
bu sürede bitkinin büyüdüğünü gözlemliyoruz. Kum saati olmasa, bitkinin
büyüdüğünü neye göre söyleyeceğiz? İşte bu örnekte kum saati (saat sistemi) ve
bitki (evrilen sistem) arasındaki ilişki, zamanı anlamlandırmamıza yardımcı
oluyor. Zaman, bu iki şey arasındaki ilişki sayesinde ortaya çıkıyor.
5.4 Zamanın İlişkisel Olması Ne Demek?
Klasik fizik dediğimiz eski anlayışta, zaman evrenseldi;
yani her şey için aynı şekilde akar ve bağımsızdı. Ancak bu makale, zamanı
mutlak bir şey olarak değil, sadece ilişkilerden doğan bir şey olarak ele
alıyor. Bu da şu anlama geliyor: Zaman, tek başına var olan bir şey değil.
Zaman, sadece şeyler birbirleriyle etkileşimde olduğu sürece var. Eğer hiçbir
şey birbiriyle etkileşime girmese, zaman diye bir şey olmaz.
5.5 Enerji ve Zaman Arasındaki İlişki
Makale, enerji ve zaman arasında bir ilişki kuruyor. Ne
kadar kesin bir şekilde zamanı ölçmek isterseniz, enerji hakkında o kadar az
şey bilebilirsiniz. Ya da tam tersi: Enerjiyi çok kesin ölçerseniz, zaman
belirsizleşir. Bu, kuantum mekaniğinde var olan belirsizlik ilkesine benzer.
5.6 Sonuç
Makale bize şunu söylüyor: Zaman, mutlak değil, ilişkisel
bir kavramdır. Yani, sistemler arasındaki dolanıklık gibi ilişkiler sayesinde
ortaya çıkar. Hem kuantum dünyasında hem de klasik dünyada zaman aynı şekilde
tanımlanabilir.
Sonuç olarak: Zaman, ister mikroskobik düzeyde (atomların
dünyasında) ister makroskobik düzeyde (gözle gördüğümüz dünyada) olsun, hep
ilişkilerden doğar. Ayrıca enerji ve zaman arasında bir belirsizlik ilişkisi
vardır. Bu da kuantum mekaniğinin temel ilkelerinden biridir.
6. İlişkisel Bilgi
Şimdiye kadar varlık, gerçeklik, zaman ve bir önceki odada
ise ilişkisel anlamı ele aldık. Peki, bilginin ilişkisel olması ne demektir?
Şimdiye kadar gördüğümüz gibi en temel kavramları ilişkisellik üzerinden
tanımladık; varlık, zaman, anlam ve gerçekliğin ilişkisel olması ve evrenin
yerel gerçekçi olmaması, bilgiyi de ilişkisel yapar. Yani, ancak bilgi edinilen
şey ile bir ilişki/etkileşim varsa o şey hakkında bilgi var demektir.
Başta verdiğimiz ada örneğine dönersek: O ada sakinleri,
ancak ve ancak elma ile ilişkiye geçtiklerinde elma hakkında bilgi sahibi
olacak ve türetme yapabileceklerdir. Ancak bilginin ilişkisel olması, maalesef
"a priori" diyebileceğimiz bir bilgi türünün varlığını hem tehdit
eder hem de sorgulatır. Kısaca nedir a priori? Deneyimden önce veya deneyimden
bağımsız olarak bilinebilen, akıl yoluyla doğruluğu ortaya konabilen bilgidir.
Bu tür bilgi, evrensel ve zorunlu olup duyusal tecrübeye ihtiyaç duymaz. Çünkü
a priori bilgi, deneyimden bağımsız olarak evrensel bir doğruluk iddiası taşır.
Bu durum maalesef bir nevi yerel gerçeklik taşır ve elimizdeki bilimsel veri
ile çelişir.
Farkındayım, bu konuda beni eleştirecek ve hatta belki
kızacaksınız. Ancak ben, felsefenin veri ışığında yapılması taraftarıyım. Çünkü
veriye rağmen yapacağımız her felsefi yaklaşım, maalesef yanında verinin
tokadını hissedecektir. Dolayısıyla, deneyimden önce ve evrensel doğruluk diye
bir konuyu iddia edemeyiz.
Önemli Not: Buradaki amacım, asla büyük usta Immanuel
Kant'a bir eleştiri getirmek değildir. Hele hele bugünün modern bilimi
üzerinden dayak attırmak gibi bir niyetim asla yoktur ve bu benim haddime
değildir. Ustanın önünde önümü ilikler ve ayağa kalkarım. Büyük usta, kendi
zamanı için muazzam düşünmüştür ve kendi zamanının Newtonyan mekaniğini de
muazzam şekilde yorumlamıştır. Sağ olsun, var olsun; bize açtığı yollar için.
7. Sonuç
Bu tanımlar çerçevesinde, ontolojik argümanımız şu ana
fikirleri öngörür:
- Varlık,
İlişkisellik ve Oluş: Varlıklar, ancak diğer varlıklarla olan
ilişkileri aracılığıyla anlam kazanır ve bu ilişkilerden türeyen oluşlar
ortaya çıkar. Varlık, ilişkisellik olmadan kendini ifade edemez.
- Gerçeklik
ve İlişkisellik: Gerçeklik, varlıklar arası tüm ilişkilerin bir
toplamıdır ve bu ilişkiler olmadan gerçeklik tanımsız hale gelir.
İlişkisellik, gerçekliğin kendini gösterme biçimidir.
- Olasılıksallık
ve Zaman: Zaman, varlıklar arası ilişkilerin dinamik değişim hızıdır
ve bu değişim olmadan zamanın anlamı yoktur. Zaman ve belirsizlik,
ilişkisellikten türeyen yapılardır.
Bu ontolojik argüman, ilişkiselliği temel bir yapı taşı
olarak sunar ve varlık, oluş, gerçeklik ve zaman gibi kavramların anlam
kazanabilmesi için ilişkiselliğin zorunlu olduğunu öngörür. Ayrıca, Bell
eşitsizliklerinin ihlali gibi fiziksel olgularla da uyumludur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder