1. Giriş – Açıklamalı Anlatım
“Bu yazının
temel iddiası şudur: Düşünmek, yargı vermek değil; oluşun içine katılmaktır.”
Bu cümlede çok güçlü bir kopuş var. Çünkü burada düşünce:
-Artık bir dış gözlem, bir
hüküm, bir tanım değil;
-Bizzat oluşun içinde aktif
bir özne hâline geliyor.
Bu, “düşünmek” eyleminin ontolojik bir dönüşümüdür.
Düşünmek = katılmak, dönüşmek, oluşa ortak olmaktır.
Bu, klasik anlamda “felsefe yapmak’tan çok daha ileri
bir duruştur”:
Felsefe burada artık oluşla birlikte var olma eylemidir.
“Tümdengelim
ve tümevarım, düşüncenin sınırlarını çizer...”
Burada iki geleneksel düşünme biçimi eleştirilir:
-Tümdengelim:
-Genelden özele gider.
-Önceden tanımlı “ilkeler”
üzerine kurulur.
-Bu ilkeler sorgulanmaz,
sadece “açılır”.
-Tümevarım:
-Tekil gözlemleri toplar,
genelleme yapar.
-Gözlemle sabit bir
gerçeklik varsayar.
Bu iki yaklaşım da aslında düşünmeyi dondurur, çünkü:
Ya her şeyi genelin içinde önceden belirler,
Ya da her şeyi tekrarlanabilir veriye indirger.
Sonuç olarak Fark üretilmez. Oluş durur. İlişki
zayıflar.
“ilişkisel transdüktif düşünce bu sınırların
dışına çıkar”
İşte bu noktada kopuş başlar.
İlişkisel transdüktif düşünce, sabit ilkelere ya da
verilere yaslanmaz;
onun kaynağı: fark, gerilim ve ilişkidir.
Bu düşünme biçimi:
-Düşüneni sürece dahil eder.
-Sabit bir varlığı değil,
ilişkisel oluşu temel alır.
-Kavramları dıştan almaz,
içsel bir gerilimden üretir.
“Varlığın içinden, farktan, gerilimden ve
ilişkiden düşünerek yeni yapılar kurar.”
Burada düşünce:
-Bir temsil ya da açıklama
biçimi değil,
-Yapı kurucu bir etkinliktir.
Ve dikkat edin: bu yapı, önceden verilmiş değildir.
Düşünce, kendi sürecinden kendi yapısını oluşlaştırır.
Farktan → ilişkiye → oluşa
→ yapıya ulaşır.
Sonuç:
“Düşünmek, bir binayı gezmek değil, tuğlaları taşıyıp
inşa etmektir.”
“Yargı, duvarda asılı bir çerçevedir;
Ama düşünce, o çerçevenin çatlayışından doğan ışıktır.”
Bu giriş, klasik epistemolojiden ontolojik felsefeye,
hatta bireysel varoluşa kadar uzanan transdüktif bir çağrıdır.
2. KAVRAMSAL TEMEL
“Varlık bir öz değil, bir ilişkidir.”
Bu cümleyle birlikte:
-Klasik felsefede baskın
olan özcülük (essentialism) reddedilir.
-“Bir şey, kendinde bir ‘öz’
taşır” düşüncesi yerine,
“Bir şey ancak ilişki kurarak var olur”
ilkesi getirilir.
Bu, ilişkisel ontolojinde şu anlama gelir:
Bir varlık, yalnızca ilişkide olduğu sürece varlıktır.
İlişki kesilirse, o şey artık “var” değil, potansiyel ya da hiçliktir.
Örnek:
Bir elektron, başka parçacıklarla etkileşime girmedikçe tanımlanamaz.
O hâlde elektronun varlığı, ilişkisindedir.
“Düşünmek, bu ilişkiyi fark ederek işlemek,
onun içinden anlam ve form çıkarmak demektir.”
Burada düşünce tanımı işlemsel ve oluşsal hâle gelir.
Yani:
-Düşünmek, mevcut ilişki
ağında bir fark yaratmak demektir.
-Bu farktan:
-Anlam doğar →
kavrayış
-Form doğar → yapı, kavram, sistem
Düşünce artık bilgi biriktirme değil, anlam oluşturma
sürecidir.
Düşünen özne, ilişki kurar, farkı işler ve yeni bir yapı üretir.
Kısaca:
Düşünmek = ilişkisel farkın içinden form üretmektir.
“Transdüksiyon, farkın bir alanda adım adım
ilerleyerek hem ortamı hem de kendini dönüştürmesi sürecidir.”
Bu, Simondon’un transdüksiyon tanımının özüdür.
-Fark, yalnızca bir
aykırılık değil;
bir potansiyel taşıyan gerilimdir.
-Bu fark, alanda bir
noktadan diğerine yayılır,
ve bu yayılma süreci:
-Hem çevreyi dönüştürür
(örneğin: bir düşünceyi, bir sistemi),
-Hem de kendi iç yapısını
yeniden kurar.
Yani transdüksiyon = kendi formunu üreterek ilerleyen oluş
süreci.
Örnek:
Bir kristalin oluşumu, sabit bir forma göre değil, çekirdeğin çevresiyle
kurduğu ilişkilerden doğar.
Her yeni katman, hem kristali hem ortamı değiştirir.
Bu, transdüksiyondur.
“Bu süreçte ne sabit bir öz, ne de dıştan
gelen bir yasa vardır; oluş, içsel gerilimlerin çalışmasıyla oluşlaşır.”
Burada klasik felsefenin iki temel direği daha
reddedilir:
- Sabit
öz yoktur:
Hiçbir varlık, ezeli-ebedi bir “kendilik” taşımaz.
Her varlık, oluşta var olur. - Dışsal
yasa yoktur:
Oluş, yukarıdan inen bir emirle değil,
içsel gerilimlerin işlenmesiyle gerçekleşir.
Her oluş, kendi sürecinin içinden doğar.
Her oluş, kendi farkını çalışarak kendini üretir.
Oluş, bu noktada sadece varlık için değil,
düşünce, etik, doğa, bilinç, toplum için de geçerli olan
temel bir ilkedir.
Sonuç:
“Varlık, ilişki içinde var olur.
Düşünce, bu ilişkideki farkları işler.
Transdüksiyon, bu farklardan hem form hem anlam üretir. Ve tüm bunlar,
sabitlikten değil, içsel gerilimden doğar.”
3. DÜŞÜNCENİN ÜÇ BİÇİMİ – Açıklamalı ve
Karşılaştırmalı Anlatım
1. Tümdengelim (Dedüksiyon)
“Önceden tanımlı genel yasalardan özele gider. Sabittir,
yargılayıcıdır.”
-Düşünce, zaten var olan
genel bir ilkeye dayanır.
-Bu ilkeyi kullanarak
özeller hakkında sonuçlar çıkarır.
Örnek:
Tüm insanlar ölümlüdür.
Sokrates insandır.
O hâlde Sokrates ölümlüdür.
Sorun:
-Burada hiçbir fark
üretilmez.
-Hiçbir oluş yaşanmaz.
-Düşünce yalnızca bir
yargının açılımıdır.
Benim bakış açımdan:
Tümdengelim, sürecin dışında kalır.
Düşünen, katılımcı değil, yorumlayıcıdır.
2.
Tümevarım (Endüksiyon)
“Tekil gözlemlerden genellemeye gider. Toplayıcıdır,
betimleyicidir.”
-Gözlem ve deneyimlerden
hareketle genel sonuçlar çıkartılır.
-Doğayı betimlemeye çalışır.
Örnek:
Bu kuğu beyaz.
Şu kuğu beyaz.
O hâlde tüm kuğular beyaz olabilir.
Sorun:
-Genelleme, tekillikler
arasındaki farkı örter.
-Yine yaratıcılık yoktur,
yalnızca gözlem ve toplam vardır.
Benim bakış açımdan:
Tümevarım, farkı sadece sayısal çokluk olarak
görür.
Ama Transdüktif düşüncede fark oluşa gebedir, örtülmemelidir.
3. Transdüktif Düşünce
“Farkın içinden adım adım ilerleyerek hem kendini hem
kavramları oluşturur. Oluşsaldır, yaratıcıdır.”
Bu düşünce biçimi:
-Ne yukarıdan gelen bir yasa
kullanır,
-Ne aşağıdan toplama yapar.
Aksine:
Süreç içindeki farklara dayanır.
Düşünen, bu farkla ilişki kurar.
Gerilim ortaya çıkar, düşünce bunu işler.
Ortaya yeni bir yapı, yeni bir kavram, yeni bir form çıkar.
Bu yapı:
-Ne tümdengelimdeki gibi
önceden vardı,
-Ne de tümevarımdaki gibi
rastlantıların toplamıydı.
Bu yapı: oluşlaşmış bir farktır.
Ve düşünce: bu farkı adım adım işleyerek kendini de dönüştürür.
Yani:
-Düşünen = sabit özne değil,
oluşta dönüşen bir varlıktır.
-Düşünce = hazır formları
taşıyan değil, kendi formunu doğuran bir süreçtir.
Karşılaştırmalı Tablo
Özellik |
Tümdengelim |
Tümevarım |
Transdüktif Düşünce |
Yönelimi |
Genelden → özele |
Özelden →
genele |
Farktan → oluşa |
Kaynak |
Önceden tanımlı yasa |
Tekil gözlemler |
Süreç içi gerilim/fark |
İşlevi |
Yargılamak |
Betimlemek |
Yaratmak |
Varlık anlayışı |
Sabit öz |
Gözlem verisi |
İlişkisel, dönüşen yapı |
Kavram üretimi |
Yok |
Sınırlı |
Sürekli oluşan kavramlar |
Ontolojik durumu |
Durağan |
Nicel |
Oluşsal, nitel ve dönüşümlü |
Sonuç
Tümdengelim düşünceyi hizaya sokar,
Tümevarım düşünceyi sayıya boğar,
Ama transdüktif düşünce, düşünceyi canlandırır.
Çünkü yalnızca transdüktif düşünce, ilişkisel farkı
işler,
Hem düşüneni hem düşünceyi oluşturur.
4. İlişkisel Transdüktif Düşüncenin İlkeleri:
- Gerilim
yaratıcıdır:
-Çelişkiler, bastırılması
gereken sorunlar değil; yeni yapıların tohumudur.
-Örnek: Kant,
rasyonalistlerle empiristler arasındaki çelişkiyi işleyerek “transcendental”
yapıyı kurmuştur.
4.2 – Düşünen Sabit Değildir:
“Düşünce sürecine katılan özne, süreç boyunca
dönüşür.”
Bu cümle, modern felsefenin kurucu öznesine —
Descartes’in “cogito ergo sum”una karşı durur, çünkü bu durum Ontolojiyi, Epistemolojiye
indirger.
-Klasik felsefede özne:
Sabit, bağımsız, kendine kapalı bir bilinçtir.
-Oysa ilişkisel transdüktif
düşüncede:
Özne, düşünme sürecinin içindedir.
Sabit değil, dönüşendir.
İlişkisel farklarla oluşur.
Düşünce yalnızca dış dünyaya değil,
düşünenin kendisine de işler.
Her düşünce eylemi:
-Düşünenin sınırlarını
zorlar,
-Kendi kimliğini çatlatır,
-Yeni bir özneleşme imkânı
doğurur.
Ontolojik Açılım:
İlişkisel ontoloji açısından bu ilke şu anlama gelir:
-Özne, sabit bir öz taşımaz.
-Özne, ilişkiler içinde oluşan
bir süreçtir. Yani özne de, tıpkı düşünce gibi, transdüktif olarak oluşur.
Özne:
-Ne doğuştan verili bir
yapı,
-Ne de yalnızca bilinçtir.
-Özne, farkla etkileşen,
gerilim işleyen bir oluş alanıdır.
Felsefi Örnek: Nietzsche ve Üstinsan
Nietzsche der ki:
“İnsan, aşılması gereken bir şeydir.”
Yani insan, sabit bir tanım değildir.
İnsan = geçici bir aşamadır.
Üstinsan, bu sabitliği kırıp daha
yüksek bir oluşa geçen varlıktır.
Nietzsche’de:
-Düşünen özne, sürekli
kendini aşmak zorundadır.
-Bu aşma, içsel bir
gerilimle ve farkla olur.
-Bu da tam olarak
transdüktif düşüncenin özüdür.
İlişkisel Ontolojiye Uyumlu Açıklama
Benim bakış açına göre:
“Özne, kendini kuran bir öz değildir.
Özne, ilişkiyle doğar, farkla değişir.”
Bu durumda düşünmek:
-Yalnızca kavram üretmek
değil,
-Özneyi yeniden üretmektir.
Düşünce, düşüneni de dönüştürür. Her düşünme eylemi, bir
özneleşme sürecidir.
Bu aynı zamanda etik bir çağrıdır:
Sabit kimliklerle düşünemezsin. Kimliğini, düşünme sürecinde yeniden
kurmalısın.
Sonuç:
“Düşünce sabit fikir üretmez;
Sabit özneyi kırar, dönüşen bir varlık yaratır.”
“Kim düşünüyorsa, dönüşüyordur.”
“Düşünen, kendini tekrar eden değil;
Kendini aşan varlıktır.”
4.3 – Form Dıştan Verilmez:
“Formlar, hazır kalıplar değildir; süreç
içindeki oluş yapılarıdır.”
Klasik düşünce ne der?
-Formlar evrenseldir.
-Dışarıdan nesnelere “şekil”
verirler.
-Öz vardır, form onun
görünüşüdür.
Bu, hem Aristotelesçi, hem Platoncu bir düşünme
biçimidir.
Oysa bu anlayış:
-Oluşu bastırır,
-Süreci dondurur,
-Farkı siler.
Benim ve Simondon’un yaklaşımı tam tersini söyler:
Form, dışarıdan dayatılmaz.
Form, sürecin içinden doğar.
Yani:
-Form = hazır kalıp değil,
-Gerilimin işlenmesiyle adım
adım oluşlaşan bir yapıdır.
Ontolojik Açılım:
Her oluş süreci, kendi formunu kendi içinden üretir.
Yani:
-Yapı = ne dışsal
belirlenim,
-Ne de içsel öz.
Yapı = ilişkisel farkın işlenmesiyle kendini kuran bir
oluş sürecidir.
Buna göre:
-Form artık “bir şeyin
biçimi” değil,
-Farkın oluş hâlidir.
Felsefi Örnek: Simondon’un Kristal Örneği
Simondon şöyle der:
“Bir kristalin oluşumu, sabit bir plana göre değil,
ilk çekirdeğin çevreyle ilişkisi içinden adım adım ilerleyerek gerçekleşir.”
Kristal:
-Önceden belirlenmiş bir
forma “uymaya” çalışmaz.
-Kendi formunu üretir.
-Ortamdaki gerilim,
sıcaklık, basınç, vs. ile kurduğu ilişkiyle form oluşur.
Bu yüzden kristal:
-Ne dıştan
şekillendirilmiştir,
-Ne de özünden doğmuştur.
Kristal = transdüktif olarak oluşlaşmış bir yapıdır.
Bu fiziksel örnek, ontolojik olarak da geçerlidir:
-Bilinç,
-Toplum,
-Düşünce,
-Ahlak…
Hepsi, hazır form almaz.
Kendi ilişkisel süreci içinde form üretir.
İlişkisel Ontolojiyle Uyumlu Açıklama
ilişkisel düşünce diyor ki:
“Varlık, ilişkisizlikte değil; farkın işlenişinde ortaya
çıkar.”
Bu durumda:
-Her şey gibi form da
ilişkidir.
-Form, bir sabitlik değil,
ilişkiler yoluyla doğan oluşmuş bir farktır.
Bu aynı zamanda sanatta, bilimde, etik ve bilinçte de
geçerlidir:
-Kuramlar da oluşur,
-Kavramlar da,
-Toplum biçimleri de.
Sonuç
:
“Form, dıştan yüklenen bir kalıp değil;
İçsel gerilimin işlenmesiyle oluşan bir ilişkisel oluştur.”
“Her form, oluşun hatırasıdır;
Ve her oluş, formunu kendinde taşır.”
4.4 – Düşünce Yargıdan Öncedir:
“Yargı, düşüncenin donmuş hâlidir.”
Bu cümleyle şunu söylüyorum:
-Yargı:
-Sonuçtur.
-Bitmiş bir hâli temsil
eder.
-Sabit, kapanmış bir
yapıdır.
-Düşünce ise:
-Süreçtir.
-Henüz tamamlanmamıştır.
-Açık, dinamik, gerilimli
bir oluş alanıdır.
Yargı = sabitleme
Düşünce = akışta olan
Bu fark, klasik mantığın işleyişini de kökten değiştirir:
-Klasik düşünce:
“Doğru-yalan”, “iyi-kötü”, “vardır-yoktur” gibi ikili karşıtlıklarla çalışır.
-Transdüktif düşünce:
Farkların işlenmesiyle, yargıdan önceki oluşu takip eder.
Yani:
Yargı düşüncenin sonucu değil, artık işleyemediği
noktadaki kalıntısıdır.
Ontolojik Açılım:
İlişkisel ontolojinde,
-Bir özneye ait sabit bir
“bilgi üretimi” değil,
-Varlığın kendini fark etme
sürecidir.
Bu durumda yargı:
-Düşüncenin değil,
-oluşun kesintiye uğramış
halidir.
Yargı, düşüncenin oluşa katılımını sona erdirir.
Ama düşünmek, oluşla birlikte kalmak demektir.
Felsefi Örnek: Spinoza ve Simondon
- Spinoza:
-“İdea”ları sistematik bir
yapıda kurar.
-Düşünce = Tanrısal aklın
geometrik düzenidir.
-Burada her şey zorunlu bir
düzende sabittir.
Sorun: Bu sistemde düşünce, önceden belirlenmiş bir formu
tekrar eder.
-Düşünce = düzenli yargılar bütünüdür.
-Bu da transdüktif değildir.
Simondon:
-Bu sabitlik yerine oluşu
koyar.
-Düşünce, ilişkisel
farkların oluşlarıya ortaya çıkar.
-Her kavram, her fikir,
transdüksiyonla gelişir.
Spinoza'nın fikirleri sistemdir;
Simondon'un fikirleri sistemleşen süreçtir.
İlişkisel
Ontolojide
Düşünmek:
-Sabitlik değil, oluş.
-Yargı değil, fark.
-Bitmişlik değil, gerilim.
Bu yüzden:
-Yargılar düşünceyi kapatır.
-Farklar düşünceyi açar.
“Düşünce, yargının öncesidir.
Çünkü düşünce, sabitliğe değil, ilişkiselliğe dayanır.”
4.5 – Oluş Temellidir:
“Düşünce, sabit kimlikler veya özcül
yapılarla değil; farkın işlenmesiyle, ilişki içinde oluşarak kurulur.”
Bu cümlede üç temel vurgu var:
1. Sabit kimliklerle düşünülmez:
-Düşünen bir “kimlik” olarak
sabitlenirse, düşünce de sabitlenir.
-Oysa düşünce, kimliği aşan
bir oluş sürecidir.
Kimlik → kapalı sistem
Düşünce → açık oluş
2. Özcül yapılarla düşünce kurulmaz:
-“Zihin budur”, “insan
doğası şöyledir”, “gerçeklik şudur” gibi öncüller...
-Bunlar düşünceye baştan bir
zorunluluk ve sınır koyar.
-Ama ilişkisel yaklaşımında:
Hiçbir öz sabit değildir. Her şey ilişkide oluşur.
3. Düşünce, farkın işlenmesiyle oluşur:
-Yani düşünce, hazır
değildir.
-Fark alanında adım adım
kendini kurarak oluşur.
-Bu süreçte her düşünce:
Kendine özgü, yerel, tekil bir yapı doğurur.
Buna Simondoncu anlamda bireyleşme denir, ben ise oluş
diyorum:
Ne evrensel yasa,
Ne de kaotik rastlantı…
İçsel gerilimin adım adım yapıya dönüşmesidir.
Felsefi ve Bilimsel Örnek: Einstein’ın
Uzay-Zaman Oluşu
Einstein ne yaptı?
-Newton fiziği, yerçekimi
ile uzayı ayrı ele alıyordu.
-Ama ışığın sabitliği, bu
ayrıma uymuyordu.
-Bu bir gerilimdi.
Einstein:
-Bu gerilimi bastırmadı.
-Sürecin içine katıldı.
-Newton fiziğindeki
çelişkileri işledi.
Ve bu süreçten:
Yeni bir yapı oluştu:
Uzay-zaman kavramı.
Bu neydi?
-Ne Newton’un uzayı,
-Ne de klasik mekaniğin
zamanı.
-Farkın içinden doğan yeni
bir yapıydı.
Bu, oluşsal bir kavramdır.
Bu, transdüktif bir düşüncedir.
İlişkisel Ontolojiyle
Uyumlu Açıklama
İlişkisel ontoloji açısından Oluşma:
-Sadece varlıkların değil,
-Düşüncelerin de varoluş
biçimidir.
Her düşünce:
-İlişki kurarak, fark
işleyerek,
-Kendi formunu oluşturur.
Yani:
-Düşünce = kopyalama değil,
-Canlı bir üretimdir.
Düşünce doğmaz, doğurulur.
Ama bu doğum hazır reçetelerle değil,
ilişkisel gerilimlerin transdüktif işlenişiyle gerçekleşir.
Sonuç:
“Düşünce sabitlikten değil, farktan doğar.”
“Her düşünce biriciktir; çünkü her fark biriciktir.”
“Düşünmek, bir kavramı uygulamak değil; bir kavramı oluşturmaktır.”
5. Felsefi Görevi:
“Artık düşünce, verili yargıların tekrarı
değil...”
Burada önce bir kopuş ilan ediliyor.
Klasik felsefe, genellikle:
-Verili kavramları işler.
-Hazır yargılarla düşünmeyi
sürdürür.
-Otoriteler, sistemler,
dogmalar üzerinden akar.
Ama bu yeni düşünce biçiminde:
Yargı = düşüncenin sonudur.
Tekrar = düşünmenin ölmesidir.
İlişkisel transdüktif düşünce:
Yargıya değil farka,
Sisteme değil oluşa,
Veriliye değil oluşmaya
dayanır.
Artık düşünce, bir sistemin çarkını çevirmek değil,
oluşun içindeki farkları işlerken kendi kendini kurmaktır.
“...çelişkilerin içinden yürüyen...”
Düşünmek:
-Artık çelişkiden kaçmak
değil,
-Çelişkiyi “hata” gibi
görmek değil.
Tam tersine:
Çelişkinin içine girmektir.
Onunla birlikte yürümektir.
Farkı bastırmadan, farkın kendisiyle düşünmektir.
Bu yürüyüş:
-Doğrusal değildir.
-Aşamalarla, geri
dönüşlerle, kırılmalarla doludur.
Ama tam da bu yüzden canlıdır.
Transdüktif oluşun kendisidir.
“...kendini her adımda yeniden kuran bir
eylemdir.”
Düşünme, artık bir refleks, bir yetenek, bir zihinsel
faaliyet değildir.
Düşünmek = Kendini kurmak eylemidir.
Ve bu kurma:
-Bir defalık değildir,
-Her adımda yeniden olur.
Yani düşünme:
-Statik bir “zihin” işi
değil,
-Dinamik bir oluş sürecidir.
Her yeni fark, her yeni ilişki:
-Düşünceyi değiştirir,
-Ve bu değişim, düşüneni de
dönüştürür.
Düşünmek, sadece düşünce üretmek değil;
düşünürün kendisini de üretmektir.
“Bu yalnızca zihinsel değil, ontolojik bir
dönüşümdür.”
Bu cümle en sarsıcı noktadır.
Çünkü artık düşünmek:
-Sadece “kafada bir şey
yapmak” değildir.
-“Zihinsel bir analiz” hiç
değildir.
Düşünmek, bizzat varlığın kendisinde bir dönüşüm
yaratmaktır. Ontolojiyi değiştirir. Varlığın yapısını etkiler.
Bu, bizi şuraya götürür:
-Bilmek ≠ düşünmek
-Tasarlamak ≠ düşünmek
-Yargılamak ≠ düşünmek
Düşünmek = oluşa katılmaktır.
Düşünmek = farkla oluşmaktır.
Düşünmek = kendini kurmaktır.
Düşünmek = varlığı dönüştürmektir.
Sonuç:
“Artık düşünce bir işlem değil, bir varoluş biçimidir.”
“Düşünmek, yaşamaya benzemez; çünkü düşünmek zaten yaşamaktır.”
“Her düşünce, yeni bir varlık biçimidir.”
“Düşünmek, kendini yeniden oluşturarak varlığın formuna katılmaktır.”
6.1 – İlişkisel Transdüktif Etik:
“Sabit ahlaki ilkeler yerine, durumun içinden
doğan ilişkisel farkları işleyen bir etik.”
Klasik ahlak kuramları genellikle:
-Evrensel ilkeler (Kantçı
kategorik imperatif gibi),
-Ya da sonuçsal kurallar
(utilitaryen fayda maksimizasyonu) önerir.
Bu yaklaşımlar:
-Ahlakı sabitlemek ister.
-Her durumda geçerli tekil
yargılar koyar.
Oysa ilişkisel transdüktif etik:
Ahlakın sabit bir kaynağı olmadığını söyler.
Ahlak, ilişkiden doğar.
Her ilişki farklıdır,
Her fark farklı bir etik gerilim üretir.
Bu etik:
Duruma göre kıvranmak değil,
Durumun farkını işlemekle oluşan bir yaşam tarzıdır.
Bu düşünce:
-Kararsızlık değil,
-Süreçsel sorumluluk üretir.
Ontolojik Temel:
İlişkisel etik sistem:
-Ne özcülükten beslenir
(insanın özü iyidir / kötüdür vs.),
-Ne evrenselcilikten
(herkese aynı yasa),
-Ne de nihilizmden (her şey
göreli).
Aksine:
“Ahlak, ilişkinin oluş biçimidir.”
“Her etik edim, bir farkın işlenmesidir.”
“İyi olan, ilişki kurandır. Kötü olan, ilişkiyi kesendir.”
Bu anlayışta:
-Etik = farkla kurulan
sorumluluk,
-Sorumluluk = ilişkide var
olmak,
-Vicdan = farkın içinden
konuşan oluşsal bilinçtir.
Örnek: Michael Tomasello’nun “İnsan Ahlakının
Doğal Tarihi” Kuramı
Tomasello, insan ahlakının kökenini şöyle açıklar:
Ahlak, oluşlar arası ortak amaçlarla birlikte hareket
etme ihtiyacından doğmuştur.
Başka bir deyişle:
-Ahlaki davranış, önce
koordinasyon gereksinimiyle başlar.
-Ardından ortak dikkat,
empati, niyet okuma gibi ilişkisel yetiler gelişir.
-Bu farklar işlendikçe,
toplumsal normlar oluşlaşır.
Yani:
-Ahlak = evrimsel olarak
sabit bir “öz” değil,
-İlişkisel ihtiyaçlardan
doğan bir oluş sürecidir.
Bu Neden Transdüktif Etiktir?
Çünkü:
-Ortada bir hazır ahlak
ilkesi yok.
-Her etik davranış,
ilişkisel bir farkla karşılaşma anında doğuyor.
-Bu karşılaşma →
gerilim yaratıyor → oluş
başlatıyor →
ahlaki yapı oluşuyor.
-Ne mantıksal bir
zorunluluk,
-Ne de toplumsal bir
alışkanlık…
Bu karşılaşma = transdüktif bir etik olaydır. oluşur. Dönüştürür.
İlişkisel Ontolojiyle Uyumlu Açıklama
-Ahlak, evrensel ilkeler
değil, sürekli oluşan ilişkilerdir.
-İyi, oluşu destekleyendir.
-Kötü, farkı bastırandır.
-Doğru, ilişkiyi açandır.
-Yanlış, ilişkiyi
dondurandır.
Bu yüzden:
“Etik, sabit değerler değil; farkla doğan sorumluluktur.”
“Her oluş, kendi etiğini üretir.”
Sonuç:
“Ahlak, yasanın buyruğu değil, ilişkinin sesidir.”
“Etik sabit değildir; çünkü fark sabit değildir.”
“Ahlak, ilişkiselliğin oluşlaşmış vicdanıdır.”
6.2 – Bilimsel Düşünme:
“Bilim, sabit yasaların uygulanması değil, gözlemle teori
arasındaki gerilimde yeni yapıların oluşmasıdır.”
Bu cümleyle şunu söylüyoruz:
Klasik bilim:
-Gözlemi “doğru bilgiye”
ulaşmak için yapar.
-Sonra bunu sabit bir
teoriye bağlar.
-Yasa → gözlem →
tekrar → doğrulama döngüsünde kilitlenir.
Ancak bu döngüde:
-Fark bastırılır.
-Yeni kavram üretilmez.
-Bilim yalnızca mevcut
yasaların uzantısı olur.
Oysa ilişkisel transdüktif düşünce şunu önerir:
“Bilim, gözlem ile teori arasında ortaya çıkan gerilimli
farkı işler.
Bu fark, sabit olanı aşarak yeni bir form doğurur.
Bu yeni form = bilimsel oluştur.”
Ontolojik Açılım:
İlişkisel ontoloji açısından:
-Bilimsel bilgi, bir
“yansıtma” değildir.
-Bilimsel bilgi, ilişki
içinde oluşan yapısal anlamdır.
Yani:
-Doğa, sabit yasalarla
çalışmaz.
-Doğa, sürekli oluşan,
ilişkisel bir fark alanıdır.
Bu fark alanı:
-Her gözlemde değişir.
-Her kuramda dönüşür.
-Bilim = bu farkla kurulan
ilişki içinde oluşur.
Bilimsel düşünme = transdüktif süreçtir.
Sabit bilgi üretmez, yeni yapılar üretir.
Felsefi ve Bilimsel Örnek: Darwin ve Evrim
Kuramı
Darwin ne yaptı?
-O döneme kadar: türler
sabitti.
-Her canlı, ayrı bir “öz”e
sahipti.
-Canlılık değişmez biçimler
dizisiydi.
Ama Darwin:
-Gözlemlerinde bu sabitliği
göremedi.
-Türler arası süreklilik,
varyasyon, fark gördü.
İşte burada:
-Gözlem ile teori arasında
bir gerilim doğdu.
-Darwin bu farkı işledi.
-Ve sabit tür anlayışını
aşarak:
“Evrimsel Teorisini Oluşturdu”
Bu tam anlamıyla bir transdüktif bilimsel sıçramadır.
İlişkisel Ontoloji ile Uyumlu Açıklama
İlişkisel ontoloji açısından bilim:
-Sabit bir evrenin
açıklaması değil,
-Farklarla ilişkilenerek oluşan
yapıların üretimidir.
O hâlde bilim:
-Doğruluk = sabitlik değil,
-Süreç içindeki yapısal
tutarlılıktır.
-Bilimsel kuram = bitmiş
sistem değil,
-Farkla kendini sürekli aşan
canlı bir formdur.
Sonuç:
“Bilmek, sabit yasayı keşfetmek değil, farkı oluşturarak
yapı üretmektir.”
“Bilim, doğayı açıklamak için değil; doğanın farklarını işlemek için vardır.”
“Bilim adamı, yasa uygulayıcısı değil; fark işçisidir.”
“Darwin, Newton’u tekrar etmedi; canlılığı farkla düşündü. İşte bu, transdüktif
bilimdir.”
6.3 – Toplumsal Dönüşüm: Açıklamalı Anlatım
“Devrim, dıştan gelen bir planla değil, içsel
çelişkilerin oluşmasıyla mümkündür.”
Bu cümle, klasik “devrim” anlayışını temelden sarsar.
Geleneksel devrim modelleri:
-Dışarıdan gelen bir
ideolojiye, plana veya “üst akla” dayanır.
-Değişim, bir merkezden
dayatılır.
-Amaç, eski sistemin yerine
yeni ve hazır bir yapı koymaktır.
Oysa ilişkisel transdüktif anlayışta:
Gerçek dönüşüm, dışarıdan gelmez.
İçerideki gerilimli farkların işlenmesiyle ortaya çıkar.
Yani devrim, bir oluş sürecidir.
Ve bu oluş:
-Sabit bir sonuç değil,
-adım adım oluşan toplumsal
yapıdır.
Ontolojik Açılım:
İlişkisel ontoloji yaklaşımına göre:
-Toplum = sabit bir yapı değil,
-İlişkilerden oluşan,
farklarla gerilen bir Oluş alanıdır.
O hâlde:
-Toplumsal değişim, bir
“program” değil,
-içsel farkların
işlenmesiyle ortaya çıkan yeni Oluştur.
Devrim:
-Bir “kırılma” değil,
-bir yoğunlaşmadır.
Toplum birey gibi oluşur:
Gerilim olur, farklar oluşur, yeni form doğar.
Felsefi ve Sosyolojik Örnek: Marx ve Tarihsel
Materyalizm
Marx’ta devrim:
-Planla yapılmaz.
-Sınıflar arasındaki çelişki
belirli bir eşiğe ulaştığında,
-O çelişki kendini örgütler,
-Ve yeni bir toplumsal form oluşur.
Yani:
Sınıf çatışmaları = toplumsal farkların işlenmesi
Kapitalist sistem = gerilimli bir yapı
Devrim = bu gerilimin transdüktif dönüşümüdür
Marx’ın analizinde:
-Değişim içseldir.
-Varlık maddidir.
-Ve dönüşüm, ilişkinin
kendisinden doğar.
Bu, ilişkisel transdüktif düşünceyle birebir örtüşür.
İlişkisel
Ontoloji ile Uyumlu Açıklama
Biz diyoruz ki:
“Hiçbir yapı, ilişkisiz değildir.
Ve her ilişki, fark üretir.
Bu fark, işlenirse Oluşlaşır.”
O hâlde toplum:
-Sabit kurumlar değil,
-ilişkisel fark alanlarının Oluşlaşmış
uzantılarıdır.
Toplum = transdüktif bir varlıktır.
Devrim = o varlığın içindeki gerilimin yoğunlaşmasıdır.
Bu yüzden:
-Toplumu dönüştürmek için
dışarıdan yasa değil,
-içeriden fark işlemek
gerekir.
Sonuç:
“Toplumu değiştirmek, plan yapmak değildir;
Farkı fark etmek ve onunla yürümektir.”
“Devrim, bastırılan ilişkinin geri dönüşüdür.”
“Toplum, birey gibi Oluşlaşır; devrim de onun doğumudur.”
“Dıştan gelen sistemler yıkar; ama içten işlenen farklar, inşa eder.”
6.4 – Sanat:
“Sanat, biçimlerin tekrarından değil, hissin
ve anlamın oluşlaşmasından doğar.”
Bu cümlede klasik sanat anlayışıyla büyük bir kopuş var.
Geleneksel sanat nedir?
-Güzelliği taklit eder.
-Formları tekrar eder.
-Sanatı temsil olarak görür (örneğin:
bir doğa manzarasının doğru yansıtılması).
Yani sanat = var olanın biçimsel tekrarı.
Oysa biz diyor ki:
Sanat, taklit değil oluştur.
Form değil ilişki,
Temsil değil fark.
Sanat:
-Biçimi tekrar etmez,
-Anlamın farkını Oluşlaştırır.
-Hissin yapı kazandığı
noktada sanatsal form doğar.
“Transdüktif sanat, sabit temsiller yerine,
izleyiciyle ilişki içinde sürekli dönüşen yapılardır.”
Transdüktif sanat:
-Sabit bir “eser” değildir.
-İzleyiciyle ilişkide anlam
kazanan bir oluş alanıdır.
Bu şu demektir:
-Sanat = tamamlanmış nesne
değil,
-Farkla ve ilişkiyle Oluşlaşan
açık yapıdır.
Her izleyici = farklı bir fark
Her bağlam = farklı bir gerilim
Ve bu farkların işlenmesiyle:
Sanat eseri tek bir anlam kazanmaz. Sürekli Oluşur.
Yani:
Sanat eseri, tıpkı bir canlı gibi
transdüktif olarak değişir.
Örnek: Johann Sebastian Bach’ın Kontrapuntal
Yapısı
Bach, barok dönemin biçimsel kalıplarını kullandı ama
onları yinelemedi, ilişki içinde dönüştürdü.
Kontrapuntal müzik nedir?
-Farklı melodik çizgiler
aynı anda çalınır.
-Bu çizgiler birbirinden
bağımsız gibi görünse de,
-Aralarındaki ilişki yapının
anlamını üretir.
Bach’ta:
-Melodi tek başına değil,
-Diğer melodilerle kurduğu
farkla oluşlaşır.
Her ses:
-Başlı başına bir form
taşımaz.
-Diğer seslerle birlikte
anlam kazanır, dönüşür.
Yani:
Müzik = hazır notaların temsili değil,
farklı seslerin ilişkisinde oluşan bir oluşlaşmadır.
Bu yapı:
-Ne sadece teknik bir düzen,
-Ne de tek bir yorumla
tüketilebilir.
-Her yorumda yeni farklar
açığa çıkar.
Yani Bach’ın müziği: transdüktif bir sanattır.
İlişkisen
Ontoloji ile Uyumlu Açıklama
Biz diyoruz ki:
“Form dıştan verilmez, ilişkide oluşur.”
O hâlde sanat:
-Sabit formlar değil,
-ilişkisel farkların oluşmasıyla
doğan yapıdır.
Sanat:
-Estetik değil,
-Ontolojik bir olaydır.
Sanat, varlığın duyusal farkla düşünülmesidir.
Sanatçı:
-Taklitçi değil,
-Fark Oluşlaştırıcıdır.
Sonuç:
“Sanat, göz yada kulak için değil; oluş için vardır.”
“Güzellik, biçimin uyumu değil; ilişkinin kıpırtısıdır.”
“Sanat eseri tamamlanmaz; çünkü anlam ilişkiyle sürekli oluşur.”
“Sanat, varlığın transdüktif çiçeklenmesidir.”
6.5 – Bilinç: Açıklamalı Anlatım
“Bilinç sabit bir merkez değil, ilişkilerin
yoğunlaştığı ve oluşlaştığı bir fark alanıdır.”
Bu cümle, bilinci artık:
-Ne bir “özneye ait içsel
mekan”,
-Ne de “zihnin merkezi”
olarak ele alır.
Aksine:
Bilinç, bir yer değil,
ilişkilerin kesiştiği, yoğunlaştığı bir oluş alanıdır.
Bu yaklaşım:
-Descartes’in cogito’sunu,
-Kant’ın transendental
ego’sunu,
-Husserl’in noesis-noema
yapısını geride bırakır.
Çünkü onlar bilinci:
-Sabit bir özneye ait içsel
alan olarak tanımlar.
-Oysa benim anlayışında
bilinç:
-İlişkiyle doğar.
-Farkla işler.
-Oluşarak kendini kurar.
Bilinç = sabit öz değil,
ilişkisel bir transdüktif oluşlaşma sürecidir.
“Transdüktif bilinç anlayışı, özneyi değil
süreci temel alır.”
Bu çok önemli!
Transdüktif bilinç:
-“Ben” diye sabit bir özne
kabul etmez.
-“Bilinç” diye sabit bir
merkez aramaz.
Onun yerine:
-Bilinci bir oluş süreci
olarak görür.
-Bu süreçte:
-Gerilim olur,
-Fark ortaya çıkar,
-İlişkiler kuruldukça yeni
anlamlar oluşlaşır.
Yani:
-Düşünen = oluşan bir
farktır.
-Fark = fark edilen
ilişkisellikten doğar.
-Ve bu da = bilincin oluşlaşmasıdır.
Örnek: Simondon’un Psikik Bireyleşme Kuramı
Simondon’a göre:
-Bilinç bir şeyin “içinde”
değildir.
-Bilinç = birey ile çevresi
arasındaki gerilimli ilişkinin ifadesidir.
Bu kuramda:
-Bilinç sabit değil,
-Sürekli bireyleşen bir fark
alanıdır.
Yani:
-Bilinç, ne doğuştan
verilir,
-Ne de hazır bir “özne”ye
aittir.
Bilinç = transdüksiyondur.
Her farkta yeniden kurulur.
Simondon’a göre:
Bilincin amacı sabit bir özne oluşturmak değil,
ilişkisel bütünlüğü yeniden ve yeniden dengelemektir.
Bu, ilişkisel ontolojiyle tam olarak örtüşür.
İlişkisel Ontoloji ile Uyumlu Açıklama
Bizim için:
-Bilinç, “kendini bilen öz”
değildir.
-Bilinç, ilişkiye giren
varlığın fark üretme alanıdır.
Bu durumda:
-Bilinç = sürekli oluşan,
değişen, oluşlaşan fark alanıdır.
-Ve bu fark, sabit değil
canlıdır.
Düşünce, his, duyum, bellek...
Hepsi bilincin farklı transdüktif oluşlaşma biçimleridir.
“Ben”, hiçbir zaman tamamlanmaz.
“Ben”, her ilişkide yeniden Oluşur.
Sonuç:
“Bilinç, zihnin tahtı değil; ilişkinin kıvılcımıdır.”
“Ben dediğin, ilişkilerin yoğunlaştığı bir oluş çemberidir.”
“Bilinç, farkla titreşen bir varlık halkasıdır.
Ne merkezdir, ne özne: sadece oluş.”
6.6 – Doğa: Açıklamalı Anlatım
“Doğa bir sistem değil, sürekli Oluşan bir
süreçtir.”
Klasik doğa anlayışı (özellikle Newtoncu):
-Doğayı kapalı bir sistem
olarak görür.
-Yasalar sabittir.
-Varlıklar tanımlanmıştır.
-Değişim = bu sabitlerin
içinde işler.
Ama biz şunu söylüyoruz:
Doğa, statik bir sistem değil;
dinamik, ilişkisel ve transdüktif bir oluş alanıdır.
Bu ne demek?
-Doğada sabitlik yoktur,
-Her şey farkla oluşur,
-Her varlık, başka
varlıklarla kurduğu ilişkiyle oluşur.
“Transdüktif düşünme, doğadaki her bir
varlığı sabit varlıklar olarak değil, ilişki içinde oluşan farklar olarak
okur.”
Bu cümle çok güçlü bir ontolojik yönelim içerir.
Şunu söylüyorum:
-Doğadaki hiçbir şey başlı
başına “kendinde” değildir.
-Her varlık, ancak
ilişkileri içinde anlam kazanır.
-Bu ilişkiler ise durağan
değil; farklar, gerilimler, dönüşümler içerir.
Yani doğa:
-Özdeşlik değil, fark
üretir.
-Tekrar değil, Oluş üretir.
Transdüktif düşünce, doğayı açıklamaz doğayla birlikte
düşünür, çünkü doğaldır.
Örnek: Evrimsel Biyoloji
Darwin’in kuramı:
-“Sabit türler” anlayışını
yıktı.
-Türlerin çevreyle etkileşim
içinde değiştiğini gösterdi.
Modern evrimsel biyoloji şunu der:
Genetik yapı, sabit bir kader değil,
çevreyle etkileşim içinde oluşlaşan bir potansiyeldir.
Epigenetik örneklerini düşünün:
-Aynı genetik yapı, farklı
çevresel koşullarda farklı oluşlar üretir.
-Yani gen bile ilişki
içindedir.
-Gen = potansiyel,
-Oluşlaşma = ilişkisel
farkın işlenmesi.
Bu tam anlamıyla transdüktif doğa anlayışıdır!
İlişkisel Ontoloji ile Uyumlu Açıklama
Bizim için doğa:
-Tanrı’nın tasarımı değil,
-İdeanın yansıması değil,
-İlişkinin, farkın ve oluşun
kendisidir.
Doğada:
-Öz yok, ilişki var.
-Sabitlik yok, gerilim var.
-Zorunluluk yok, Oluşlar
var.
Dağlar da, ağaçlar da, hücreler de
ilişkisel transdüksiyonla var olur.
Bu nedenle:
-Doğa matematiksel
soyutlamadan fazla,
-Canlı bir varoluş formudur.
Sonuç:
“Doğa sistem değil, oluşun sonsuz nefesidir.”
“Her varlık, kendi başına değil, ilişkide açılır.”
“Doğayı bilmek, onu ölçmek değil; onunla oluşlaşmaktır.”
“Bir taş, bir ağaç, bir sinek…
Hepsi farkın dile geldiği birer ilişkisel şarkıdır.”
7. İlişkisel Sonsuzluk Kuramı ile Bütünlük:
Açıklamalı Anlatım
“İlişkisel transdüktif düşünce, 'ilişkisel
sonsuzluk kuramı'nın düşünsel zeminidir.”
Bu cümle, çok güçlü bir bağ kuruyor:
“İlişkisel transdüktif düşünce = yöntem, yol
İlişkisel sonsuzluk kuramı = içerik, varlığın sürekli oluşan dengesi”
“Denge, farkın sustuğu değil; farkın konuşabildiği
an’dır.”
“Denge, oluşun uyumudur — sabitliğin değil.”
“Fark, potansiyelini işlediğinde oluşlaşır;
oluş geçici olarak dengelenir;
sonra yeni bir fark doğar — çünkü oluş ve evren sonsuzdur.”
Yani:
-Transdüktif düşünme biçimi
olmadan,
-İlişkisel sonsuzluk
kavramsallaştırılamaz.
Çünkü:
Sonsuzluk bir “şey” değil,
Düşünmenin kendini aşan ama hiçbir zaman tamamlanmayan hareketidir.
Ve bu, ancak transdüktif düşünmeyle izlenebilir.
“Sonsuzluk, sabit bir büyüklük değil,
bitmeyen bir oluş sürecidir.”
Klasik matematik ve felsefede “sonsuzluk”:
-Ya tamamlanamaz bir
“büyüklük”,
-Ya da aklın sınırıdır.
Ama ilişkisel ontoloji diyor ki:
Sonsuzluk = tamamlanamayan değil,
sürekli oluşlaşan farkların döngüsüdür.
Sonsuzluk bir “sonsuz sayı” değil:
Her farktan doğan, kendini aşan yeni bir farktır.
Her ilişki → yeni bir yapı üretir.
Bu yapılar →
tekrar yeni farklar doğurur.
“Sonsuzluk, yokluğun uzak sınırı değil;
farkın her an yeniden doğduğu kıvılcımdır.”
“Her oluş, bir öncekini aşan farkla başlar.
Ve her fark, sonsuzluğun kendini hatırladığı andır.”
“Sonsuzluk tamamlanmayan değil, tamamlanmayı reddeden canlı oluş halidir.”
Oluş hiçbir zaman tamamlanmaz çünkü:
-Varlık/İlişki sabit
değildir,
-Sürekli oluş halindedir.
“Her fark, yeni bir ilişki üretir; her
ilişki, yeni bir yapı doğurur.”
Bu cümle, benim tüm kuramının ritmini verir.
Fark → ilişki → oluş
→
yeni fark...
Ve bu döngü:
-Ne kendini tekrar eder,
-Ne de aynı noktaya döner.
Her adımda yeni bir varlık, yeni bir düşünce, yeni bir
form ortaya çıkar.
Bu, sonsuzluğun geometrik değil,
ontolojik ve ilişkisel bir doğası olduğunu gösterir.
Yani:
Sonsuzluk = “büyüklük” değil,
oluşun dinamiğidir.
“Bu döngü, transdüktif olarak işler.”
Neden transdüktif?
Çünkü:
-Her oluş, bir fark alanında
başlar.
-Bu fark bir ilişkiyi
tetikler.
-İlişki, yeni bir yapı
üretir.
-Bu yapı, sabit değildir →
yeni fark üretir.
Bu tam anlamıyla:
Bir transdüktif oluş sarmalıdır.
Bu sarmal:
-Kapalı değildir → çünkü sonsuzdur.
-Sabit değildir → çünkü fark içerir.
-Tekrarlayıcı değildir → çünkü oluşlaştırıcıdır.
Transdüksiyon, bu döngüyü canlı tutan ilkedir.
“Bu bağlamda, transdüktif düşünce, ilişkisel
sonsuzluğu hem kuramsal hem varoluşsal düzlemde anlamanın yoludur.”
Bu cümleyle birlikte:
-Transdüktif düşünce =
sadece kuramsal değil,
-Aynı zamanda yaşamsal,
ontolojik, varoluşsal bir fark yaratma biçimidir.
İlişkisel sonsuzluk kuramı:
-Varlığı sabitlenmiş bir
sistem olarak değil,
-her an kendini aşan bir
oluş süreci olarak görür.
Ve bu süreç:
-Ancak ilişkiyle,
-Ancak transdüksiyonla,
-Ancak farkla anlaşılabilir.
Sonuç:
“Sonsuzluk bir nokta değil, bir akıştır.”
“Her fark, bir sonsuzluk kıvılcımıdır.”
“İlişki kesilmez, çünkü fark tükenmez.”
“Transdüktif düşünce, sonsuzluğu düşünmenin değil,
sonsuzlukla düşünmenin yoludur.”
8. Çağrı:
“Bu yazı,
sabitliği değil farkı...”
Sabitlik:
-Donmuş olan,
-Değişmeyen,
-Düşünceyi durduran şeydir.
Benim çağrım:
Düşünceyi harekete,
Kimliği açıklığa,
Anlamı ilişkiye çağırıyor.
“Fark” burada yalnızca farklılık değil,oluşun kendisidir.
“...mutlaklığı değil ilişkiselliği...”
Mutlaklık:
-Her şeyi kapsadığını sanır,
-Ama farkı dışlar.
İlişkisellik:
-Her şeyin anlamını
başkasıyla olan ilişkisinden doğurur.
Bu çağrı:
Kapalı sistemlere, Aşkıncılara, Özcülere, Düzencilere ve
Ontoloji ile Epistemoloji atayanlara değil,
Açık karşılaşmalara, dengeye bir çağrıdır.
“...bilgi değil oluşu...”
Bilgi:
-Donmuş ve tanımlanmış olana
dönüktür.
-Ama oluş, sürekli
yenilenen, kendini kuran farktır.
Diyorum ki:
Bilgi bir duraktır.
Ama oluş bir akıştır.
Bilmek yetmez. Oluşmak oluşlaşmak gerekir.
“...yargı değil oluşu/oluşumu merkeze alan
herkese bir çağrıdır.”
Yargı:
-Tanımlar, sınırlar,
kapatır.
Oluşlar:
-Açılır, oluşur, ilişkiyle
şekillenir.
Bu yazı aynı zamanda bir çağrıdır:
-Sabit görüşlere değil,
-canlı düşüncelere
-Ezbere değil,
-gerilime ve sorumluluğa
yönelik bir çağrıdır.
Ve
Son Dize:
“Düşün, ama sabitleme.
Hisset, ama dondurma.
Yarat, ama dayatma.
Düşünen düşünsün diye düşün.”
Bu dört dize:
-Farkla düşünmeye,
-Açık ilişki kurmaya,
-Özgürce üretmeye,
-Ve düşüncenin kendini
çoğaltmasına yönelik bir etik bildiridir.
Bu söz:
Bir düşünce eylemi,
Bir yaşam yönelimi,
Ve bir felsefi ahlaktır.
Sonuç:
“Bu bir düşünce çağrısı değil; bu bir oluş çağrısıdır.”
“Düşünenin düşünmesine yardım etmeyen her düşünce, sabittir.”
“Ve her sabitlik, sonsuzluğun önünde çatlar.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder