17 Nisan 2025 Perşembe

DNA’nın Kökeni: Rastgelelik mi, Transdüksiyonel Oluş mu? İlişkisel ve Transdüktif Bir Bakış Açısı

Giriş:

DNA’nın ilk ortaya çıkışının gerçekten rastgele kimyasal olayların ürünü mü olduğu, yoksa genetik düzeyde ilişkisel bir transdüksiyonel oluş (etkileşimsel belirme) sonucu mu gerçekleştiği önemli bir tartışma konusudur. Klasik biyogenez kuramları (örn. Oparin-Haldane hipotezi ve Miller-Urey deneyi) yaşamın ilkel kimyasal çorba içinde tesadüfi reaksiyonlarla başladığını öne sürerken, modern yaklaşımlar DNA’nın ve yaşamın kökenini kendiliğinden örgütlenme, etkileşim ve bilişsel bilgi akışı ilkeleriyle açıklar. DNA’nın bir fark ve gerilim alanından doğan ilişkisel bir form olup olamayacağı, yani salt şansa dayalı değil de etkileşimlerin zorunlu bir ürünü olarak ortaya çıkıp çıkmadığını kısaca izah etmeye çalışacağım, tabi ki bu olayın benim perspektifimden bir değerlendirmesi olacak, yani bencesi.

İlişkisel Bir Oluş Olarak DNA’nın Ortaya Çıkışı:

DNA’nın kökenini anlamak için tek bir perspektif yetersiz kalabilir. Asıl resim, bu perspektiflerin birleştirilmesiyle netleşir: DNA (veya ilk genetik malzeme), ne tam manasıyla kör bir şansın eseridir ne de doğaüstü bir müdahalenin ürünü. Aksine DNA, farklı düzeylerdeki süreçlerin kesişim noktasında beliren bir yeniliktir:

Kimyasal düzeyde: İlkel dünyada sayısız organik molekül ve reaksiyon arasında istatistiksel olarak DNA’yı oluşturan parçaların bir araya gelme olasılığı mevcuttu. Klasik görüş bunu vurgular ve Miller-Urey gibi deneyler organik tuğlaların kolayca oluşabileceğini gösterir. Ancak sırf olasılık argümanına bırakırsak, DNA gibi büyük bir polimerin spontan oluşumu makul görünmez.

Termodinamik düzeyde: DNA’nın yapıtaşları ve benzeri polimerler, enerji akışının olduğu ortamlarda düzeni artırarak enerjiyi dağıtma stratejisinin parçası olarak belirmiş olabilir (Termodianmik 2). Yani DNA’nın çift sarmal yapısı dahi, örneğin stabil bir bilgi depo şekli olarak, sistemin entropi üretimini maksimize edecek dolaylı bir etken olabilir. Jeremy England’ın modeli bu açıdan DNA oluşumunu “enerji akışını daha etkili dağıtma arayışı” olarak yorumlamayı mümkün kılıyor.

Ağ (network) düzeyinde: DNA tek başına faydasızdır; bir ağ içinde anlam kazanır. Kauffman’ın otokatalitik ağları ve Deacon’un autogenetik hücreleri, DNA ortaya çıkmadan evvel de bir düzenleyici ağ oluşabileceğini gösterir. Muhtemelen genetik fonksiyon, önce RNA veya benzeri moleküllerle bu ağ içinde kademeli olarak inşa edildi ve DNA daha sonra bu rolle donatıldı (RNA’dan DNA’ya geçiş evrimi, çünkü DNA daha kararlı bir bilgi deposudur).

Bilgi düzeyinde: DNA’nın özelliği, sembolik bilgi taşımasıdır (A, T, G, C harfleriyle kodlama). Bu, kimyasal dünyada eşine az rastlanır bir durumdur. Walker ve Davies’in belirttiği gibi, yaşamın eşiği, bilginin etkin aktör olmasıdır. Demek ki DNA’nın ortaya çıkışı, aynı zamanda ilk sembolik temsilin ortaya çıkışı demektir (basit bir genetik kod dahi olsa, kimyasal bir gerçeği sembolize eden diziler bütünü söz konusu). Bu sembolik katman, ilişkisel ontolojide bir yeni varlık modudur: Madde artık sadece madde değildir, anlam taşır.

Ontolojik düzeyde: Simondon’un kavramlarıyla, DNA’nın çıkışı bir bireyleşme olayıdır. Ön-bireysel alandaki gerilimler (enerji farkları, kimyasal potansiyeller, vb.) çözülürken, ortaya bir “canlı birey” çıkar; DNA da bu bireyin omurgası olarak belirir. DNA, bir kez varolduktan sonra da, hem kendi içinde bireyleşme yaşar (mutasyonlar, çoğalmalar) hem de türsel düzeyde devam eden bir bireyleşme sürecinin parçasıdır (evrim). O nedenle DNA’yı statik bir nesne değil, süreç içindeki bir aktör olarak görmek gerekir.

Tüm bu açılardan bakınca, “DNA bir fark ve gerilim alanından doğan ilişki formu mudur?ˮ sorusuna cevap olarak güçlü argümanlar oluşur. Evet, DNAyı bir ilişki formu olarak anlamlandırmak mümkündür:

    -DNA, farklı kimyasal elementlerin (Karbon, Hidrojen, Oksijen, Azot, Fosfor) ve bunların oluşturduğu baz, şeker, fosfat gibi grupların belirli bir dizilim ilişkisidir. Bu dizilim onu benzersiz kılar.

    -DNA, çift sarmal yapısıyla iki iplik arasındaki baz eşleşmesi ilişkisine dayanır: Bir iplik diğerinin şablonudur, yani her baz, karşısında tamamlayıcı bazı tutar. Bu, moleküler düzeyde bir ilişkisel bütünlük sağlar.

    -Genetik bilgi, dizideki farklar üzerinden okunur: A ile T’nin, G ile C’nin farkı, dizideki varyasyonlar vs. hepsi bir farklar sistemi oluşturur. Bu, İlişkisel Ontolojinin ve Simondonun dediği anlamda bir “fark alanı”dır aslında – DNA dizisi, içinde potansiyel bilgiler barındıran bir farklar dizisidir.

    -DNA’nın işlevi, hücre içi etkileşimlerine bağlıdır (ilişkiseldir). Protein sentezinden replikasyona kadar, DNA sürekli diğer moleküllerle kompleksler kurar, etkileşir. Yani varlığını ilişkiler ağında idame ettirir. Tek başına izole bir DNA ipliği biyolojik anlamda ölüdür; hücre içine konulduğunda canlanır (çünkü ilişkisel ağın parçası olur).

    Evrimsel olarak DNA, ekosistem düzeyinde bile ilişkisel anlam taşır: Genler organizmalar arası rekabet/işbirliği ilişkilerine göre yayılır veya yok olur. Gen seviyesinden bakarsak, bir genin başarısı, diğer genlerle ve çevreyle kurduğu ilişkilerin (fenotipik etkilerin) sonucudur.

Sonuç:

DNA’nın ilk oluşumunu açıklayan klasik görüş ile ilişkisel/transdüksiyonel perspektif arasında şöyle bir sentez yapabiliriz: İlk DNA veya genetik sistem, ne tamamen kör bir tesadüfler zincirinin ürünüdür, ne de teleolojik (amaçlı) bir zorunluluktur. Bunun yerine, doğanın fiziksel ve kimyasal yasaları çerçevesinde, belirli ortamlarda oluşması beklenebilecek (ama kesinliği olmayan), imkan dahilinde bir süreçtir. Modern kuramlar (Kauffman, England, Walker, Deacon vb.) bu sürecin ardındaki itici mekanizmaları ortaya koyarak, DNA’nın oluşumunu olasılık dışı bir rastlantı olmaktan çıkarıp doğal bir sonuç haline getirmektedir. 

DNA rastgele mi oluştu, yoksa etkileşimlerin ürünü mü? Diye sorarsak:

    -Rastgelelik boyutu: Elbette, ilk genetik materyalin tam olarak nerede, ne zaman, hangi bileşimle ortaya çıktığı bir dereceye kadar rastlantısaldır. Farklı gezegenlerde belki hiç oluşmayabilirdi veya başka bir polimer türü ortaya çıkabilirdi. Bu açıdan bir tarihsel kontenjan (tesadüfilik) payı vardır.

-Etkileşim boyutu: Ancak DNA’nın oluşumunu mümkün kılan genel ilkeler ilişkiseldir. Yeterli kimyasal çeşitlilik, enerji akışı ve zaman verildiğinde, benzeri bilgi taşıyan sistemlerin ortaya çıkması olasıdır. Bu da DNA’nın nihai analizde bir etkileşim ve ilişkiler ağı sonucunda belirdiğini gösterir.

Sonuç

DNA’nın kökenine dair bilimsel ve felsefi yaklaşımların birleşimi, bizi şuna yaklaştırıyor: Yaşamın ve genetik bilginin ortaya çıkışı, evrendeki karmaşıklık örgüsünün bir devamıdır. Klasik kimyasal evrim teorileri, bu olayın materyal temelini atarak önemli bir çerçeve sağladı, organik moleküllerin doğal süreçlerle sentezlenebileceğini ve ilkel birikimlerden hayatın filizlenebileceğini gösterdiler. Fakat salt kimyasal tesadüf vurgusu, DNA gibi inanılmaz karmaşık ve işlevsel bir molekülün çıkışını tam anlamıyla izah etmeye yetmez. İşte bu noktada devreye giren daha yeni kuramsal araçlar, kendiliğinden örgütlenme, karmaşık sistem dinamikleri, enformasyon kuramı ve ilişkisel ontoloji gibi alanlardan faydalanarak bize daha bütüncül bir resim sunar.

Bu bütüncül resimde, DNA’nın ilk oluşumu transdüksiyonel bir eşik olayı andırır: Kimya, fizik ve bilgi arasında yeni bir ilişkinin tesis edildiği bir an. O andan itibaren, yaşam denen olgu başlamış, Darwinyen evrim süreciyle de DNA’nın yapısı ve kullanımı optimize olmuştur.

Elbette, bugün hala yaşamın kökeni çözülememiş bir bilmece olarak durmaktadır. Yine de gelinen noktada çoğu bilim insanı şunu kabul eder: Yaşam muhtemelen kendiliğinden ortaya çıkmıştır, ancak “kendiliğinden” demek “kaotik biçimde rastgele” demek değildir. Bunun yerine, fiziksel dünyada var olan eğilimlerin, kimyasal olanakların ve zamanın derinliğinin bir araya gelerek ürettiği bir zenginliğin neticesidir. DNA, bu zenginliğin en etkileyici ürünlerinden biridir; çünkü doğa ilk kez DNA ile “öğrenme” ve “hatırlama” kabiliyeti kazanmıştır – yani kendi tarihini kendi içinde kodlama yetisine erişmiştir.

Son tahlilde, DNA’nın kökenine “rastgele” diyerek konuyu kapatmak, bu muazzam ilişkiler ağını göz ardı etmek olur. Transdüksiyonel oluş perspektifi ise, DNA’yı ilişkisel bir varlık olarak ele alarak, hem bilimin sorularına hem de felsefenin sorgulamalarına yanıt vermemize yardımcı olur. DNA, bir anlamda kozmosun kendi kendine attığı düğümdür – madde ve bilginin düğümü. Ve bu düğüm, çözülmek şöyle dursun, zamanla daha da kompleks örgülere yol açarak (çokhücreli yaşam, zihin, kültür vs.) varlığını sürdürmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

NESNE, ÖZNENİN ESİRİDİR

  Klasik Ontolojinin Krizi ve İlişkisel Varlığın İmkânı 1. Tanım ve Tahakküm: Bilgi mi, İktidar mı? İnsan zihninin en temel eğilimlerind...