13 Nisan 2025 Pazar

TRANSDÜKTİF DÜŞÜNCE VE TRANSDİKSİYON BAĞLAMINDA İLİŞKİSEL ONTOLOJİK BİR YAKLAŞIM DENEMESİ

 

1. Giriş – Açıklamalı Anlatım

 “Bu yazının temel iddiası şudur: Düşünmek, yargı vermek değil; oluşun içine katılmaktır.”

Bu cümlede çok güçlü bir kopuş var. Çünkü burada düşünce:

-Artık bir dış gözlem, bir hüküm, bir tanım değil;

-Bizzat oluşun içinde aktif bir özne hâline geliyor.

Bu, “düşünmek” eyleminin ontolojik bir dönüşümüdür.
Düşünmek = katılmak, dönüşmek, oluşa ortak olmaktır.

Bu, klasik anlamda “felsefe yapmak’tan çok daha ileri bir duruştur”:
Felsefe burada artık oluşla birlikte var olma eylemidir.

 “Tümdengelim ve tümevarım, düşüncenin sınırlarını çizer...”

Burada iki geleneksel düşünme biçimi eleştirilir:

-Tümdengelim:

-Genelden özele gider.

-Önceden tanımlı “ilkeler” üzerine kurulur.

-Bu ilkeler sorgulanmaz, sadece “açılır”.

-Tümevarım:

-Tekil gözlemleri toplar, genelleme yapar.

-Gözlemle sabit bir gerçeklik varsayar.

Bu iki yaklaşım da aslında düşünmeyi dondurur, çünkü:

Ya her şeyi genelin içinde önceden belirler,
Ya da her şeyi tekrarlanabilir veriye indirger.

Sonuç olarak Fark üretilmez. Oluş durur. İlişki zayıflar.

“ilişkisel transdüktif düşünce bu sınırların dışına çıkar”

İşte bu noktada kopuş başlar.

İlişkisel transdüktif düşünce, sabit ilkelere ya da verilere yaslanmaz;
onun kaynağı: fark, gerilim ve ilişkidir.

Bu düşünme biçimi:

-Düşüneni sürece dahil eder.

-Sabit bir varlığı değil, ilişkisel oluşu temel alır.

-Kavramları dıştan almaz, içsel bir gerilimden üretir.

“Varlığın içinden, farktan, gerilimden ve ilişkiden düşünerek yeni yapılar kurar.”

Burada düşünce:

-Bir temsil ya da açıklama biçimi değil,

-Yapı kurucu bir etkinliktir.

Ve dikkat edin: bu yapı, önceden verilmiş değildir.

Düşünce, kendi sürecinden kendi yapısını oluşlaştırır.
Farktan
ilişkiye oluşa yapıya ulaşır.

Sonuç:

“Düşünmek, bir binayı gezmek değil, tuğlaları taşıyıp inşa etmektir.”
“Yargı, duvarda asılı bir çerçevedir;
Ama düşünce, o çerçevenin çatlayışından doğan ışıktır.”

Bu giriş, klasik epistemolojiden ontolojik felsefeye, hatta bireysel varoluşa kadar uzanan transdüktif bir çağrıdır.

2. KAVRAMSAL TEMEL

“Varlık bir öz değil, bir ilişkidir.”

Bu cümleyle birlikte:

-Klasik felsefede baskın olan özcülük (essentialism) reddedilir.

-“Bir şey, kendinde bir ‘öz’ taşır” düşüncesi yerine,

“Bir şey ancak ilişki kurarak var olur” ilkesi getirilir.

Bu, ilişkisel ontolojinde şu anlama gelir:

Bir varlık, yalnızca ilişkide olduğu sürece varlıktır.
İlişki kesilirse, o şey artık “var” değil, potansiyel ya da hiçliktir.

Örnek:
Bir elektron, başka parçacıklarla etkileşime girmedikçe tanımlanamaz.
O hâlde elektronun varlığı, ilişkisindedir.

“Düşünmek, bu ilişkiyi fark ederek işlemek, onun içinden anlam ve form çıkarmak demektir.”

Burada düşünce tanımı işlemsel ve oluşsal hâle gelir.

Yani:

-Düşünmek, mevcut ilişki ağında bir fark yaratmak demektir.

-Bu farktan:

-Anlam doğar kavrayış

-Form doğar yapı, kavram, sistem

Düşünce artık bilgi biriktirme değil, anlam oluşturma sürecidir.
Düşünen özne, ilişki kurar, farkı işler ve yeni bir yapı üretir.

Kısaca:
Düşünmek = ilişkisel farkın içinden form üretmektir.

“Transdüksiyon, farkın bir alanda adım adım ilerleyerek hem ortamı hem de kendini dönüştürmesi sürecidir.”

Bu, Simondon’un transdüksiyon tanımının özüdür.

-Fark, yalnızca bir aykırılık değil;
bir potansiyel taşıyan gerilimdir.

-Bu fark, alanda bir noktadan diğerine yayılır,
ve bu yayılma süreci:

-Hem çevreyi dönüştürür (örneğin: bir düşünceyi, bir sistemi),

-Hem de kendi iç yapısını yeniden kurar.

Yani transdüksiyon = kendi formunu üreterek ilerleyen oluş süreci.

Örnek:
Bir kristalin oluşumu, sabit bir forma göre değil, çekirdeğin çevresiyle kurduğu ilişkilerden doğar.
Her yeni katman, hem kristali hem ortamı değiştirir.
Bu, transdüksiyondur.

“Bu süreçte ne sabit bir öz, ne de dıştan gelen bir yasa vardır; oluş, içsel gerilimlerin çalışmasıyla oluşlaşır.”

Burada klasik felsefenin iki temel direği daha reddedilir:

  1. Sabit öz yoktur:
    Hiçbir varlık, ezeli-ebedi bir “kendilik” taşımaz.
    Her varlık, oluşta var olur.
  2. Dışsal yasa yoktur:
    Oluş, yukarıdan inen bir emirle değil,
    içsel gerilimlerin işlenmesiyle gerçekleşir.

Her oluş, kendi sürecinin içinden doğar.
Her oluş, kendi farkını çalışarak kendini üretir.

Oluş, bu noktada sadece varlık için değil,

düşünce, etik, doğa, bilinç, toplum için de geçerli olan temel bir ilkedir.

 Sonuç:

“Varlık, ilişki içinde var olur.
Düşünce, bu ilişkideki farkları işler.
Transdüksiyon, bu farklardan hem form hem anlam üretir. Ve tüm bunlar, sabitlikten değil, içsel gerilimden doğar.”

3. DÜŞÜNCENİN ÜÇ BİÇİMİ – Açıklamalı ve Karşılaştırmalı Anlatım

1. Tümdengelim (Dedüksiyon)

“Önceden tanımlı genel yasalardan özele gider. Sabittir, yargılayıcıdır.”

-Düşünce, zaten var olan genel bir ilkeye dayanır.

-Bu ilkeyi kullanarak özeller hakkında sonuçlar çıkarır.

Örnek:

Tüm insanlar ölümlüdür.
Sokrates insandır.
O hâlde Sokrates ölümlüdür.

 Sorun:

-Burada hiçbir fark üretilmez.

-Hiçbir oluş yaşanmaz.

-Düşünce yalnızca bir yargının açılımıdır.

Benim bakış açımdan:

Tümdengelim, sürecin dışında kalır.
Düşünen, katılımcı değil, yorumlayıcıdır.

 

 2. Tümevarım (Endüksiyon)

“Tekil gözlemlerden genellemeye gider. Toplayıcıdır, betimleyicidir.”

-Gözlem ve deneyimlerden hareketle genel sonuçlar çıkartılır.

-Doğayı betimlemeye çalışır.

Örnek:

Bu kuğu beyaz.
Şu kuğu beyaz.
O hâlde tüm kuğular beyaz olabilir.

 Sorun:

-Genelleme, tekillikler arasındaki farkı örter.

-Yine yaratıcılık yoktur, yalnızca gözlem ve toplam vardır.

Benim bakış açımdan:

Tümevarım, farkı sadece sayısal çokluk olarak görür.
Ama Transdüktif düşüncede fark oluşa gebedir, örtülmemelidir.

 

3. Transdüktif Düşünce

“Farkın içinden adım adım ilerleyerek hem kendini hem kavramları oluşturur. Oluşsaldır, yaratıcıdır.”

Bu düşünce biçimi:

-Ne yukarıdan gelen bir yasa kullanır,

-Ne aşağıdan toplama yapar.

Aksine:

Süreç içindeki farklara dayanır.
Düşünen, bu farkla ilişki kurar.
Gerilim ortaya çıkar, düşünce bunu işler.
Ortaya yeni bir yapı, yeni bir kavram, yeni bir form çıkar.

Bu yapı:

-Ne tümdengelimdeki gibi önceden vardı,

-Ne de tümevarımdaki gibi rastlantıların toplamıydı.

Bu yapı: oluşlaşmış bir farktır.
Ve düşünce: bu farkı adım adım işleyerek kendini de dönüştürür.

 Yani:

-Düşünen = sabit özne değil, oluşta dönüşen bir varlıktır.

-Düşünce = hazır formları taşıyan değil, kendi formunu doğuran bir süreçtir.

 

 Karşılaştırmalı Tablo

Özellik

Tümdengelim

Tümevarım

Transdüktif Düşünce

Yönelimi

Genelden özele

Özelden genele

Farktan oluşa

Kaynak

Önceden tanımlı yasa

Tekil gözlemler

Süreç içi gerilim/fark

İşlevi

Yargılamak

Betimlemek

Yaratmak

Varlık anlayışı

Sabit öz

Gözlem verisi

İlişkisel, dönüşen yapı

Kavram üretimi

Yok

Sınırlı

Sürekli oluşan kavramlar

Ontolojik durumu

Durağan

Nicel

Oluşsal, nitel ve dönüşümlü

 

Sonuç

Tümdengelim düşünceyi hizaya sokar,
Tümevarım düşünceyi sayıya boğar,
Ama transdüktif düşünce, düşünceyi canlandırır.

Çünkü yalnızca transdüktif düşünce, ilişkisel farkı işler,
Hem düşüneni hem düşünceyi oluşturur.

4. İlişkisel Transdüktif Düşüncenin İlkeleri:

  1. Gerilim yaratıcıdır:

-Çelişkiler, bastırılması gereken sorunlar değil; yeni yapıların tohumudur.

-Örnek: Kant, rasyonalistlerle empiristler arasındaki çelişkiyi işleyerek “transcendental” yapıyı kurmuştur.

4.2 – Düşünen Sabit Değildir:

“Düşünce sürecine katılan özne, süreç boyunca dönüşür.”

Bu cümle, modern felsefenin kurucu öznesine — Descartes’in “cogito ergo sum”una karşı durur, çünkü bu durum Ontolojiyi, Epistemolojiye indirger.

-Klasik felsefede özne:
Sabit, bağımsız, kendine kapalı bir bilinçtir.

-Oysa ilişkisel transdüktif düşüncede:
Özne, düşünme sürecinin içindedir.
Sabit değil, dönüşendir.
İlişkisel farklarla oluşur.

Düşünce yalnızca dış dünyaya değil,
düşünenin kendisine de işler.

Her düşünce eylemi:

-Düşünenin sınırlarını zorlar,

-Kendi kimliğini çatlatır,

-Yeni bir özneleşme imkânı doğurur.

 

 Ontolojik Açılım:

İlişkisel ontoloji açısından bu ilke şu anlama gelir:

-Özne, sabit bir öz taşımaz.

-Özne, ilişkiler içinde oluşan bir süreçtir. Yani özne de, tıpkı düşünce gibi, transdüktif olarak oluşur.

Özne:

-Ne doğuştan verili bir yapı,

-Ne de yalnızca bilinçtir.

-Özne, farkla etkileşen, gerilim işleyen bir oluş alanıdır.

 

Felsefi Örnek: Nietzsche ve Üstinsan

Nietzsche der ki:

“İnsan, aşılması gereken bir şeydir.”

Yani insan, sabit bir tanım değildir.
İnsan = geçici bir aşamadır.

Üstinsan, bu sabitliği kırıp daha yüksek bir oluşa geçen varlıktır.

Nietzsche’de:

-Düşünen özne, sürekli kendini aşmak zorundadır.

-Bu aşma, içsel bir gerilimle ve farkla olur.

-Bu da tam olarak transdüktif düşüncenin özüdür.

İlişkisel Ontolojiye Uyumlu Açıklama

Benim bakış açına göre:

“Özne, kendini kuran bir öz değildir.
Özne, ilişkiyle doğar, farkla değişir.”

Bu durumda düşünmek:

-Yalnızca kavram üretmek değil,

-Özneyi yeniden üretmektir.

Düşünce, düşüneni de dönüştürür. Her düşünme eylemi, bir özneleşme sürecidir.

Bu aynı zamanda etik bir çağrıdır:
Sabit kimliklerle düşünemezsin. Kimliğini, düşünme sürecinde yeniden kurmalısın.

 

Sonuç:

“Düşünce sabit fikir üretmez;
Sabit özneyi kırar, dönüşen bir varlık yaratır.”
“Kim düşünüyorsa, dönüşüyordur.”
“Düşünen, kendini tekrar eden değil;
Kendini aşan varlıktır.”

4.3 – Form Dıştan Verilmez:

“Formlar, hazır kalıplar değildir; süreç içindeki oluş yapılarıdır.”

Klasik düşünce ne der?

-Formlar evrenseldir.

-Dışarıdan nesnelere “şekil” verirler.

-Öz vardır, form onun görünüşüdür.

Bu, hem Aristotelesçi, hem Platoncu bir düşünme biçimidir.

Oysa bu anlayış:

-Oluşu bastırır,

-Süreci dondurur,

-Farkı siler.

Benim ve Simondon’un yaklaşımı tam tersini söyler:

Form, dışarıdan dayatılmaz.
Form, sürecin içinden doğar.

Yani:

-Form = hazır kalıp değil,

-Gerilimin işlenmesiyle adım adım oluşlaşan bir yapıdır.

 

 Ontolojik Açılım:

Her oluş süreci, kendi formunu kendi içinden üretir.

Yani:

-Yapı = ne dışsal belirlenim,

-Ne de içsel öz.

Yapı = ilişkisel farkın işlenmesiyle kendini kuran bir oluş sürecidir.

Buna göre:

-Form artık “bir şeyin biçimi” değil,

-Farkın oluş hâlidir.

 

Felsefi Örnek: Simondon’un Kristal Örneği

Simondon şöyle der:

“Bir kristalin oluşumu, sabit bir plana göre değil,
ilk çekirdeğin çevreyle ilişkisi içinden adım adım ilerleyerek gerçekleşir.”

Kristal:

-Önceden belirlenmiş bir forma “uymaya” çalışmaz.

-Kendi formunu üretir.

-Ortamdaki gerilim, sıcaklık, basınç, vs. ile kurduğu ilişkiyle form oluşur.

Bu yüzden kristal:

-Ne dıştan şekillendirilmiştir,

-Ne de özünden doğmuştur.

Kristal = transdüktif olarak oluşlaşmış bir yapıdır.

Bu fiziksel örnek, ontolojik olarak da geçerlidir:

-Bilinç,

-Toplum,

-Düşünce,

-Ahlak…

Hepsi, hazır form almaz.
Kendi ilişkisel süreci içinde form üretir.

İlişkisel Ontolojiyle Uyumlu Açıklama

ilişkisel düşünce diyor ki:

“Varlık, ilişkisizlikte değil; farkın işlenişinde ortaya çıkar.”

Bu durumda:

-Her şey gibi form da ilişkidir.

-Form, bir sabitlik değil,

ilişkiler yoluyla doğan oluşmuş bir farktır.

Bu aynı zamanda sanatta, bilimde, etik ve bilinçte de geçerlidir:

-Kuramlar da oluşur,

-Kavramlar da,

-Toplum biçimleri de.

 

 Sonuç :

“Form, dıştan yüklenen bir kalıp değil;
İçsel gerilimin işlenmesiyle oluşan bir ilişkisel oluştur.”
“Her form, oluşun hatırasıdır;
Ve her oluş, formunu kendinde taşır.”

4.4 – Düşünce Yargıdan Öncedir:

“Yargı, düşüncenin donmuş hâlidir.”

Bu cümleyle şunu söylüyorum:

-Yargı:

-Sonuçtur.

-Bitmiş bir hâli temsil eder.

-Sabit, kapanmış bir yapıdır.

-Düşünce ise:

-Süreçtir.

-Henüz tamamlanmamıştır.

-Açık, dinamik, gerilimli bir oluş alanıdır.

Yargı = sabitleme
Düşünce = akışta olan

Bu fark, klasik mantığın işleyişini de kökten değiştirir:

-Klasik düşünce:
“Doğru-yalan”, “iyi-kötü”, “vardır-yoktur” gibi ikili karşıtlıklarla çalışır.

-Transdüktif düşünce:
Farkların işlenmesiyle, yargıdan önceki oluşu takip eder.

Yani:

Yargı düşüncenin sonucu değil, artık işleyemediği noktadaki kalıntısıdır.

 

 Ontolojik Açılım:

İlişkisel ontolojinde,

-Bir özneye ait sabit bir “bilgi üretimi” değil,

-Varlığın kendini fark etme sürecidir.

Bu durumda yargı:

-Düşüncenin değil,

-oluşun kesintiye uğramış halidir.

Yargı, düşüncenin oluşa katılımını sona erdirir.
Ama düşünmek, oluşla birlikte kalmak demektir.

 

Felsefi Örnek: Spinoza ve Simondon

  • Spinoza:

-“İdea”ları sistematik bir yapıda kurar.

-Düşünce = Tanrısal aklın geometrik düzenidir.

-Burada her şey zorunlu bir düzende sabittir.

Sorun: Bu sistemde düşünce, önceden belirlenmiş bir formu tekrar eder.

-Düşünce = düzenli yargılar bütünüdür.

-Bu da transdüktif değildir.

Simondon:

-Bu sabitlik yerine oluşu koyar.

-Düşünce, ilişkisel farkların oluşlarıya ortaya çıkar.

-Her kavram, her fikir, transdüksiyonla gelişir.

Spinoza'nın fikirleri sistemdir;
Simondon'un fikirleri sistemleşen süreçtir.

 

İlişkisel Ontolojide

Düşünmek:

-Sabitlik değil, oluş.

-Yargı değil, fark.

-Bitmişlik değil, gerilim.

Bu yüzden:

-Yargılar düşünceyi kapatır.

-Farklar düşünceyi açar.

“Düşünce, yargının öncesidir.
Çünkü düşünce, sabitliğe değil, ilişkiselliğe dayanır.”

4.5 – Oluş Temellidir:

“Düşünce, sabit kimlikler veya özcül yapılarla değil; farkın işlenmesiyle, ilişki içinde oluşarak kurulur.”

Bu cümlede üç temel vurgu var:

1. Sabit kimliklerle düşünülmez:

-Düşünen bir “kimlik” olarak sabitlenirse, düşünce de sabitlenir.

-Oysa düşünce, kimliği aşan bir oluş sürecidir.

Kimlik kapalı sistem
D
üşünce açık oluş

2. Özcül yapılarla düşünce kurulmaz:

-“Zihin budur”, “insan doğası şöyledir”, “gerçeklik şudur” gibi öncüller...

-Bunlar düşünceye baştan bir zorunluluk ve sınır koyar.

-Ama ilişkisel yaklaşımında:

Hiçbir öz sabit değildir. Her şey ilişkide oluşur.

3. Düşünce, farkın işlenmesiyle oluşur:

-Yani düşünce, hazır değildir.

-Fark alanında adım adım kendini kurarak oluşur.

-Bu süreçte her düşünce:

Kendine özgü, yerel, tekil bir yapı doğurur.

Buna Simondoncu anlamda bireyleşme denir, ben ise oluş diyorum:

Ne evrensel yasa,
Ne de kaotik rastlantı…
İçsel gerilimin adım adım yapıya dönüşmesidir.

 Felsefi ve Bilimsel Örnek: Einstein’ın Uzay-Zaman Oluşu

Einstein ne yaptı?

-Newton fiziği, yerçekimi ile uzayı ayrı ele alıyordu.

-Ama ışığın sabitliği, bu ayrıma uymuyordu.

-Bu bir gerilimdi.

Einstein:

-Bu gerilimi bastırmadı.

-Sürecin içine katıldı.

-Newton fiziğindeki çelişkileri işledi.

Ve bu süreçten:

Yeni bir yapı oluştu:
Uzay-zaman kavramı.

Bu neydi?

-Ne Newton’un uzayı,

-Ne de klasik mekaniğin zamanı.

-Farkın içinden doğan yeni bir yapıydı.

Bu, oluşsal bir kavramdır.
Bu, transdüktif bir düşüncedir.

İlişkisel Ontolojiyle Uyumlu Açıklama

İlişkisel ontoloji açısından Oluşma:

-Sadece varlıkların değil,

-Düşüncelerin de varoluş biçimidir.

Her düşünce:

-İlişki kurarak, fark işleyerek,

-Kendi formunu oluşturur.

Yani:

-Düşünce = kopyalama değil,

-Canlı bir üretimdir.

Düşünce doğmaz, doğurulur.
Ama bu doğum hazır reçetelerle değil,
ilişkisel gerilimlerin transdüktif işlenişiyle gerçekleşir.

 Sonuç:

“Düşünce sabitlikten değil, farktan doğar.”
“Her düşünce biriciktir; çünkü her fark biriciktir.”
“Düşünmek, bir kavramı uygulamak değil; bir kavramı oluşturmaktır.”

5. Felsefi Görevi:

“Artık düşünce, verili yargıların tekrarı değil...”

Burada önce bir kopuş ilan ediliyor.

Klasik felsefe, genellikle:

-Verili kavramları işler.

-Hazır yargılarla düşünmeyi sürdürür.

-Otoriteler, sistemler, dogmalar üzerinden akar.

Ama bu yeni düşünce biçiminde:

Yargı = düşüncenin sonudur.
Tekrar = düşünmenin ölmesidir.

İlişkisel transdüktif düşünce:

Yargıya değil farka,

Sisteme değil oluşa,

Veriliye değil oluşmaya dayanır.

Artık düşünce, bir sistemin çarkını çevirmek değil,
oluşun içindeki farkları işlerken kendi kendini kurmaktır.

“...çelişkilerin içinden yürüyen...”

Düşünmek:

-Artık çelişkiden kaçmak değil,

-Çelişkiyi “hata” gibi görmek değil.

Tam tersine:

Çelişkinin içine girmektir.
Onunla birlikte yürümektir.
Farkı bastırmadan, farkın kendisiyle düşünmektir.

Bu yürüyüş:

-Doğrusal değildir.

-Aşamalarla, geri dönüşlerle, kırılmalarla doludur.

Ama tam da bu yüzden canlıdır.
Transdüktif oluşun kendisidir.

“...kendini her adımda yeniden kuran bir eylemdir.”

Düşünme, artık bir refleks, bir yetenek, bir zihinsel faaliyet değildir.

Düşünmek = Kendini kurmak eylemidir.

Ve bu kurma:

-Bir defalık değildir,

-Her adımda yeniden olur.

Yani düşünme:

-Statik bir “zihin” işi değil,

-Dinamik bir oluş sürecidir.

Her yeni fark, her yeni ilişki:

-Düşünceyi değiştirir,

-Ve bu değişim, düşüneni de dönüştürür.

Düşünmek, sadece düşünce üretmek değil;
düşünürün kendisini de üretmektir.

“Bu yalnızca zihinsel değil, ontolojik bir dönüşümdür.”

Bu cümle en sarsıcı noktadır.

Çünkü artık düşünmek:

-Sadece “kafada bir şey yapmak” değildir.

-“Zihinsel bir analiz” hiç değildir.

Düşünmek, bizzat varlığın kendisinde bir dönüşüm yaratmaktır. Ontolojiyi değiştirir. Varlığın yapısını etkiler.

Bu, bizi şuraya götürür:

-Bilmek ≠ düşünmek

-Tasarlamak ≠ düşünmek

-Yargılamak ≠ düşünmek

Düşünmek = oluşa katılmaktır.
Düşünmek = farkla oluşmaktır.
Düşünmek = kendini kurmaktır.
Düşünmek = varlığı dönüştürmektir.

 Sonuç:

“Artık düşünce bir işlem değil, bir varoluş biçimidir.”
“Düşünmek, yaşamaya benzemez; çünkü düşünmek zaten yaşamaktır.”
“Her düşünce, yeni bir varlık biçimidir.”
“Düşünmek, kendini yeniden oluşturarak varlığın formuna katılmaktır.”

6.1 – İlişkisel Transdüktif Etik:

“Sabit ahlaki ilkeler yerine, durumun içinden doğan ilişkisel farkları işleyen bir etik.”

Klasik ahlak kuramları genellikle:

-Evrensel ilkeler (Kantçı kategorik imperatif gibi),

-Ya da sonuçsal kurallar (utilitaryen fayda maksimizasyonu) önerir.

Bu yaklaşımlar:

-Ahlakı sabitlemek ister.

-Her durumda geçerli tekil yargılar koyar.

Oysa ilişkisel transdüktif etik:

Ahlakın sabit bir kaynağı olmadığını söyler.
Ahlak, ilişkiden doğar.
Her ilişki farklıdır,
Her fark farklı bir etik gerilim üretir.

Bu etik:
Duruma göre kıvranmak değil,
Durumun farkını işlemekle oluşan bir yaşam tarzıdır.

Bu düşünce:

-Kararsızlık değil,

-Süreçsel sorumluluk üretir.

Ontolojik Temel:

İlişkisel etik sistem:

-Ne özcülükten beslenir (insanın özü iyidir / kötüdür vs.),

-Ne evrenselcilikten (herkese aynı yasa),

-Ne de nihilizmden (her şey göreli).

Aksine:

“Ahlak, ilişkinin oluş biçimidir.”
“Her etik edim, bir farkın işlenmesidir.”
“İyi olan, ilişki kurandır. Kötü olan, ilişkiyi kesendir.”

Bu anlayışta:

-Etik = farkla kurulan sorumluluk,

-Sorumluluk = ilişkide var olmak,

-Vicdan = farkın içinden konuşan oluşsal bilinçtir.

 

Örnek: Michael Tomasello’nun “İnsan Ahlakının Doğal Tarihi” Kuramı

Tomasello, insan ahlakının kökenini şöyle açıklar:

Ahlak, oluşlar arası ortak amaçlarla birlikte hareket etme ihtiyacından doğmuştur.

Başka bir deyişle:

-Ahlaki davranış, önce koordinasyon gereksinimiyle başlar.

-Ardından ortak dikkat, empati, niyet okuma gibi ilişkisel yetiler gelişir.

-Bu farklar işlendikçe, toplumsal normlar oluşlaşır.

Yani:

-Ahlak = evrimsel olarak sabit bir “öz” değil,

-İlişkisel ihtiyaçlardan doğan bir oluş sürecidir.

Bu Neden Transdüktif Etiktir?

Çünkü:

-Ortada bir hazır ahlak ilkesi yok.

-Her etik davranış, ilişkisel bir farkla karşılaşma anında doğuyor.

-Bu karşılaşma gerilim yaratıyor oluş başlatıyor ahlaki yapı oluşuyor.

-Ne mantıksal bir zorunluluk,

-Ne de toplumsal bir alışkanlık…

Bu karşılaşma = transdüktif bir etik olaydır. oluşur. Dönüştürür.

 

İlişkisel Ontolojiyle Uyumlu Açıklama

-Ahlak, evrensel ilkeler değil, sürekli oluşan ilişkilerdir.

-İyi, oluşu destekleyendir.

-Kötü, farkı bastırandır.

-Doğru, ilişkiyi açandır.

-Yanlış, ilişkiyi dondurandır.

Bu yüzden:

“Etik, sabit değerler değil; farkla doğan sorumluluktur.”
“Her oluş, kendi etiğini üretir.”

Sonuç:

“Ahlak, yasanın buyruğu değil, ilişkinin sesidir.”
“Etik sabit değildir; çünkü fark sabit değildir.”
“Ahlak, ilişkiselliğin oluşlaşmış vicdanıdır.”

6.2 – Bilimsel Düşünme:

“Bilim, sabit yasaların uygulanması değil, gözlemle teori arasındaki gerilimde yeni yapıların oluşmasıdır.”

Bu cümleyle şunu söylüyoruz:

Klasik bilim:

-Gözlemi “doğru bilgiye” ulaşmak için yapar.

-Sonra bunu sabit bir teoriye bağlar.

-Yasa gözlem tekrar doğrulama döngüsünde kilitlenir.

Ancak bu döngüde:

-Fark bastırılır.

-Yeni kavram üretilmez.

-Bilim yalnızca mevcut yasaların uzantısı olur.

Oysa ilişkisel transdüktif düşünce şunu önerir:

“Bilim, gözlem ile teori arasında ortaya çıkan gerilimli farkı işler.
Bu fark, sabit olanı aşarak yeni bir form doğurur.
Bu yeni form = bilimsel oluştur.”

Ontolojik Açılım:

İlişkisel ontoloji açısından:

-Bilimsel bilgi, bir “yansıtma” değildir.

-Bilimsel bilgi, ilişki içinde oluşan yapısal anlamdır.

Yani:

-Doğa, sabit yasalarla çalışmaz.

-Doğa, sürekli oluşan, ilişkisel bir fark alanıdır.

Bu fark alanı:

-Her gözlemde değişir.

-Her kuramda dönüşür.

-Bilim = bu farkla kurulan ilişki içinde oluşur.

Bilimsel düşünme = transdüktif süreçtir.
Sabit bilgi üretmez, yeni yapılar üretir.

 

 Felsefi ve Bilimsel Örnek: Darwin ve Evrim Kuramı

Darwin ne yaptı?

-O döneme kadar: türler sabitti.

-Her canlı, ayrı bir “öz”e sahipti.

-Canlılık değişmez biçimler dizisiydi.

Ama Darwin:

-Gözlemlerinde bu sabitliği göremedi.

-Türler arası süreklilik, varyasyon, fark gördü.

İşte burada:

-Gözlem ile teori arasında bir gerilim doğdu.

-Darwin bu farkı işledi.

-Ve sabit tür anlayışını aşarak:

“Evrimsel Teorisini Oluşturdu”

Bu tam anlamıyla bir transdüktif bilimsel sıçramadır.

İlişkisel Ontoloji ile Uyumlu Açıklama

İlişkisel ontoloji açısından bilim:

-Sabit bir evrenin açıklaması değil,

-Farklarla ilişkilenerek oluşan yapıların üretimidir.

O hâlde bilim:

-Doğruluk = sabitlik değil,

-Süreç içindeki yapısal tutarlılıktır.

-Bilimsel kuram = bitmiş sistem değil,

-Farkla kendini sürekli aşan canlı bir formdur.

Sonuç:

“Bilmek, sabit yasayı keşfetmek değil, farkı oluşturarak yapı üretmektir.”
“Bilim, doğayı açıklamak için değil; doğanın farklarını işlemek için vardır.”
“Bilim adamı, yasa uygulayıcısı değil; fark işçisidir.”
“Darwin, Newton’u tekrar etmedi; canlılığı farkla düşündü. İşte bu, transdüktif bilimdir.”

6.3 – Toplumsal Dönüşüm: Açıklamalı Anlatım

“Devrim, dıştan gelen bir planla değil, içsel çelişkilerin oluşmasıyla mümkündür.”

Bu cümle, klasik “devrim” anlayışını temelden sarsar.

Geleneksel devrim modelleri:

-Dışarıdan gelen bir ideolojiye, plana veya “üst akla” dayanır.

-Değişim, bir merkezden dayatılır.

-Amaç, eski sistemin yerine yeni ve hazır bir yapı koymaktır.

Oysa ilişkisel transdüktif anlayışta:

Gerçek dönüşüm, dışarıdan gelmez.
İçerideki gerilimli farkların işlenmesiyle ortaya çıkar.
Yani devrim, bir oluş sürecidir.

Ve bu oluş:

-Sabit bir sonuç değil,

-adım adım oluşan toplumsal yapıdır.

 

Ontolojik Açılım:

İlişkisel ontoloji yaklaşımına göre:

-Toplum = sabit bir yapı değil,

-İlişkilerden oluşan, farklarla gerilen bir Oluş alanıdır.

O hâlde:

-Toplumsal değişim, bir “program” değil,

-içsel farkların işlenmesiyle ortaya çıkan yeni Oluştur.

Devrim:

-Bir “kırılma” değil,

-bir yoğunlaşmadır.

Toplum birey gibi oluşur:
Gerilim olur, farklar oluşur, yeni form doğar.

 Felsefi ve Sosyolojik Örnek: Marx ve Tarihsel Materyalizm

Marx’ta devrim:

-Planla yapılmaz.

-Sınıflar arasındaki çelişki belirli bir eşiğe ulaştığında,

-O çelişki kendini örgütler,

-Ve yeni bir toplumsal form oluşur.

Yani:

Sınıf çatışmaları = toplumsal farkların işlenmesi
Kapitalist sistem = gerilimli bir yapı
Devrim = bu gerilimin transdüktif dönüşümüdür

Marx’ın analizinde:

-Değişim içseldir.

-Varlık maddidir.

-Ve dönüşüm, ilişkinin kendisinden doğar.

Bu, ilişkisel transdüktif düşünceyle birebir örtüşür.

İlişkisel Ontoloji ile Uyumlu Açıklama

Biz diyoruz ki:

“Hiçbir yapı, ilişkisiz değildir.
Ve her ilişki, fark üretir.
Bu fark, işlenirse Oluşlaşır.”

O hâlde toplum:

-Sabit kurumlar değil,

-ilişkisel fark alanlarının Oluşlaşmış uzantılarıdır.

Toplum = transdüktif bir varlıktır.
Devrim = o varlığın içindeki gerilimin yoğunlaşmasıdır.

Bu yüzden:

-Toplumu dönüştürmek için dışarıdan yasa değil,

-içeriden fark işlemek gerekir.

Sonuç:

“Toplumu değiştirmek, plan yapmak değildir;
Farkı fark etmek ve onunla yürümektir.”
“Devrim, bastırılan ilişkinin geri dönüşüdür.”
“Toplum, birey gibi Oluşlaşır; devrim de onun doğumudur.”
“Dıştan gelen sistemler yıkar; ama içten işlenen farklar, inşa eder.”

6.4 – Sanat:

“Sanat, biçimlerin tekrarından değil, hissin ve anlamın oluşlaşmasından doğar.”

Bu cümlede klasik sanat anlayışıyla büyük bir kopuş var.

Geleneksel sanat nedir?

-Güzelliği taklit eder.

-Formları tekrar eder.

-Sanatı temsil olarak görür (örneğin: bir doğa manzarasının doğru yansıtılması).

Yani sanat = var olanın biçimsel tekrarı.

Oysa biz diyor ki:

Sanat, taklit değil oluştur.
Form değil ilişki,
Temsil değil fark.

Sanat:

-Biçimi tekrar etmez,

-Anlamın farkını Oluşlaştırır.

-Hissin yapı kazandığı noktada sanatsal form doğar.

“Transdüktif sanat, sabit temsiller yerine, izleyiciyle ilişki içinde sürekli dönüşen yapılardır.”

Transdüktif sanat:

-Sabit bir “eser” değildir.

-İzleyiciyle ilişkide anlam kazanan bir oluş alanıdır.

Bu şu demektir:

-Sanat = tamamlanmış nesne değil,

-Farkla ve ilişkiyle Oluşlaşan açık yapıdır.

Her izleyici = farklı bir fark
Her bağlam = farklı bir gerilim
Ve bu farkların işlenmesiyle:

Sanat eseri tek bir anlam kazanmaz. Sürekli Oluşur.

Yani:

Sanat eseri, tıpkı bir canlı gibi
transdüktif olarak değişir.

 

Örnek: Johann Sebastian Bach’ın Kontrapuntal Yapısı

Bach, barok dönemin biçimsel kalıplarını kullandı ama onları yinelemedi, ilişki içinde dönüştürdü.

Kontrapuntal müzik nedir?

-Farklı melodik çizgiler aynı anda çalınır.

-Bu çizgiler birbirinden bağımsız gibi görünse de,

-Aralarındaki ilişki yapının anlamını üretir.

Bach’ta:

-Melodi tek başına değil,

-Diğer melodilerle kurduğu farkla oluşlaşır.

Her ses:

-Başlı başına bir form taşımaz.

-Diğer seslerle birlikte anlam kazanır, dönüşür.

Yani:

Müzik = hazır notaların temsili değil,
farklı seslerin ilişkisinde oluşan bir oluşlaşmadır.

Bu yapı:

-Ne sadece teknik bir düzen,

-Ne de tek bir yorumla tüketilebilir.

-Her yorumda yeni farklar açığa çıkar.

Yani Bach’ın müziği: transdüktif bir sanattır.

İlişkisen Ontoloji ile Uyumlu Açıklama

Biz diyoruz ki:

“Form dıştan verilmez, ilişkide oluşur.”

O hâlde sanat:

-Sabit formlar değil,

-ilişkisel farkların oluşmasıyla doğan yapıdır.

Sanat:

-Estetik değil,

-Ontolojik bir olaydır.

Sanat, varlığın duyusal farkla düşünülmesidir.

Sanatçı:

-Taklitçi değil,

-Fark Oluşlaştırıcıdır.

 

Sonuç:

“Sanat, göz yada kulak için değil; oluş için vardır.”
“Güzellik, biçimin uyumu değil; ilişkinin kıpırtısıdır.”
“Sanat eseri tamamlanmaz; çünkü anlam ilişkiyle sürekli oluşur.”
“Sanat, varlığın transdüktif çiçeklenmesidir.”

6.5 – Bilinç: Açıklamalı Anlatım

“Bilinç sabit bir merkez değil, ilişkilerin yoğunlaştığı ve oluşlaştığı bir fark alanıdır.”

Bu cümle, bilinci artık:

-Ne bir “özneye ait içsel mekan”,

-Ne de “zihnin merkezi” olarak ele alır.

Aksine:

Bilinç, bir yer değil,
ilişkilerin kesiştiği, yoğunlaştığı bir oluş alanıdır.

Bu yaklaşım:

-Descartes’in cogito’sunu,

-Kant’ın transendental ego’sunu,

-Husserl’in noesis-noema yapısını geride bırakır.

Çünkü onlar bilinci:

-Sabit bir özneye ait içsel alan olarak tanımlar.

-Oysa benim anlayışında bilinç:

-İlişkiyle doğar.

-Farkla işler.

-Oluşarak kendini kurar.

Bilinç = sabit öz değil,
ilişkisel bir transdüktif oluşlaşma sürecidir.

“Transdüktif bilinç anlayışı, özneyi değil süreci temel alır.”

Bu çok önemli!

Transdüktif bilinç:

-“Ben” diye sabit bir özne kabul etmez.

-“Bilinç” diye sabit bir merkez aramaz.

Onun yerine:

-Bilinci bir oluş süreci olarak görür.

-Bu süreçte:

-Gerilim olur,

-Fark ortaya çıkar,

-İlişkiler kuruldukça yeni anlamlar oluşlaşır.

Yani:

-Düşünen = oluşan bir farktır.

-Fark = fark edilen ilişkisellikten doğar.

-Ve bu da = bilincin oluşlaşmasıdır.

Örnek: Simondon’un Psikik Bireyleşme Kuramı

Simondon’a göre:

-Bilinç bir şeyin “içinde” değildir.

-Bilinç = birey ile çevresi arasındaki gerilimli ilişkinin ifadesidir.

Bu kuramda:

-Bilinç sabit değil,

-Sürekli bireyleşen bir fark alanıdır.

Yani:

-Bilinç, ne doğuştan verilir,

-Ne de hazır bir “özne”ye aittir.

Bilinç = transdüksiyondur.
Her farkta yeniden kurulur.

Simondon’a göre:

Bilincin amacı sabit bir özne oluşturmak değil,
ilişkisel bütünlüğü yeniden ve yeniden dengelemektir.

Bu, ilişkisel ontolojiyle tam olarak örtüşür.

 

İlişkisel Ontoloji ile Uyumlu Açıklama

Bizim için:

-Bilinç, “kendini bilen öz” değildir.

-Bilinç, ilişkiye giren varlığın fark üretme alanıdır.

Bu durumda:

-Bilinç = sürekli oluşan, değişen, oluşlaşan fark alanıdır.

-Ve bu fark, sabit değil canlıdır.

Düşünce, his, duyum, bellek...

Hepsi bilincin farklı transdüktif oluşlaşma biçimleridir.

“Ben”, hiçbir zaman tamamlanmaz.
“Ben”, her ilişkide yeniden Oluşur.

 

Sonuç:

“Bilinç, zihnin tahtı değil; ilişkinin kıvılcımıdır.”
“Ben dediğin, ilişkilerin yoğunlaştığı bir oluş çemberidir.”
“Bilinç, farkla titreşen bir varlık halkasıdır.
Ne merkezdir, ne özne: sadece oluş.”

 

6.6 – Doğa: Açıklamalı Anlatım

“Doğa bir sistem değil, sürekli Oluşan bir süreçtir.”

Klasik doğa anlayışı (özellikle Newtoncu):

-Doğayı kapalı bir sistem olarak görür.

-Yasalar sabittir.

-Varlıklar tanımlanmıştır.

-Değişim = bu sabitlerin içinde işler.

Ama biz şunu söylüyoruz:

Doğa, statik bir sistem değil;
dinamik, ilişkisel ve transdüktif bir oluş alanıdır.

Bu ne demek?

-Doğada sabitlik yoktur,

-Her şey farkla oluşur,

-Her varlık, başka varlıklarla kurduğu ilişkiyle oluşur.

“Transdüktif düşünme, doğadaki her bir varlığı sabit varlıklar olarak değil, ilişki içinde oluşan farklar olarak okur.”

Bu cümle çok güçlü bir ontolojik yönelim içerir.

Şunu söylüyorum:

-Doğadaki hiçbir şey başlı başına “kendinde” değildir.

-Her varlık, ancak ilişkileri içinde anlam kazanır.

-Bu ilişkiler ise durağan değil; farklar, gerilimler, dönüşümler içerir.

Yani doğa:

-Özdeşlik değil, fark üretir.

-Tekrar değil, Oluş üretir.

Transdüktif düşünce, doğayı açıklamaz doğayla birlikte düşünür, çünkü doğaldır.

 

Örnek: Evrimsel Biyoloji

Darwin’in kuramı:

-“Sabit türler” anlayışını yıktı.

-Türlerin çevreyle etkileşim içinde değiştiğini gösterdi.

Modern evrimsel biyoloji şunu der:

Genetik yapı, sabit bir kader değil,
çevreyle etkileşim içinde oluşlaşan bir potansiyeldir.

Epigenetik örneklerini düşünün:

-Aynı genetik yapı, farklı çevresel koşullarda farklı oluşlar üretir.

-Yani gen bile ilişki içindedir.

-Gen = potansiyel,

-Oluşlaşma = ilişkisel farkın işlenmesi.

Bu tam anlamıyla transdüktif doğa anlayışıdır!

İlişkisel Ontoloji ile Uyumlu Açıklama

Bizim için doğa:

-Tanrı’nın tasarımı değil,

-İdeanın yansıması değil,

-İlişkinin, farkın ve oluşun kendisidir.

Doğada:

-Öz yok, ilişki var.

-Sabitlik yok, gerilim var.

-Zorunluluk yok, Oluşlar var.

Dağlar da, ağaçlar da, hücreler de
ilişkisel transdüksiyonla var olur.

Bu nedenle:

-Doğa matematiksel soyutlamadan fazla,

-Canlı bir varoluş formudur.

 

Sonuç:

“Doğa sistem değil, oluşun sonsuz nefesidir.”
“Her varlık, kendi başına değil, ilişkide açılır.”
“Doğayı bilmek, onu ölçmek değil; onunla oluşlaşmaktır.”
“Bir taş, bir ağaç, bir sinek…
Hepsi farkın dile geldiği birer ilişkisel şarkıdır.”

7. İlişkisel Sonsuzluk Kuramı ile Bütünlük: Açıklamalı Anlatım

“İlişkisel transdüktif düşünce, 'ilişkisel sonsuzluk kuramı'nın düşünsel zeminidir.”

Bu cümle, çok güçlü bir bağ kuruyor:

“İlişkisel transdüktif düşünce = yöntem, yol
İlişkisel sonsuzluk kuramı = içerik, varlığın sürekli oluşan dengesi”

“Denge, farkın sustuğu değil; farkın konuşabildiği an’dır.”
“Denge, oluşun uyumudur — sabitliğin değil.”
“Fark, potansiyelini işlediğinde oluşlaşır;
oluş geçici olarak dengelenir;
sonra yeni bir fark doğar — çünkü oluş ve evren sonsuzdur.”

Yani:

-Transdüktif düşünme biçimi olmadan,

-İlişkisel sonsuzluk kavramsallaştırılamaz.

Çünkü:

Sonsuzluk bir “şey” değil,
Düşünmenin kendini aşan ama hiçbir zaman tamamlanmayan hareketidir.
Ve bu, ancak transdüktif düşünmeyle izlenebilir.

“Sonsuzluk, sabit bir büyüklük değil, bitmeyen bir oluş sürecidir.”

Klasik matematik ve felsefede “sonsuzluk”:

-Ya tamamlanamaz bir “büyüklük”,

-Ya da aklın sınırıdır.

Ama ilişkisel ontoloji diyor ki:

Sonsuzluk = tamamlanamayan değil,
sürekli oluşlaşan farkların döngüsüdür.

Sonsuzluk bir “sonsuz sayı” değil:

Her farktan doğan, kendini aşan yeni bir farktır.
Her ilişki
yeni bir yapı üretir.
Bu yap
ılar tekrar yeni farklar doğurur.

“Sonsuzluk, yokluğun uzak sınırı değil;
farkın her an yeniden doğduğu kıvılcımdır.”
“Her oluş, bir öncekini aşan farkla başlar.
Ve her fark, sonsuzluğun kendini hatırladığı andır.”
“Sonsuzluk tamamlanmayan değil, tamamlanmayı reddeden canlı oluş halidir.”

Oluş hiçbir zaman tamamlanmaz çünkü:

-Varlık/İlişki sabit değildir,

-Sürekli oluş halindedir.

“Her fark, yeni bir ilişki üretir; her ilişki, yeni bir yapı doğurur.”

Bu cümle, benim tüm kuramının ritmini verir.

Fark ilişki oluş yeni fark...

Ve bu döngü:

-Ne kendini tekrar eder,

-Ne de aynı noktaya döner.

Her adımda yeni bir varlık, yeni bir düşünce, yeni bir form ortaya çıkar.

Bu, sonsuzluğun geometrik değil,

ontolojik ve ilişkisel bir doğası olduğunu gösterir.

Yani:

Sonsuzluk = “büyüklük” değil,
oluşun dinamiğidir.

 

“Bu döngü, transdüktif olarak işler.”

Neden transdüktif?

Çünkü:

-Her oluş, bir fark alanında başlar.

-Bu fark bir ilişkiyi tetikler.

-İlişki, yeni bir yapı üretir.

-Bu yapı, sabit değildir yeni fark üretir.

Bu tam anlamıyla:

Bir transdüktif oluş sarmalıdır.

Bu sarmal:

-Kapalı değildir çünkü sonsuzdur.

-Sabit değildir çünkü fark içerir.

-Tekrarlayıcı değildir çünkü oluşlaştırıcıdır.

Transdüksiyon, bu döngüyü canlı tutan ilkedir.

“Bu bağlamda, transdüktif düşünce, ilişkisel sonsuzluğu hem kuramsal hem varoluşsal düzlemde anlamanın yoludur.”

Bu cümleyle birlikte:

-Transdüktif düşünce = sadece kuramsal değil,

-Aynı zamanda yaşamsal, ontolojik, varoluşsal bir fark yaratma biçimidir.

İlişkisel sonsuzluk kuramı:

-Varlığı sabitlenmiş bir sistem olarak değil,

-her an kendini aşan bir oluş süreci olarak görür.

Ve bu süreç:

-Ancak ilişkiyle,

-Ancak transdüksiyonla,

-Ancak farkla anlaşılabilir.

Sonuç:

“Sonsuzluk bir nokta değil, bir akıştır.”
“Her fark, bir sonsuzluk kıvılcımıdır.”
“İlişki kesilmez, çünkü fark tükenmez.”
“Transdüktif düşünce, sonsuzluğu düşünmenin değil,
sonsuzlukla düşünmenin yoludur.”

8. Çağrı:

 “Bu yazı, sabitliği değil farkı...”

Sabitlik:

-Donmuş olan,

-Değişmeyen,

-Düşünceyi durduran şeydir.

Benim çağrım:

Düşünceyi harekete,
Kimliği açıklığa,
Anlamı ilişkiye çağırıyor.

“Fark” burada yalnızca farklılık değil,oluşun kendisidir.

“...mutlaklığı değil ilişkiselliği...”

Mutlaklık:

-Her şeyi kapsadığını sanır,

-Ama farkı dışlar.

İlişkisellik:

-Her şeyin anlamını başkasıyla olan ilişkisinden doğurur.

Bu çağrı:

Kapalı sistemlere, Aşkıncılara, Özcülere, Düzencilere ve Ontoloji ile Epistemoloji atayanlara değil,
Açık karşılaşmalara, dengeye bir çağrıdır.

“...bilgi değil oluşu...”

Bilgi:

-Donmuş ve tanımlanmış olana dönüktür.

-Ama oluş, sürekli yenilenen, kendini kuran farktır.

Diyorum ki:

Bilgi bir duraktır.
Ama oluş bir akıştır.
Bilmek yetmez. Oluşmak oluşlaşmak gerekir.

“...yargı değil oluşu/oluşumu merkeze alan herkese bir çağrıdır.”

Yargı:

-Tanımlar, sınırlar, kapatır.

Oluşlar:

-Açılır, oluşur, ilişkiyle şekillenir.

Bu yazı aynı zamanda bir çağrıdır:

-Sabit görüşlere değil,

-canlı düşüncelere

-Ezbere değil,

-gerilime ve sorumluluğa
yönelik bir çağrıdır.

 

Ve Son Dize:

Düşün, ama sabitleme.
Hisset, ama dondurma.
Yarat, ama dayatma.
Düşünen düşünsün diye düşün.

Bu dört dize:

-Farkla düşünmeye,

-Açık ilişki kurmaya,

-Özgürce üretmeye,

-Ve düşüncenin kendini çoğaltmasına yönelik bir etik bildiridir.

Bu söz:

Bir düşünce eylemi,
Bir yaşam yönelimi,
Ve bir felsefi ahlaktır.

 

Sonuç:

“Bu bir düşünce çağrısı değil; bu bir oluş çağrısıdır.”
“Düşünenin düşünmesine yardım etmeyen her düşünce, sabittir.”
“Ve her sabitlik, sonsuzluğun önünde çatlar.”

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

NESNE, ÖZNENİN ESİRİDİR

  Klasik Ontolojinin Krizi ve İlişkisel Varlığın İmkânı 1. Tanım ve Tahakküm: Bilgi mi, İktidar mı? İnsan zihninin en temel eğilimlerind...