Anlamsızlığın
İmkânsızlığı
İyi akşamlar
arkadaşlar, bu hafta biraz anlam üzerine konuşmak istiyorum. Anlam konusu,
insanlık tarihinin en kadim meselelerinden biri olmuştur. İnsan, var olduğundan
beri yaşamını anlamlandırma çabası içinde olmuştur. Ancak bu arayış, tarihin
farklı dönemlerinde değişen düşünsel ve toplumsal koşullara bağlı olarak farklı
şekillerde ele alınmıştır. Bugün bile güncelliğini koruyan bu kadim mesele,
modern çağda da çeşitli tartışmaların odağında yer almakta ve hatta zaman zaman
bir problem haline gelmektedir.
Kadim
zamanlarda insan, anlamı hep dışarıda, kendisinden ötede, aşkın bir düzlemde
aramıştır. Bu durum, o dönemin koşulları göz önüne alındığında anlaşılabilir
bir yaklaşımdır. İnsan, ölümlü bir varlık olduğunun farkındadır ve ölüm
korkusuyla başa çıkma ihtiyacı hissetmiştir. Bu ihtiyacın bir sonucu olarak,
ölümsüzlük vaat eden tanrısal ya da aşkın bir anlam arayışı doğmuştur. Anlam,
bireyin kendi yaşamından bağımsız olarak var olan, değişmeyen ve ölümsüz bir
gerçeklikte bulunmak istenmiştir. Bu yaklaşım, yaklaşık iki bin yıl boyunca
egemen olmuştur.
Örneğin,
Platon’un idealar teorisi, duyularla algılanan dünyayı yanıltıcı ve değişken
olarak görürken, gerçek anlamı idealar dünyasında, değişmeyen bir düzlemde
bulmaya çalışmıştır. Ortaçağ’da ise bu arayış, dinlerin tanrısal düzenine
bağlanmış ve anlam, tanrının yaratıcı iradesiyle ilişkilendirilmiştir. İnsan,
bu aşkın düzleme erişebildiği ölçüde yaşamını anlamlı kılabileceğine
inanmıştır.
Ancak bu
anlayış, Rönesans ve Reform hareketleriyle birlikte sorgulanmaya başlanmıştır.
Bu hareketler, bireyin ve özgür düşüncenin ön plana çıkmasını sağlamış, anlamın
sadece aşkın bir düzlemde bulunamayacağını gösteren bir zihinsel devrimin
öncüsü olmuştur. Bilimin hızla ilerlemesiyle birlikte, anlam artık yalnızca
aşkın varlıklarda değil, doğada ve bireyin dünyayla kurduğu ilişkilerde de
aranır hale gelmiştir. Modern çağda ise bilim ve düşün dünyasının sunduğu
veriler, anlam arayışını daha karmaşık bir hale getirmiştir. Artık anlamın
tamamen öznel bir şey olduğu ve bireyin dünyayla kurduğu ilişkilerden doğduğu
fikri daha çok kabul görmektedir.
Anlam
konusu, tarih boyunca birçok düşünürün gündeminde kalmış ve hiçbir zaman
önemini yitirmemiştir. Platon’dan başlayarak Kant, Nietzsche, Sartre ve Camus
gibi filozoflar, bu meseleyi farklı açılardan ele almışlardır. Her biri, anlamı
farklı bir temele dayandırarak çözümler sunmaya çalışmıştır. Ancak tüm bu
farklı yaklaşımlar, anlamın insanın varoluşsal bir ihtiyacı olduğu gerçeğini
değiştirmemektedir. İnsan, anlam arayışından vazgeçemez; çünkü anlam, onun
dünya ile kurduğu bağların doğal bir sonucudur.
Anlam,
insanın ölüm korkusuyla başa çıkma, yaşamını değerli kılma ve varoluşunu
sürdürülebilir hale getirme ihtiyacından doğmuştur. Bu yüzden, tarih boyunca
düşünürler tarafından sürekli tartışılmış ve bugün bile yeni sorulara yol açan
bir mesele olarak varlığını sürdürmektedir.
1. Antik
Yunan: Anlamın Ontolojik Temeli
Antik Yunan,
anlam arayışının kök saldığı ve felsefenin sistematik olarak gelişmeye
başladığı dönemdir. Bu dönemde düşünürler, anlamı varlık, bilgi ve doğayla
ilişkilendirerek ele almışlardır.
- Sokrates: Anlam ve Bilgi
Sokrates, anlamın doğru bilgiye dayandığını ve bu bilginin ancak sürekli sorgulama yoluyla elde edilebileceğini savunur. Diyalektik yöntemiyle bireylerin yüzeysel bilgilerle yetinmeyip kavramların özünü sorgulamalarını teşvik etmiştir.
“Sorgulanmamış
bir hayat, yaşamaya değmez.”
Sokrates’in bu yaklaşımı, anlamın birey tarafından keşfedilen bir şey olduğunu
gösterir. Anlam, bireyin zihinsel çabası ve düşünsel yolculuğu ile ortaya
çıkar; bu nedenle sabit değil, dinamik bir süreçtir.
- Platon: Anlam ve İdealar Dünyası
Platon’a göre anlam, duyularla algılanan dünyada değil, idealar dünyasında bulunur. Duyusal dünya sürekli değiştiği için yanıltıcıdır; gerçek anlam, değişmeyen ve mutlak olan ideaların bilgisindedir.
Platon’un idealar teorisi, anlamın aşkın bir düzlemde bulunması gerektiği fikrinin kökünü oluşturur. Ona göre anlam, bu dünyada tam olarak kavranamaz; ancak idealar dünyasına yönelen akıl, gerçek anlama ulaşabilir. - Aristoteles: Anlam, Doğa ve Öz
Aristoteles, Platon’un idealar teorisini reddeder ve anlamı doğrudan nesnelerin doğasında bulur. Ona göre her varlık, doğasında bulunan potansiyeli gerçekleştirdiğinde anlamını bulur. Anlam, varlığın özüdür ve bu öz, dil aracılığıyla ifade edilebilir.
Aristoteles’in yaklaşımı, anlamın bireyden bağımsız bir gerçeklik değil, doğanın içinde ve varlıkların özünde bulunduğunu savunur. Bu bakış açısı, anlamın içkin bir olgu olduğu fikrini güçlendirir.
2.
Helenistik Dönem ve Ortaçağ: Anlam ve Tanrı
Helenistik
dönemde ve Ortaçağ’da anlam arayışı daha çok evrensel düzen ve tanrısal irade
ile ilişkilendirilmiştir. Bu dönemde anlam, bireyin dışındaki aşkın bir
düzlemde aranmıştır.
- Stoa Filozofları: Anlam ve Doğaya
Uyum
Stoacılara göre evren, logos adı verilen evrensel bir akıl tarafından yönetilir. İnsan, bu kozmik düzenle uyum içinde yaşadığında anlamlı bir yaşam sürebilir.
Stoacılar, bireyin doğayla uyumunu anlamın temeli olarak görmüşlerdir. Onlara göre anlam, bireyin bu kozmik akla uygun bir yaşam sürmesiyle ortaya çıkar. Bu yaklaşım, anlamı içkin bir evrensel düzen içinde arayan bir yaklaşımdır. - Plotinos: Anlam ve Bir
Yeni Platonculuğun kurucusu olan Plotinos, anlamı “Bir” olarak adlandırdığı mutlak varlıkta bulur. Ona göre her şey Bir’den taşar ve gerçek anlam, bu kaynağa geri dönmekle elde edilir.
Plotinos’un felsefesi, anlamın aşkın bir düzlemde aranması gerektiğini savunan mistik bir yaklaşımı temsil eder. Anlam, bireyin bu mutlak birliğe dönüş çabasında bulunur. - Augustinus ve Aquinas: Anlam ve
Tanrısal Amaç
- Augustinus, anlamı Tanrı’nın
amacında bulur. Ona göre insan, Tanrı’ya yöneldikçe anlamı keşfeder.
- Aquinas, Aristoteles’in doğa
anlayışını Hristiyan teolojisiyle birleştirerek anlamı Tanrı’nın yaratıcı
aklında arar.
Ortaçağ düşüncesi, anlamın ancak Tanrı’ya yönelmekle kavranabileceğini savunur. Bu, anlamın bireyin ötesinde, aşkın bir düzlemde bulunduğu fikrini güçlendiren önemli bir dönemdir.
3. Modern
Felsefe: Anlamın Bireysel ve Akılsal Temeli
Rönesans ve
Aydınlanma çağlarıyla birlikte birey ön plana çıkmış, anlam arayışı da bireyin
düşünce ve deneyimleriyle ilişkilendirilmeye başlanmıştır.
- Descartes: Anlam ve Düşünme
Descartes, anlamın bireyin düşünme yetisinden doğduğunu savunur: “Cogito, ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım). Anlam, bireyin düşünme süreciyle başlar.
Descartes’ın yaklaşımı, anlamın bireyin kendi zihinsel faaliyetinden doğduğunu savunan modern anlam anlayışının başlangıcıdır. - Locke ve Hume: Anlam ve Deneyim
- Locke, anlamın deneyimlerden
kaynaklandığını ve zihindeki kavramlarla ifade edildiğini savunur.
- Hume, anlamın mutlak bir gerçeklik
olmadığını, zihinsel alışkanlıklarımızın bir sonucu olduğunu ileri sürer.
Ampiristler, anlamı bireyin duyusal deneyimlerinden türetilen bir olgu olarak ele alır. Bu yaklaşım, anlamın nesnel değil, öznel bir şey olduğunu savunur. - Kant: Anlam ve Zihnin Kategorileri
Kant, anlamın deneyimle zihnin kategorilerinin etkileşimi sonucu oluştuğunu savunur. Ona göre insan, dünyayı bu kategoriler aracılığıyla anlamlandırır.
Kant’ın yaklaşımı, anlamın bireyin zihinsel yapısı ile dış dünyanın etkileşimiyle ortaya çıktığını savunarak modern anlam teorilerine büyük bir katkı sağlamıştır.
4. 19. ve
20. Yüzyıl: Anlamın Dil ve İlişkilerle Bağlantısı
- ve 20. yüzyıl felsefesi, anlamın
dil, toplumsal ilişkiler ve bireyin varoluşsal deneyimleriyle bağlantılı
olduğunu savunan önemli yaklaşımlar sunmuştur.
- Hegel: Anlam ve Diyalektik
Hegel, anlamı sürekli oluş halindeki diyalektik süreçte bulur.
Hegel’in bu yaklaşımı, anlamın değişmeyen bir şey olmadığını, sürekli değişim içinde oluşan bir süreç olduğunu savunan önemli bir yaklaşımdır. - Nietzsche: Anlam ve Güç İstemi
Nietzsche, anlamın insanlar tarafından yaratıldığını ve dolayısıyla nesnel olmadığını savunur. Ona göre anlam, güç istemiyle ilişkilidir.
Nietzsche, anlamın bireyin dünyayla kurduğu ilişkilerde yaratıldığını savunarak, nesnel anlam fikrine kökten bir eleştiri getirir. - Wittgenstein: Anlam ve Dil
Wittgenstein, anlamın dilin kullanımıyla belirlendiğini savunur: “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.”
Wittgenstein’ın dil oyunları teorisi, anlamın toplumsal ilişkiler yoluyla oluştuğunu savunan önemli bir felsefi yaklaşımdır. - Heidegger: Anlam ve Varlık
Heidegger’e göre anlam, bireyin dünyada var olma halinden doğar.
Heidegger’in “Dasein” kavramı, anlamın bireyin varoluşundan bağımsız olarak ele alınamayacağını vurgular. - Sartre ve Camus: Anlamın Varoluşsal
Temeli
Sartre, anlamın birey tarafından yaratıldığını ve bireyin özgürlükle kendi varoluşuna anlam yüklediğini savunur. Camus ise anlamın absürt olduğunu, ancak buna rağmen yaşamın değerli olduğunu belirtir.
Varoluşçu filozoflar, anlamın bireyin özgür seçimleriyle yaratıldığını savunarak, anlamın öznel bir olgu olduğunu vurgular.
Anlamın Aşkınlığına Düşen Gölge ve Modern İndirgemecilik
Günümüzde
bilim ve teknolojinin geldiği nokta, toplumların giderek sekülerleşmesi ve
dinlerin sundukları anlam vaatlerinin toplumsal problemlere çözüm sunamayıp
aksine yeni sorunlar doğurması gibi etkenler, anlamın aşkın bir düzlemde
bulunması gerektiği fikrine haklı bir gölge düşürmüştür. Bu değişimle birlikte,
artık birçok kişi anlam denen şeyin yalnızca zihnin ürettiği bir illüzyon
olduğu fikrini savunmaktadır. Hatta bu yaklaşım öyle bir noktaya gelmiştir ki,
anlamın varoluşsal bir ihtiyaç değil, tamamen yanılsamadan ibaret olduğu iddia
edilmektedir.
Ancak
burada önemli bir sorun var: İnsanlar, düşünsel olarak uçlarda durmayı
severler. Ya bir şey tamamen vardır ya da tamamen yoktur. Ya her şey mutlak bir
gerçekliğe dayanır ya da tamamen yanılsamadır. Oysa gerçeklik, bu tür aşırı
yaklaşımların dışında, daha dengeli ve zarif bir şekilde kavranmalıdır.
Basitliğin zarafetiyle ilgilenmek, aşırılıklardan uzak bir bakış açısı
gerektirir. Ne var ki bu dengeyi benimseyenlerin sayısı her zaman az olmuştur.
Ben ise
zaman içinde bu konuya kendi bakış açımla yaklaşarak bir perspektif
geliştirmeye çalıştım. Her zamanki gibi amatör bir “millet okulu” takipçisi
olarak meseleyi soyut kavramlarla değil, doğaya sorarak yanıt aradım. Doğa,
sorulara doğru yanıtlar veren büyük bir öğretmendir; yeter ki doğru soruları
sorabilelim ve onu dinlemeyi bilelim.
Ancak
doğanın bana verdiği cevaba geçmeden önce, bu iki uç yaklaşımı ele almak
istiyorum: Anlamı aşkın bir düzlemde arayanların neden yanıldığını ve anlamın
bir illüzyon olduğunu savunanların hangi noktada hata yaptığını irdeleyerek
ilerleyeceğim. Çünkü her iki yaklaşım da insanın anlam arayışını ya yanlış bir
temele oturtmakta ya da tamamen anlamsız hale getirmektedir.
Anlamı
İnsanın Ötesinde Arama
Kadim
zamanlarda insan, anlamı kendi ötesinde, aşkın bir düzlemde aramıştır. Bu
yaklaşım, insanın zihinsel evrim süreciyle ele alındığında anlaşılabilir bir
durumdur. Çünkü o dönemde insan, tanrı ya da tanrılarla birlikte varoluşun
anlamını kavrama çabasındaydı. Bu çaba, insanın ölüm farkındalığıyla yüzleşmesi
ve bu korkunun üstesinden gelme isteğinden doğmuştur. Ölümlü olduğunu bilen
insan, anlamı ölümsüzlükte aramış ve bu ölümsüzlüğü tanrısal bir düzlemde,
gerçekliğin ötesinde bulacağını düşünmüştür. Bu nedenle yaklaşık iki bin yıl
boyunca anlamın tek, nesnel ve yerel gerçekçi olduğu fikri egemen olmuştur.
Ancak
zamanla, özellikle Rönesans ve Reform hareketleriyle birlikte bu anlayış
sarsılmaya başlamıştır. İnsan aklını ve bireyselliğini merkeze alan bu
hareketler, dinin ve kilisenin egemenliğini sorgulamış, bilimsel düşüncenin
önünü açmıştır. Anlam artık yalnızca tanrısal bir düzlemde aranan bir kavram
olmaktan çıkmış, doğada ve bireyin akıl yoluyla kavrayabileceği bir şey olarak
görülmeye başlanmıştır. Millet okulu, tarih boyunca yok edilmeye çalışılsa da,
bu zihinsel devrimin temel taşı olmuştur. Rönesans’ın getirdiği özgür düşünce
ortamı ve Reform’un bireysel inanca yaptığı vurgu, anlamın yeniden
tartışılmasına yol açmış, bilim ve felsefe dünyasında büyük bir ilerlemeye
vesile olmuştur.
Modern çağda
ise bilimsel ilerlemelerle birlikte, evrenin ve doğanın mekanik bir saat gibi
işlediği fikri yaygınlaşmıştır. Bu bakış açısı, insanın da mekanik bir sistemin
parçası olduğu düşüncesini doğurmuştur. Bunun sonucunda anlam, sevgi, özgür
irade gibi temel kavramların yalnızca beynin kimyasal süreçleriyle üretilen
yanılsamalar olduğu savunulmaya başlanmıştır. Bu görüşe göre, insanın bu tür
kavramlara yüklediği değerler, yalnızca evrimsel sürecin ve hayatta kalma
içgüdüsünün bir yan ürünüdür.
Bu yaklaşım,
anlamı aşkın bir düzlemde arayanların yaptığı hatadan daha büyük bir hatadır.
Çünkü bu indirgemeci düşünce, insanı yalnızca biyolojik bir makineye
indirgemekte ve onun bireysel varoluşunu değersizleştirmektedir.
İndirgemeciliğin bu zirve noktası, anlamı tamamen yok sayarak insanın yaşamla
kurduğu ilişkiyi anlamsızlaştırmaktadır. Oysa anlam, bireyin varoluşundan doğan
ve onun dünya ile kurduğu bağlarla oluşan bir gerçektir.
Bana göre bu
indirgemeci bakış açısının temel nedeni, insanın denge ve kararlılık
kavramlarını içselleştirememesidir. İnsan, düşünsel olarak uçlarda dolaşmayı
sever; ya her şey tamamen aşkında aranır ya da tamamen bir yanılsama olarak
görülür. Bu uç yaklaşımlar, denge ve kararlılık eksikliğinin bir sonucudur.
Oysa anlam arayışı, dengeli bir bakış açısıyla ele alınmalıdır. Denge, hem
insanın düşünce dünyasında hem de yaşamında temel bir ihtiyaçtır. Bu kavramlara
daha önceki konuşmalarımızda değinmiştim sevgili dostlar; çünkü düşünsel denge
olmadan, insan ya aşkıncılığa saplanır ya da indirgemeciliğin dar kalıpları
içine hapsolur.
Anlamı
İnsanın Ötesinde Arayanların Düştükleri Hatalar ve Neden Anlam İnsanın Ötesinde
Olamaz
İnsanlık
tarihi boyunca anlam, genellikle bireyin ötesinde, aşkın bir düzlemde
aranmıştır. Bu yaklaşım, kadim dönemlerin düşünsel yapısı göz önüne alındığında
anlaşılabilir bir durumdur. O dönemde insan, tanrı ya da tanrıların mutlak
hakimiyeti altında yaşadığı için, anlamı bu aşkın varlıkların iradesine dayalı
bir gerçeklik olarak görmüştür. Bu çerçevede anlam, bireyin kendi yaşamından
bağımsız, değişmeyen ve mutlak bir düzlemde bulunması gereken bir şey olarak
algılanmıştır. Yaklaşık iki bin yıl boyunca bu anlayış, anlamın tek, nesnel ve
yerel gerçekçi olduğu fikrinin egemen olmasına yol açmıştır.
Ancak burada
önemli bir noktaya değinmek gerekiyor: Tarih boyunca “millet okulu” olarak
adlandırabileceğimiz düşünsel ilerleme, farklı dönemlerde baskı altına alınmaya
çalışılmış ve neredeyse yok edilmiştir. Buna rağmen, özellikle Rönesans ve
Reform hareketleriyle birlikte düşünsel özgürlük yeniden filizlenmiş, insan
aklını merkeze alan bir anlayış doğmuştur. Bu zihinsel devrim, anlamı yalnızca
aşkın bir düzlemde arayan düşünce biçimini kökten sarsmıştır.
Modern çağa
geldiğimizde, bilimin sunduğu en büyük armağanlardan biri, evrenin yerel
gerçekçi olmadığını göstermek olmuştur. Bell eşitsizliklerinin ihlali ve bu
ihlallerin deneylerle kanıtlanması, bize gerçekliğin mutlak ve değişmeyen bir
yapıda olmadığını göstermiştir. Artık biliyoruz ki evren, yerel gerçekçiliğe
dayalı bir yapı değildir; dolayısıyla anlamı evrenin ötesinde, aşkın bir
düzlemde aramak gereksiz ve anlamsızdır. Yerel gerçekliğin olmadığı bir
evrende, anlamın mutlak ve bizden bağımsız bir gerçeklik olarak var olduğunu
iddia etmek, hem bilimsel verilerle hem de mantıksal tutarlılıkla çelişen bir
yaklaşımdır.
Bu noktada
bir soru sorulabilir: Evrenin yerel gerçekçi olmaması, anlamla nasıl bir
bağlantı kurmamızı sağlar? Bence bu durum, anlamın doğası hakkında önemli bir
ipucu verir. Yerel gerçekçiliğin olmadığı bir evrende anlam, aşkın bir düzlemde
var olan mutlak bir olgu olamaz; anlam, bireyin dünya ile kurduğu ilişkilerden
doğan, öznel bir olgudur. Anlam, insanın kendisiyle ve çevresiyle kurduğu
etkileşimlerden ortaya çıkar. Dolayısıyla anlam dediğimiz şey, bireyin dünyayla
ilişkisinde yarattığı bir gerçekliktir. Bu durum, anlamın bireyden bağımsız,
nesnel bir varlık olmadığını, aksine tamamen bireysel ve öznel bir deneyim
olduğunu gösterir.
Günümüzde
anlamı hala insanın ötesinde, aşkın bir düzlemde arayan yaklaşımlar, aslında
insanı birey olarak değersizleştiren bir çaba içindedir. Bu tür yaklaşımlar,
insanın birey olarak kendi anlamını yaratma yeteneğini göz ardı eder ve onu
dışsal bir gerçekliğe bağımlı hale getirir. Bu, fiziksel bir eşitleme olmasa da
düşünsel bir eşitleme çabasıdır. Bireyi kendi içsel varoluşuyla değil, dışsal
ve mutlak bir gerçeklikle tanımlamaya çalışır. Bu yüzden, bu tür yaklaşımlar
insanın bireyselliğini tehdit eden, özgünlüğünü yok sayan bir düşünce
biçimidir.
Bana göre bu
yaklaşımın temel hatası, bireyi ve anlamı ayrı birer olgu olarak ele almasıdır.
Oysa anlam, bireyden ayrı olarak var olamaz. Anlam, bireyin varoluşsal bir
ihtiyacı olarak ortaya çıkar ve onun dünyayla kurduğu bağlarla şekillenir.
Anlamı aşkın bir düzlemde arayanlar, bireyin kendi yaşamından doğan anlam
yaratma gücünü reddederek, onu dışsal bir gerçekliğin gölgesinde yaşamaya
mahkum ederler. Oysa gerçeklik, bireyin deneyimlediği dünya ve bu dünyayla
kurduğu ilişkiler içinde anlam kazanır.
Sonuç
olarak, anlamı aşkın bir düzlemde aramak hem gereksiz hem de bireyin varoluşsal
özgünlüğünü göz ardı eden bir yaklaşımdır. Anlam, bireyin yaşamını değerli
kılan, dünyayla kurduğu etkileşimlerden doğan, öznel bir gerçektir.
Anlamın
Olmadığı ve Beynin Bir Oyunu Olduğu Fikrinin Neden Yanlış Olduğu
Modern çağın
bir getirisi olarak, anlamın olmadığı, beynin ürettiği bir illüzyon olduğu
fikri giderek yaygınlaşmıştır. Üstelik bu görüş, sadece anlamla sınırlı
kalmayıp, özgür irade, sevgi, aşk gibi temel kavramların da insan fizyolojisi
ve nörolojik süreçlerin bir ürünü olduğu, dolayısıyla gerçek olamayacağı
yönünde savunulmaktadır. Bu yaklaşımı savunanlar, bu kavramların insanın
hayatta kalma, üreme ve türünü sürdürme amacıyla evrimsel süreçte gelişmiş
birer araç olduğunu ileri sürerler. Ancak bu indirgemeci bakış açısı, ne yazık
ki anlamı aşkın bir düzlemde arayanların yaptığı hatadan daha büyük bir hata
yapmaktadır. Çünkü bu düşünce, insanı yalnızca biyolojik ve kimyasal süreçlerin
mekanik bir ürünü olarak gören dar bir pencereden bakmaktadır. Sonuç olarak,
hayatın bir anlam ifade etmediği gibi aşırı yorumlara varan durumlar ortaya
çıkmaktadır.
Bence bu
indirgemeci yaklaşımdaki temel sorun, bu kişilerin farkında olmadıkları ikili
bir düşünme hatasından kaynaklanmaktadır. Peki nedir bu ikili düşünme hatası?
Anlam, özgür irade, sevgi gibi kavramların illüzyon olduğunu savunan bu
kişiler, bilinçaltlarında bireyi ve bedeni iki ayrı şey olarak görmektedirler.
Onlara göre bu kavramlar gerçek olsaydı, biyolojik ve fizyolojik süreçlerden
bağımsız olmalıydı. Çünkü eğer bu tür etkiler kimyasal ve nörolojik süreçlerden
kaynaklanıyorsa, bu kavramların gerçek olamayacağını varsayarlar. Bu düşünce
tarzı, bireyi ve bedeni ayrı iki varlık gibi ele almanın sonucudur. Oysa
gerçekte birey ve beden ayrılmaz bir bütündür. İnsan bedeni içinde harici bir
varlık bulunsaydı ve bu etkiler kimyasal süreçlerden kaynaklanmayıp bu varlık
tarafından üretilseydi, bu kişiler muhtemelen bu kavramları gerçek kabul
edeceklerdi. Ancak aynı etkiler kimyasal süreçlerden kaynaklandığı için bu
kavramlara gerçeklik atfetmiyorlar. Bu, bana göre oldukça komik ve çelişkili
bir yaklaşımdır.
Bu
indirgemeci düşüncenin aşkıncı bir yaklaşımla aynı hataya düşmesi de dikkat
çekicidir. Bu kişiler, kimyasal süreçlere dayanan şeylerin gerçek olamayacağını
düşünerek materyalist bir temelden yola çıkıp farkında olmadan bir tür aşkıncı
düşünceye kaymaktadırlar. Oysa bir şeyin biyolojik ya da fizyolojik süreçlerden
kaynaklanması, onun gerçek olmadığı anlamına gelmez; aksine bu, onun
gerçekliğinin doğasını açıklar. Sorulması gereken soru şudur: Evrimsel süreçle
bağlantılı olması, hayatta kalmamız ve ürememiz için gelişmiş olması, bir
kavramı ilüzyon mu yapar yoksa sapa sağlam bir gerçek mi yapar?
Benim
cevabım nettir: Bu kavramların evrimsel kökenlerinin olması, onların gerçek
olmadığı anlamına gelmez; aksine bu, onların ne kadar temel ve sarsılmaz bir
gerçeklik olduğunu gösterir. Örneğin, çocuğunuza duyduğunuz sevgi, nörolojik ve
fizyolojik süreçlerinizle tetiklenip ödüllendiriliyorsa, bu onu daha az gerçek
yapmaz. Aksine, bu durum sevginin biyolojik temellere dayanan, dolayısıyla
tamamen gerçek bir olgu olduğunu kanıtlar.
Bir başka
önemli soru ise şudur: Kişi/birey ve beden diye iki farklı şey var mıdır? Ya da
ben ve beyin diye iki ayrı kavramdan söz edilebilir mi? Hayır, bunlar aynı
şeydir. Bu tür ayrımlar, indirgemeci düşüncenin yaptığı ikili düşünme hatasının
sonucudur. Daha önce özgür irade konusunu ele aldığımızda, Libet ve Haynes gibi
bilim insanlarının çalışmalarına dayanarak beyin ve ben diye iki farklı kavram
olamayacağını açıklamıştım. Aynı durum beden ve birey için de geçerlidir. İkili
düşünce hatası, bu tür kavramların yanlış anlaşılmasına neden olur.
Şimdi,
indirgemeci düşüncenin tutarsızlığına bir kez daha dikkat çekmek istiyorum:
Eğer anlam, sevgi, özgür irade gibi kavramlar beynin ürettiği illüzyonlar ise
bana beynin üretmediği bir şey söyleyebilir misiniz? Görme, işitme, tat alma,
dokunma, koku alma gibi duyularımız da beynin oluşturduğu yorumlar değil midir?
O zaman tutarlı olmak adına, bu duyular tarafından elde edilen tüm veriyi de
illüzyon olarak kabul etmeniz gerekmez mi? Bilim dediğimiz şey, duyularımız
veya araçlarımızla elde ettiğimiz verileri anlamlandırma, bu verilerden
hipotezler oluşturma, bu hipotezleri deney ve gözlemlerle test ederek doğrulama
ve bu doğrulamadan teorik modeller geliştirme sürecidir. Eğer siz, tüm duyusal
deneyimleri illüzyon olarak kabul ederseniz, bilimsel bilginin de bir illüzyon
olduğunu iddia etmek zorunda kalırsınız. Bu ise bilimin sunduğu tüm bilgi ve
katkıyı geçersiz kılar ve tutarsız bir yaklaşım oluşturur.
Sonuç
olarak, indirgemeci yaklaşım, anlamı yok sayarak aşırı bir uç noktaya
saplanmıştır. Anlam, bireyin dünyayla kurduğu ilişkilerden doğan, biyolojik ve
fizyolojik temellere dayanan sarsılmaz bir gerçekliktir. Bu yüzden, bu tür
kavramlara illüzyon demek yerine, onların gerçekliğini oluşturan temel
süreçleri anlamaya çalışmalıyız. Arkadaşlar, uçlarda dolaşmayı bırakıp dengeli
bir kararlılık kovalayın. Anlamı tamamen aşkında arayanların düştüğü hatadan
kaçındığımız gibi, onu tamamen yok sayan indirgemecilerin hatasından da uzak
durmalıyız.
Anlam Nedir?
Var mıdır? Varsa Nasıl Oluşur? Nesnel midir, Öznel midir ve Anlamsızlık Neden
İmkânsızdır?
Anlamsızlığın
imkânsızlığı… Evet, iddialı bir önerme ve bu bölümde bu hipotezimi
temellendirmeye çalışacağım. Öncelikle, anlam nasıl oluşur sorusuyla
başlayalım. İnsan, dış dünyayla temasını duyuları aracılığıyla gerçekleştirir.
Görme, işitme, tat alma, dokunma ve koku alma duyuları sayesinde çevresindeki
şeylerle bir ilişki kurar. Bu ilişkiler, insan zihninde kaçınılmaz olarak
anlamın oluşmasına yol açar.
Örneğin, bir
insanla konuştuğunuzda o kişiyle bir ilişki içine girersiniz ve bu ilişki, size
o kişi hakkında pozitif ya da negatif bir anlam dikte eder. İlişki olmadan
anlamın oluşması mümkün değildir; çünkü anlam, ilişkinin bir sonucudur. İnsanın
herhangi bir şey hakkında konuşabilmesi, o şeyle kurduğu ilişkiye dayanır.
Bunun temel nedeni, evrenin yerel gerçekçi olmamasıdır. Evren, gerçekliğin
ötesinde bir gerçekliğe izin vermez; bu yüzden anlam, ancak var olan şeylerle
kurulan ilişki yoluyla oluşur.
Peki evren
nedir? Evren, sanıldığı gibi dışsal bir akvaryum değil, bir ilişkiler ağıdır.
İnsan da bu ilişkiler ağının ilmeklerinden biridir. Dolayısıyla insanın
çevresindeki şeylerle kurduğu her ilişki, zihninde bir fenomen oluşturur ve bu
fenomene bağlı olarak bir anlam doğar. Örneğin, pişen bir baklanın kokusunu
aldığınızda beyniniz bu kokuyu yorumlar ve zihninizde baklayla ilgili bir
fenomen oluşur. Bu fenomen, sizin için otomatik olarak pozitif ya da negatif
bir anlam taşır. Aynı süreç, diğer duyular için de geçerlidir. Kısacası, insan
herhangi bir şeyle ilişkiye girdiğinde zihninde bir fenomen ve bu fenomene
bağlı olarak bir anlam oluşur.
Burada
önemli bir ayrımı vurgulamak istiyorum: İnsan anlam oluşturmaz, insanda anlam
oluşur ve bu bir zorunluluktur. Ancak bu süreç, her zaman bilinçli bir şekilde
gerçekleşmez; bazı anlamlar bilinçdışı düzeyde oluşur. Anlam, varlıkla kurulan
ilişkinin kaçınılmaz bir sonucudur ve bu ilişki, insanın iradesine rağmen
gerçekleşir. İnsan oluştuktan sonra ilişkisizlik mümkün değildir; çünkü var
olan her şey kaçınılmaz olarak bir ilişki içindedir. Bu ilişki illa başka bir
insanla olmak zorunda değildir; bir domatesle, bir çay bardağıyla ya da öz
farkındalığa sahip bir varlık, kendi kendisiyle ilişki kurarak da anlam
oluşturabilir.
Bu noktada
meselenin en can alıcı kısmına geliyoruz: Eğer var olan şeyler için
ilişkisizlik imkânsızsa, anlamsızlık da imkânsızdır. Anlam, ilişkiden
kaynaklanır ve bu ilişki, var olan şeylerin doğasında bulunan bir
zorunluluktur. Ancak burada önemli bir vurgu yapmak gerekiyor: Bu anlam,
insanın ötesinde bir aşkınlıkta değil; doğrudan içkin bir düzlemde, yani var
olan şeylerin kendisinde bulunur.
Birçok
düşünür, anlamı nesnelleştirmeye çalışmıştır. Bence bu, önemli bir hatadır;
çünkü anlam, bireylerin ilişki yoluyla deneyimledikleri öznel bir olgudur.
Ancak bu çabalar küçümsenmemelidir. Aksine, bu çalışmalar bize anlamın aşkın
bir düzlemde değil, içkin bir düzlemde aranması gerektiğini dolaylı olarak
ispatlamıştır. Dolayısıyla siz varsanız ilişki vardır ve ilişki varsa anlam
vardır. Bunlar, birbirinden ayrılmaz zorunluluklardır. Anlam bireysel olarak
doğar, ancak toplumsal ilişkiler içinde paylaşıldığında belirli bir düzeyde
nesnel bir gerçeklik kazanır.
Peki
anlamsızlık mümkün müdür? Bir insan açısından evet, mümkündür. Ancak bu,
yalnızca kişinin ilişki ağlarının kesilmesiyle, yani ölümle mümkündür. Ölüm
gerçekleştiğinde, kişinin ilişki ağları sona erer ve o kişi artık bu ağın bir
ilmeği değildir. Evet, kendisinden ayrışan atomlar ve moleküller başka ilişki
ağlarının parçası olur; ancak bu parçalar artık o kişi değildir. Geride
kalanlar açısından bakıldığında, ölen kişiyle ilgili fenomenler hala zihinde
yaşatılabilir ve yeni anlamlar doğurabilir. Ancak kişi açısından ilişki ağları
kesildiği için anlamsızlık başlamış olur.
Pür
anlamsızlık ise ancak mutlak bir hiçlikle mümkündür. Ancak fiziksel evrende
mutlak bir hiçlik yoktur; çünkü evren, sürekli hareket ve ilişki içindedir.
Kuantum dalgalanmaları gibi süreçler, evrende mutlak düzenin ve hiçliğin
imkânsız olduğunu gösterir. Dolayısıyla pür anlamsızlık, sadece teorik olarak
var olabilir; pratikte evrenin doğası buna izin vermez.
Sonuç
olarak, yaşam bir armağandır; ancak bazen biz insanlar tarafından bir cezaya da
dönüştürülebilir. Var olan şeylerin ilişkisizliğinin imkânsız olması nedeniyle
anlam, kaçınılmaz olarak var olan bir şeydir ve kendinden menkul bir anlam
taşır. Bu yüzden birbirinizi sevin, birbirinizi dinleyin ve anlamaya çalışın.
Çünkü bunlar gerçekten gerçektir.
Beni
dinlediğiniz için çok teşekkür ederim sevgili dostlar. Sizlere sağlık ve
esenlik diliyor, saygılarımı sunuyorum. İyi geceler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder