19 Şubat 2025 Çarşamba

Anlamsızlığın İmkânsızlığı

 

Anlamsızlığın İmkânsızlığı

İyi akşamlar arkadaşlar, bu hafta biraz anlam üzerine konuşmak istiyorum. Anlam konusu, insanlık tarihinin en kadim meselelerinden biri olmuştur. İnsan, var olduğundan beri yaşamını anlamlandırma çabası içinde olmuştur. Ancak bu arayış, tarihin farklı dönemlerinde değişen düşünsel ve toplumsal koşullara bağlı olarak farklı şekillerde ele alınmıştır. Bugün bile güncelliğini koruyan bu kadim mesele, modern çağda da çeşitli tartışmaların odağında yer almakta ve hatta zaman zaman bir problem haline gelmektedir.

Kadim zamanlarda insan, anlamı hep dışarıda, kendisinden ötede, aşkın bir düzlemde aramıştır. Bu durum, o dönemin koşulları göz önüne alındığında anlaşılabilir bir yaklaşımdır. İnsan, ölümlü bir varlık olduğunun farkındadır ve ölüm korkusuyla başa çıkma ihtiyacı hissetmiştir. Bu ihtiyacın bir sonucu olarak, ölümsüzlük vaat eden tanrısal ya da aşkın bir anlam arayışı doğmuştur. Anlam, bireyin kendi yaşamından bağımsız olarak var olan, değişmeyen ve ölümsüz bir gerçeklikte bulunmak istenmiştir. Bu yaklaşım, yaklaşık iki bin yıl boyunca egemen olmuştur.

Örneğin, Platon’un idealar teorisi, duyularla algılanan dünyayı yanıltıcı ve değişken olarak görürken, gerçek anlamı idealar dünyasında, değişmeyen bir düzlemde bulmaya çalışmıştır. Ortaçağ’da ise bu arayış, dinlerin tanrısal düzenine bağlanmış ve anlam, tanrının yaratıcı iradesiyle ilişkilendirilmiştir. İnsan, bu aşkın düzleme erişebildiği ölçüde yaşamını anlamlı kılabileceğine inanmıştır.

Ancak bu anlayış, Rönesans ve Reform hareketleriyle birlikte sorgulanmaya başlanmıştır. Bu hareketler, bireyin ve özgür düşüncenin ön plana çıkmasını sağlamış, anlamın sadece aşkın bir düzlemde bulunamayacağını gösteren bir zihinsel devrimin öncüsü olmuştur. Bilimin hızla ilerlemesiyle birlikte, anlam artık yalnızca aşkın varlıklarda değil, doğada ve bireyin dünyayla kurduğu ilişkilerde de aranır hale gelmiştir. Modern çağda ise bilim ve düşün dünyasının sunduğu veriler, anlam arayışını daha karmaşık bir hale getirmiştir. Artık anlamın tamamen öznel bir şey olduğu ve bireyin dünyayla kurduğu ilişkilerden doğduğu fikri daha çok kabul görmektedir.

Anlam konusu, tarih boyunca birçok düşünürün gündeminde kalmış ve hiçbir zaman önemini yitirmemiştir. Platon’dan başlayarak Kant, Nietzsche, Sartre ve Camus gibi filozoflar, bu meseleyi farklı açılardan ele almışlardır. Her biri, anlamı farklı bir temele dayandırarak çözümler sunmaya çalışmıştır. Ancak tüm bu farklı yaklaşımlar, anlamın insanın varoluşsal bir ihtiyacı olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. İnsan, anlam arayışından vazgeçemez; çünkü anlam, onun dünya ile kurduğu bağların doğal bir sonucudur.

Anlam, insanın ölüm korkusuyla başa çıkma, yaşamını değerli kılma ve varoluşunu sürdürülebilir hale getirme ihtiyacından doğmuştur. Bu yüzden, tarih boyunca düşünürler tarafından sürekli tartışılmış ve bugün bile yeni sorulara yol açan bir mesele olarak varlığını sürdürmektedir.

1. Antik Yunan: Anlamın Ontolojik Temeli

Antik Yunan, anlam arayışının kök saldığı ve felsefenin sistematik olarak gelişmeye başladığı dönemdir. Bu dönemde düşünürler, anlamı varlık, bilgi ve doğayla ilişkilendirerek ele almışlardır.

  • Sokrates: Anlam ve Bilgi
    Sokrates, anlamın doğru bilgiye dayandığını ve bu bilginin ancak sürekli sorgulama yoluyla elde edilebileceğini savunur. Diyalektik yöntemiyle bireylerin yüzeysel bilgilerle yetinmeyip kavramların özünü sorgulamalarını teşvik etmiştir.

“Sorgulanmamış bir hayat, yaşamaya değmez.”
Sokrates’in bu yaklaşımı, anlamın birey tarafından keşfedilen bir şey olduğunu gösterir. Anlam, bireyin zihinsel çabası ve düşünsel yolculuğu ile ortaya çıkar; bu nedenle sabit değil, dinamik bir süreçtir.

  • Platon: Anlam ve İdealar Dünyası
    Platon’a göre anlam, duyularla algılanan dünyada değil, idealar dünyasında bulunur. Duyusal dünya sürekli değiştiği için yanıltıcıdır; gerçek anlam, değişmeyen ve mutlak olan ideaların bilgisindedir.
    Platon’un idealar teorisi, anlamın aşkın bir düzlemde bulunması gerektiği fikrinin kökünü oluşturur. Ona göre anlam, bu dünyada tam olarak kavranamaz; ancak idealar dünyasına yönelen akıl, gerçek anlama ulaşabilir.
  • Aristoteles: Anlam, Doğa ve Öz
    Aristoteles, Platon’un idealar teorisini reddeder ve anlamı doğrudan nesnelerin doğasında bulur. Ona göre her varlık, doğasında bulunan potansiyeli gerçekleştirdiğinde anlamını bulur. Anlam, varlığın özüdür ve bu öz, dil aracılığıyla ifade edilebilir.
    Aristoteles’in yaklaşımı, anlamın bireyden bağımsız bir gerçeklik değil, doğanın içinde ve varlıkların özünde bulunduğunu savunur. Bu bakış açısı, anlamın içkin bir olgu olduğu fikrini güçlendirir.

2. Helenistik Dönem ve Ortaçağ: Anlam ve Tanrı

Helenistik dönemde ve Ortaçağ’da anlam arayışı daha çok evrensel düzen ve tanrısal irade ile ilişkilendirilmiştir. Bu dönemde anlam, bireyin dışındaki aşkın bir düzlemde aranmıştır.

  • Stoa Filozofları: Anlam ve Doğaya Uyum
    Stoacılara göre evren, logos adı verilen evrensel bir akıl tarafından yönetilir. İnsan, bu kozmik düzenle uyum içinde yaşadığında anlamlı bir yaşam sürebilir.
    Stoacılar, bireyin doğayla uyumunu anlamın temeli olarak görmüşlerdir. Onlara göre anlam, bireyin bu kozmik akla uygun bir yaşam sürmesiyle ortaya çıkar. Bu yaklaşım, anlamı içkin bir evrensel düzen içinde arayan bir yaklaşımdır.
  • Plotinos: Anlam ve Bir
    Yeni Platonculuğun kurucusu olan Plotinos, anlamı “Bir” olarak adlandırdığı mutlak varlıkta bulur. Ona göre her şey Bir’den taşar ve gerçek anlam, bu kaynağa geri dönmekle elde edilir.
    Plotinos’un felsefesi, anlamın aşkın bir düzlemde aranması gerektiğini savunan mistik bir yaklaşımı temsil eder. Anlam, bireyin bu mutlak birliğe dönüş çabasında bulunur.
  • Augustinus ve Aquinas: Anlam ve Tanrısal Amaç
    • Augustinus, anlamı Tanrı’nın amacında bulur. Ona göre insan, Tanrı’ya yöneldikçe anlamı keşfeder.
    • Aquinas, Aristoteles’in doğa anlayışını Hristiyan teolojisiyle birleştirerek anlamı Tanrı’nın yaratıcı aklında arar.
      Ortaçağ düşüncesi, anlamın ancak Tanrı’ya yönelmekle kavranabileceğini savunur. Bu, anlamın bireyin ötesinde, aşkın bir düzlemde bulunduğu fikrini güçlendiren önemli bir dönemdir.

3. Modern Felsefe: Anlamın Bireysel ve Akılsal Temeli

Rönesans ve Aydınlanma çağlarıyla birlikte birey ön plana çıkmış, anlam arayışı da bireyin düşünce ve deneyimleriyle ilişkilendirilmeye başlanmıştır.

  • Descartes: Anlam ve Düşünme
    Descartes, anlamın bireyin düşünme yetisinden doğduğunu savunur: “Cogito, ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım). Anlam, bireyin düşünme süreciyle başlar.
    Descartes’ın yaklaşımı, anlamın bireyin kendi zihinsel faaliyetinden doğduğunu savunan modern anlam anlayışının başlangıcıdır.
  • Locke ve Hume: Anlam ve Deneyim
    • Locke, anlamın deneyimlerden kaynaklandığını ve zihindeki kavramlarla ifade edildiğini savunur.
    • Hume, anlamın mutlak bir gerçeklik olmadığını, zihinsel alışkanlıklarımızın bir sonucu olduğunu ileri sürer.
      Ampiristler, anlamı bireyin duyusal deneyimlerinden türetilen bir olgu olarak ele alır. Bu yaklaşım, anlamın nesnel değil, öznel bir şey olduğunu savunur.
  • Kant: Anlam ve Zihnin Kategorileri
    Kant, anlamın deneyimle zihnin kategorilerinin etkileşimi sonucu oluştuğunu savunur. Ona göre insan, dünyayı bu kategoriler aracılığıyla anlamlandırır.
    Kant’ın yaklaşımı, anlamın bireyin zihinsel yapısı ile dış dünyanın etkileşimiyle ortaya çıktığını savunarak modern anlam teorilerine büyük bir katkı sağlamıştır.

4. 19. ve 20. Yüzyıl: Anlamın Dil ve İlişkilerle Bağlantısı

  1. ve 20. yüzyıl felsefesi, anlamın dil, toplumsal ilişkiler ve bireyin varoluşsal deneyimleriyle bağlantılı olduğunu savunan önemli yaklaşımlar sunmuştur.
  • Hegel: Anlam ve Diyalektik
    Hegel, anlamı sürekli oluş halindeki diyalektik süreçte bulur.
    Hegel’in bu yaklaşımı, anlamın değişmeyen bir şey olmadığını, sürekli değişim içinde oluşan bir süreç olduğunu savunan önemli bir yaklaşımdır.
  • Nietzsche: Anlam ve Güç İstemi
    Nietzsche, anlamın insanlar tarafından yaratıldığını ve dolayısıyla nesnel olmadığını savunur. Ona göre anlam, güç istemiyle ilişkilidir.
    Nietzsche, anlamın bireyin dünyayla kurduğu ilişkilerde yaratıldığını savunarak, nesnel anlam fikrine kökten bir eleştiri getirir.
  • Wittgenstein: Anlam ve Dil
    Wittgenstein, anlamın dilin kullanımıyla belirlendiğini savunur: “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.”
    Wittgenstein’ın dil oyunları teorisi, anlamın toplumsal ilişkiler yoluyla oluştuğunu savunan önemli bir felsefi yaklaşımdır.
  • Heidegger: Anlam ve Varlık
    Heidegger’e göre anlam, bireyin dünyada var olma halinden doğar.
    Heidegger’in “Dasein” kavramı, anlamın bireyin varoluşundan bağımsız olarak ele alınamayacağını vurgular.
  • Sartre ve Camus: Anlamın Varoluşsal Temeli
    Sartre, anlamın birey tarafından yaratıldığını ve bireyin özgürlükle kendi varoluşuna anlam yüklediğini savunur. Camus ise anlamın absürt olduğunu, ancak buna rağmen yaşamın değerli olduğunu belirtir.
    Varoluşçu filozoflar, anlamın bireyin özgür seçimleriyle yaratıldığını savunarak, anlamın öznel bir olgu olduğunu vurgular.

Anlamın Aşkınlığına Düşen Gölge ve Modern İndirgemecilik

Günümüzde bilim ve teknolojinin geldiği nokta, toplumların giderek sekülerleşmesi ve dinlerin sundukları anlam vaatlerinin toplumsal problemlere çözüm sunamayıp aksine yeni sorunlar doğurması gibi etkenler, anlamın aşkın bir düzlemde bulunması gerektiği fikrine haklı bir gölge düşürmüştür. Bu değişimle birlikte, artık birçok kişi anlam denen şeyin yalnızca zihnin ürettiği bir illüzyon olduğu fikrini savunmaktadır. Hatta bu yaklaşım öyle bir noktaya gelmiştir ki, anlamın varoluşsal bir ihtiyaç değil, tamamen yanılsamadan ibaret olduğu iddia edilmektedir.

Ancak burada önemli bir sorun var: İnsanlar, düşünsel olarak uçlarda durmayı severler. Ya bir şey tamamen vardır ya da tamamen yoktur. Ya her şey mutlak bir gerçekliğe dayanır ya da tamamen yanılsamadır. Oysa gerçeklik, bu tür aşırı yaklaşımların dışında, daha dengeli ve zarif bir şekilde kavranmalıdır. Basitliğin zarafetiyle ilgilenmek, aşırılıklardan uzak bir bakış açısı gerektirir. Ne var ki bu dengeyi benimseyenlerin sayısı her zaman az olmuştur.

Ben ise zaman içinde bu konuya kendi bakış açımla yaklaşarak bir perspektif geliştirmeye çalıştım. Her zamanki gibi amatör bir “millet okulu” takipçisi olarak meseleyi soyut kavramlarla değil, doğaya sorarak yanıt aradım. Doğa, sorulara doğru yanıtlar veren büyük bir öğretmendir; yeter ki doğru soruları sorabilelim ve onu dinlemeyi bilelim.

Ancak doğanın bana verdiği cevaba geçmeden önce, bu iki uç yaklaşımı ele almak istiyorum: Anlamı aşkın bir düzlemde arayanların neden yanıldığını ve anlamın bir illüzyon olduğunu savunanların hangi noktada hata yaptığını irdeleyerek ilerleyeceğim. Çünkü her iki yaklaşım da insanın anlam arayışını ya yanlış bir temele oturtmakta ya da tamamen anlamsız hale getirmektedir.

Anlamı İnsanın Ötesinde Arama

Kadim zamanlarda insan, anlamı kendi ötesinde, aşkın bir düzlemde aramıştır. Bu yaklaşım, insanın zihinsel evrim süreciyle ele alındığında anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü o dönemde insan, tanrı ya da tanrılarla birlikte varoluşun anlamını kavrama çabasındaydı. Bu çaba, insanın ölüm farkındalığıyla yüzleşmesi ve bu korkunun üstesinden gelme isteğinden doğmuştur. Ölümlü olduğunu bilen insan, anlamı ölümsüzlükte aramış ve bu ölümsüzlüğü tanrısal bir düzlemde, gerçekliğin ötesinde bulacağını düşünmüştür. Bu nedenle yaklaşık iki bin yıl boyunca anlamın tek, nesnel ve yerel gerçekçi olduğu fikri egemen olmuştur.

Ancak zamanla, özellikle Rönesans ve Reform hareketleriyle birlikte bu anlayış sarsılmaya başlamıştır. İnsan aklını ve bireyselliğini merkeze alan bu hareketler, dinin ve kilisenin egemenliğini sorgulamış, bilimsel düşüncenin önünü açmıştır. Anlam artık yalnızca tanrısal bir düzlemde aranan bir kavram olmaktan çıkmış, doğada ve bireyin akıl yoluyla kavrayabileceği bir şey olarak görülmeye başlanmıştır. Millet okulu, tarih boyunca yok edilmeye çalışılsa da, bu zihinsel devrimin temel taşı olmuştur. Rönesans’ın getirdiği özgür düşünce ortamı ve Reform’un bireysel inanca yaptığı vurgu, anlamın yeniden tartışılmasına yol açmış, bilim ve felsefe dünyasında büyük bir ilerlemeye vesile olmuştur.

Modern çağda ise bilimsel ilerlemelerle birlikte, evrenin ve doğanın mekanik bir saat gibi işlediği fikri yaygınlaşmıştır. Bu bakış açısı, insanın da mekanik bir sistemin parçası olduğu düşüncesini doğurmuştur. Bunun sonucunda anlam, sevgi, özgür irade gibi temel kavramların yalnızca beynin kimyasal süreçleriyle üretilen yanılsamalar olduğu savunulmaya başlanmıştır. Bu görüşe göre, insanın bu tür kavramlara yüklediği değerler, yalnızca evrimsel sürecin ve hayatta kalma içgüdüsünün bir yan ürünüdür.

Bu yaklaşım, anlamı aşkın bir düzlemde arayanların yaptığı hatadan daha büyük bir hatadır. Çünkü bu indirgemeci düşünce, insanı yalnızca biyolojik bir makineye indirgemekte ve onun bireysel varoluşunu değersizleştirmektedir. İndirgemeciliğin bu zirve noktası, anlamı tamamen yok sayarak insanın yaşamla kurduğu ilişkiyi anlamsızlaştırmaktadır. Oysa anlam, bireyin varoluşundan doğan ve onun dünya ile kurduğu bağlarla oluşan bir gerçektir.

Bana göre bu indirgemeci bakış açısının temel nedeni, insanın denge ve kararlılık kavramlarını içselleştirememesidir. İnsan, düşünsel olarak uçlarda dolaşmayı sever; ya her şey tamamen aşkında aranır ya da tamamen bir yanılsama olarak görülür. Bu uç yaklaşımlar, denge ve kararlılık eksikliğinin bir sonucudur. Oysa anlam arayışı, dengeli bir bakış açısıyla ele alınmalıdır. Denge, hem insanın düşünce dünyasında hem de yaşamında temel bir ihtiyaçtır. Bu kavramlara daha önceki konuşmalarımızda değinmiştim sevgili dostlar; çünkü düşünsel denge olmadan, insan ya aşkıncılığa saplanır ya da indirgemeciliğin dar kalıpları içine hapsolur.

Anlamı İnsanın Ötesinde Arayanların Düştükleri Hatalar ve Neden Anlam İnsanın Ötesinde Olamaz

İnsanlık tarihi boyunca anlam, genellikle bireyin ötesinde, aşkın bir düzlemde aranmıştır. Bu yaklaşım, kadim dönemlerin düşünsel yapısı göz önüne alındığında anlaşılabilir bir durumdur. O dönemde insan, tanrı ya da tanrıların mutlak hakimiyeti altında yaşadığı için, anlamı bu aşkın varlıkların iradesine dayalı bir gerçeklik olarak görmüştür. Bu çerçevede anlam, bireyin kendi yaşamından bağımsız, değişmeyen ve mutlak bir düzlemde bulunması gereken bir şey olarak algılanmıştır. Yaklaşık iki bin yıl boyunca bu anlayış, anlamın tek, nesnel ve yerel gerçekçi olduğu fikrinin egemen olmasına yol açmıştır.

Ancak burada önemli bir noktaya değinmek gerekiyor: Tarih boyunca “millet okulu” olarak adlandırabileceğimiz düşünsel ilerleme, farklı dönemlerde baskı altına alınmaya çalışılmış ve neredeyse yok edilmiştir. Buna rağmen, özellikle Rönesans ve Reform hareketleriyle birlikte düşünsel özgürlük yeniden filizlenmiş, insan aklını merkeze alan bir anlayış doğmuştur. Bu zihinsel devrim, anlamı yalnızca aşkın bir düzlemde arayan düşünce biçimini kökten sarsmıştır.

Modern çağa geldiğimizde, bilimin sunduğu en büyük armağanlardan biri, evrenin yerel gerçekçi olmadığını göstermek olmuştur. Bell eşitsizliklerinin ihlali ve bu ihlallerin deneylerle kanıtlanması, bize gerçekliğin mutlak ve değişmeyen bir yapıda olmadığını göstermiştir. Artık biliyoruz ki evren, yerel gerçekçiliğe dayalı bir yapı değildir; dolayısıyla anlamı evrenin ötesinde, aşkın bir düzlemde aramak gereksiz ve anlamsızdır. Yerel gerçekliğin olmadığı bir evrende, anlamın mutlak ve bizden bağımsız bir gerçeklik olarak var olduğunu iddia etmek, hem bilimsel verilerle hem de mantıksal tutarlılıkla çelişen bir yaklaşımdır.

Bu noktada bir soru sorulabilir: Evrenin yerel gerçekçi olmaması, anlamla nasıl bir bağlantı kurmamızı sağlar? Bence bu durum, anlamın doğası hakkında önemli bir ipucu verir. Yerel gerçekçiliğin olmadığı bir evrende anlam, aşkın bir düzlemde var olan mutlak bir olgu olamaz; anlam, bireyin dünya ile kurduğu ilişkilerden doğan, öznel bir olgudur. Anlam, insanın kendisiyle ve çevresiyle kurduğu etkileşimlerden ortaya çıkar. Dolayısıyla anlam dediğimiz şey, bireyin dünyayla ilişkisinde yarattığı bir gerçekliktir. Bu durum, anlamın bireyden bağımsız, nesnel bir varlık olmadığını, aksine tamamen bireysel ve öznel bir deneyim olduğunu gösterir.

Günümüzde anlamı hala insanın ötesinde, aşkın bir düzlemde arayan yaklaşımlar, aslında insanı birey olarak değersizleştiren bir çaba içindedir. Bu tür yaklaşımlar, insanın birey olarak kendi anlamını yaratma yeteneğini göz ardı eder ve onu dışsal bir gerçekliğe bağımlı hale getirir. Bu, fiziksel bir eşitleme olmasa da düşünsel bir eşitleme çabasıdır. Bireyi kendi içsel varoluşuyla değil, dışsal ve mutlak bir gerçeklikle tanımlamaya çalışır. Bu yüzden, bu tür yaklaşımlar insanın bireyselliğini tehdit eden, özgünlüğünü yok sayan bir düşünce biçimidir.

Bana göre bu yaklaşımın temel hatası, bireyi ve anlamı ayrı birer olgu olarak ele almasıdır. Oysa anlam, bireyden ayrı olarak var olamaz. Anlam, bireyin varoluşsal bir ihtiyacı olarak ortaya çıkar ve onun dünyayla kurduğu bağlarla şekillenir. Anlamı aşkın bir düzlemde arayanlar, bireyin kendi yaşamından doğan anlam yaratma gücünü reddederek, onu dışsal bir gerçekliğin gölgesinde yaşamaya mahkum ederler. Oysa gerçeklik, bireyin deneyimlediği dünya ve bu dünyayla kurduğu ilişkiler içinde anlam kazanır.

Sonuç olarak, anlamı aşkın bir düzlemde aramak hem gereksiz hem de bireyin varoluşsal özgünlüğünü göz ardı eden bir yaklaşımdır. Anlam, bireyin yaşamını değerli kılan, dünyayla kurduğu etkileşimlerden doğan, öznel bir gerçektir.

Anlamın Olmadığı ve Beynin Bir Oyunu Olduğu Fikrinin Neden Yanlış Olduğu

Modern çağın bir getirisi olarak, anlamın olmadığı, beynin ürettiği bir illüzyon olduğu fikri giderek yaygınlaşmıştır. Üstelik bu görüş, sadece anlamla sınırlı kalmayıp, özgür irade, sevgi, aşk gibi temel kavramların da insan fizyolojisi ve nörolojik süreçlerin bir ürünü olduğu, dolayısıyla gerçek olamayacağı yönünde savunulmaktadır. Bu yaklaşımı savunanlar, bu kavramların insanın hayatta kalma, üreme ve türünü sürdürme amacıyla evrimsel süreçte gelişmiş birer araç olduğunu ileri sürerler. Ancak bu indirgemeci bakış açısı, ne yazık ki anlamı aşkın bir düzlemde arayanların yaptığı hatadan daha büyük bir hata yapmaktadır. Çünkü bu düşünce, insanı yalnızca biyolojik ve kimyasal süreçlerin mekanik bir ürünü olarak gören dar bir pencereden bakmaktadır. Sonuç olarak, hayatın bir anlam ifade etmediği gibi aşırı yorumlara varan durumlar ortaya çıkmaktadır.

Bence bu indirgemeci yaklaşımdaki temel sorun, bu kişilerin farkında olmadıkları ikili bir düşünme hatasından kaynaklanmaktadır. Peki nedir bu ikili düşünme hatası? Anlam, özgür irade, sevgi gibi kavramların illüzyon olduğunu savunan bu kişiler, bilinçaltlarında bireyi ve bedeni iki ayrı şey olarak görmektedirler. Onlara göre bu kavramlar gerçek olsaydı, biyolojik ve fizyolojik süreçlerden bağımsız olmalıydı. Çünkü eğer bu tür etkiler kimyasal ve nörolojik süreçlerden kaynaklanıyorsa, bu kavramların gerçek olamayacağını varsayarlar. Bu düşünce tarzı, bireyi ve bedeni ayrı iki varlık gibi ele almanın sonucudur. Oysa gerçekte birey ve beden ayrılmaz bir bütündür. İnsan bedeni içinde harici bir varlık bulunsaydı ve bu etkiler kimyasal süreçlerden kaynaklanmayıp bu varlık tarafından üretilseydi, bu kişiler muhtemelen bu kavramları gerçek kabul edeceklerdi. Ancak aynı etkiler kimyasal süreçlerden kaynaklandığı için bu kavramlara gerçeklik atfetmiyorlar. Bu, bana göre oldukça komik ve çelişkili bir yaklaşımdır.

Bu indirgemeci düşüncenin aşkıncı bir yaklaşımla aynı hataya düşmesi de dikkat çekicidir. Bu kişiler, kimyasal süreçlere dayanan şeylerin gerçek olamayacağını düşünerek materyalist bir temelden yola çıkıp farkında olmadan bir tür aşkıncı düşünceye kaymaktadırlar. Oysa bir şeyin biyolojik ya da fizyolojik süreçlerden kaynaklanması, onun gerçek olmadığı anlamına gelmez; aksine bu, onun gerçekliğinin doğasını açıklar. Sorulması gereken soru şudur: Evrimsel süreçle bağlantılı olması, hayatta kalmamız ve ürememiz için gelişmiş olması, bir kavramı ilüzyon mu yapar yoksa sapa sağlam bir gerçek mi yapar?

Benim cevabım nettir: Bu kavramların evrimsel kökenlerinin olması, onların gerçek olmadığı anlamına gelmez; aksine bu, onların ne kadar temel ve sarsılmaz bir gerçeklik olduğunu gösterir. Örneğin, çocuğunuza duyduğunuz sevgi, nörolojik ve fizyolojik süreçlerinizle tetiklenip ödüllendiriliyorsa, bu onu daha az gerçek yapmaz. Aksine, bu durum sevginin biyolojik temellere dayanan, dolayısıyla tamamen gerçek bir olgu olduğunu kanıtlar.

Bir başka önemli soru ise şudur: Kişi/birey ve beden diye iki farklı şey var mıdır? Ya da ben ve beyin diye iki ayrı kavramdan söz edilebilir mi? Hayır, bunlar aynı şeydir. Bu tür ayrımlar, indirgemeci düşüncenin yaptığı ikili düşünme hatasının sonucudur. Daha önce özgür irade konusunu ele aldığımızda, Libet ve Haynes gibi bilim insanlarının çalışmalarına dayanarak beyin ve ben diye iki farklı kavram olamayacağını açıklamıştım. Aynı durum beden ve birey için de geçerlidir. İkili düşünce hatası, bu tür kavramların yanlış anlaşılmasına neden olur.

Şimdi, indirgemeci düşüncenin tutarsızlığına bir kez daha dikkat çekmek istiyorum: Eğer anlam, sevgi, özgür irade gibi kavramlar beynin ürettiği illüzyonlar ise bana beynin üretmediği bir şey söyleyebilir misiniz? Görme, işitme, tat alma, dokunma, koku alma gibi duyularımız da beynin oluşturduğu yorumlar değil midir? O zaman tutarlı olmak adına, bu duyular tarafından elde edilen tüm veriyi de illüzyon olarak kabul etmeniz gerekmez mi? Bilim dediğimiz şey, duyularımız veya araçlarımızla elde ettiğimiz verileri anlamlandırma, bu verilerden hipotezler oluşturma, bu hipotezleri deney ve gözlemlerle test ederek doğrulama ve bu doğrulamadan teorik modeller geliştirme sürecidir. Eğer siz, tüm duyusal deneyimleri illüzyon olarak kabul ederseniz, bilimsel bilginin de bir illüzyon olduğunu iddia etmek zorunda kalırsınız. Bu ise bilimin sunduğu tüm bilgi ve katkıyı geçersiz kılar ve tutarsız bir yaklaşım oluşturur.

Sonuç olarak, indirgemeci yaklaşım, anlamı yok sayarak aşırı bir uç noktaya saplanmıştır. Anlam, bireyin dünyayla kurduğu ilişkilerden doğan, biyolojik ve fizyolojik temellere dayanan sarsılmaz bir gerçekliktir. Bu yüzden, bu tür kavramlara illüzyon demek yerine, onların gerçekliğini oluşturan temel süreçleri anlamaya çalışmalıyız. Arkadaşlar, uçlarda dolaşmayı bırakıp dengeli bir kararlılık kovalayın. Anlamı tamamen aşkında arayanların düştüğü hatadan kaçındığımız gibi, onu tamamen yok sayan indirgemecilerin hatasından da uzak durmalıyız.

 

Anlam Nedir? Var mıdır? Varsa Nasıl Oluşur? Nesnel midir, Öznel midir ve Anlamsızlık Neden İmkânsızdır?

Anlamsızlığın imkânsızlığı… Evet, iddialı bir önerme ve bu bölümde bu hipotezimi temellendirmeye çalışacağım. Öncelikle, anlam nasıl oluşur sorusuyla başlayalım. İnsan, dış dünyayla temasını duyuları aracılığıyla gerçekleştirir. Görme, işitme, tat alma, dokunma ve koku alma duyuları sayesinde çevresindeki şeylerle bir ilişki kurar. Bu ilişkiler, insan zihninde kaçınılmaz olarak anlamın oluşmasına yol açar.

Örneğin, bir insanla konuştuğunuzda o kişiyle bir ilişki içine girersiniz ve bu ilişki, size o kişi hakkında pozitif ya da negatif bir anlam dikte eder. İlişki olmadan anlamın oluşması mümkün değildir; çünkü anlam, ilişkinin bir sonucudur. İnsanın herhangi bir şey hakkında konuşabilmesi, o şeyle kurduğu ilişkiye dayanır. Bunun temel nedeni, evrenin yerel gerçekçi olmamasıdır. Evren, gerçekliğin ötesinde bir gerçekliğe izin vermez; bu yüzden anlam, ancak var olan şeylerle kurulan ilişki yoluyla oluşur.

Peki evren nedir? Evren, sanıldığı gibi dışsal bir akvaryum değil, bir ilişkiler ağıdır. İnsan da bu ilişkiler ağının ilmeklerinden biridir. Dolayısıyla insanın çevresindeki şeylerle kurduğu her ilişki, zihninde bir fenomen oluşturur ve bu fenomene bağlı olarak bir anlam doğar. Örneğin, pişen bir baklanın kokusunu aldığınızda beyniniz bu kokuyu yorumlar ve zihninizde baklayla ilgili bir fenomen oluşur. Bu fenomen, sizin için otomatik olarak pozitif ya da negatif bir anlam taşır. Aynı süreç, diğer duyular için de geçerlidir. Kısacası, insan herhangi bir şeyle ilişkiye girdiğinde zihninde bir fenomen ve bu fenomene bağlı olarak bir anlam oluşur.

Burada önemli bir ayrımı vurgulamak istiyorum: İnsan anlam oluşturmaz, insanda anlam oluşur ve bu bir zorunluluktur. Ancak bu süreç, her zaman bilinçli bir şekilde gerçekleşmez; bazı anlamlar bilinçdışı düzeyde oluşur. Anlam, varlıkla kurulan ilişkinin kaçınılmaz bir sonucudur ve bu ilişki, insanın iradesine rağmen gerçekleşir. İnsan oluştuktan sonra ilişkisizlik mümkün değildir; çünkü var olan her şey kaçınılmaz olarak bir ilişki içindedir. Bu ilişki illa başka bir insanla olmak zorunda değildir; bir domatesle, bir çay bardağıyla ya da öz farkındalığa sahip bir varlık, kendi kendisiyle ilişki kurarak da anlam oluşturabilir.

Bu noktada meselenin en can alıcı kısmına geliyoruz: Eğer var olan şeyler için ilişkisizlik imkânsızsa, anlamsızlık da imkânsızdır. Anlam, ilişkiden kaynaklanır ve bu ilişki, var olan şeylerin doğasında bulunan bir zorunluluktur. Ancak burada önemli bir vurgu yapmak gerekiyor: Bu anlam, insanın ötesinde bir aşkınlıkta değil; doğrudan içkin bir düzlemde, yani var olan şeylerin kendisinde bulunur.

Birçok düşünür, anlamı nesnelleştirmeye çalışmıştır. Bence bu, önemli bir hatadır; çünkü anlam, bireylerin ilişki yoluyla deneyimledikleri öznel bir olgudur. Ancak bu çabalar küçümsenmemelidir. Aksine, bu çalışmalar bize anlamın aşkın bir düzlemde değil, içkin bir düzlemde aranması gerektiğini dolaylı olarak ispatlamıştır. Dolayısıyla siz varsanız ilişki vardır ve ilişki varsa anlam vardır. Bunlar, birbirinden ayrılmaz zorunluluklardır. Anlam bireysel olarak doğar, ancak toplumsal ilişkiler içinde paylaşıldığında belirli bir düzeyde nesnel bir gerçeklik kazanır.

Peki anlamsızlık mümkün müdür? Bir insan açısından evet, mümkündür. Ancak bu, yalnızca kişinin ilişki ağlarının kesilmesiyle, yani ölümle mümkündür. Ölüm gerçekleştiğinde, kişinin ilişki ağları sona erer ve o kişi artık bu ağın bir ilmeği değildir. Evet, kendisinden ayrışan atomlar ve moleküller başka ilişki ağlarının parçası olur; ancak bu parçalar artık o kişi değildir. Geride kalanlar açısından bakıldığında, ölen kişiyle ilgili fenomenler hala zihinde yaşatılabilir ve yeni anlamlar doğurabilir. Ancak kişi açısından ilişki ağları kesildiği için anlamsızlık başlamış olur.

Pür anlamsızlık ise ancak mutlak bir hiçlikle mümkündür. Ancak fiziksel evrende mutlak bir hiçlik yoktur; çünkü evren, sürekli hareket ve ilişki içindedir. Kuantum dalgalanmaları gibi süreçler, evrende mutlak düzenin ve hiçliğin imkânsız olduğunu gösterir. Dolayısıyla pür anlamsızlık, sadece teorik olarak var olabilir; pratikte evrenin doğası buna izin vermez.

Sonuç olarak, yaşam bir armağandır; ancak bazen biz insanlar tarafından bir cezaya da dönüştürülebilir. Var olan şeylerin ilişkisizliğinin imkânsız olması nedeniyle anlam, kaçınılmaz olarak var olan bir şeydir ve kendinden menkul bir anlam taşır. Bu yüzden birbirinizi sevin, birbirinizi dinleyin ve anlamaya çalışın. Çünkü bunlar gerçekten gerçektir.

Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ederim sevgili dostlar. Sizlere sağlık ve esenlik diliyor, saygılarımı sunuyorum. İyi geceler.

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

NESNE, ÖZNENİN ESİRİDİR

  Klasik Ontolojinin Krizi ve İlişkisel Varlığın İmkânı 1. Tanım ve Tahakküm: Bilgi mi, İktidar mı? İnsan zihninin en temel eğilimlerind...