Değişmez
Öz Düşüncesinin Kökenleri ve İlişkisel Ontolojiye Geçiş
İnsan
düşüncesinde “öz” kavramı tarihsel olarak genellikle değişmez ve kalıcı bir
gerçeklik olarak kabul edilmiştir. Yüzyıllar boyunca filozoflar, kesin ve
evrensel bilgiyi mümkün kılmak için, her şeyin değişmeyen bir özünün olması
gerektiğini savundular. Bu yaklaşım, yalnızca felsefi ve epistemolojik
kaygılardan değil, aynı zamanda psikolojik ve varoluşsal ihtiyaçlardan da
beslenmiştir. Ancak modern bilimsel gelişmeler ve alternatif ontolojik
modeller, bu değişmez öz anlayışına meydan okumakta ve yerine ilişkisel bir
varlık anlayışı önermektedir. Bu makalede öncelikle özün değişmez olduğu
fikrinin kökenlerini ve arkasındaki motivasyonları (felsefi, epistemolojik,
psikolojik) inceleyecek, ardından öz yerine ilişkiler temelinde kurulan
ontoloji modelinin getirdiği yenilikleri ve bunun felsefi-bilimsel sonuçlarını
tartışacağız.
Felsefi
Temeller: Değişmez Özün Klasik Görünümleri
Platon’un
İdealar Dünyası: Batı
düşüncesinde değişmez öz fikrinin en eski ve etkili kaynaklarından biri
Platon’dur. Platon, gerçek bilginin ancak değişmeyen ve ebedi olan şeylere
yönelik olabileceğini öne sürmüştür. Ona göre duyularımızla algıladığımız
fiziksel dünya sürekli değişim halindedir ve bu nedenle tam anlamıyla
“bilginin” konusu olamaz; ancak fiziksel nesnelerin ötesinde var olan İdealar
veya Formlar alemi gerçek bilgiye konu olabilir. Bu İdealar, tüm tekil
nesnelerin paylaştığı mükemmel özlerdir ve kendileri fiziksel olmadıkları için
zaman ve mekân içinde değişime uğramazlar. Örneğin birçok güzel nesne vardır
fakat “Güzellik” Formu tektir ve değişmez, bütün güzel nesneler bu değişmez
özün yalnızca birer kopyası ya da yansımasıdır. Platon’un bu görüşü, değişen
görünen dünyanın ötesinde kalıcı ve mutlak bir gerçeklik katmanı olduğu fikrini
felsefeye yerleştirmiştir.
Aristoteles’in
Öz ve Cevher Anlayışı: Platon’un öğrencisi Aristoteles de öz kavramına büyük önem vermiş ancak
onu daha dünyevi bir çerçevede ele almıştır. Aristoteles’e göre her varlık, onu
o yapan bir cevhere (substance) ve öze sahiptir. Bir şeyi tanımlayan, “o şeyi o
şey” yapan temel nitelikler onun özünü oluşturur. Bu öz, nesnenin tanımında
vazgeçilmez olan ve değişirse nesnenin kimliğini kaybetmesine yol açacak
niteliktir. Örneğin “insan”ın özü Aristoteles için “rasyonel hayvan” olmaktır;
bir insan akıl yürütme yetisini (rasyonalitesini) yitirirse artık aynı varlık
(insan) olarak kabul edilemez. Bu anlamda öz, nesne var oldukça sabit kalan bir
çekirdek gibidir. Nitekim Aristoteles, türlerin belli özleri olduğunu ve bu
özlerin değişmediğini varsaymıştır. Antik ve ortaçağ düşüncesinde yaygın olan
bu görüşe göre, her tür (örneğin at, köpek, insan) zamandan bağımsız bir öz
taşır ve bu öz o türün bütün üyelerinde ortaktır. Hatta Aristoteles evrendeki
tüm varlıkların başında ezeli ve ebedi bir İlk Cevher (hareketsiz ilk hareket
ettirici, Tanrı) olması gerektiğini savunur; çünkü tüm cevherler fanî olsaydı
(değişip yok olsaydı) hiçbir şey kalıcı olmazdı. Bu yaklaşım özün en yüksek
düzeyde değişmezlik ilkesine bağlandığını gösterir. Ortaçağ Skolastik
geleneğinde de Thomas Aquinas gibi düşünürler, Aristoteles’in etkisiyle, “Her
öz, kendi parçalarına ayrılıp değişime uğrarsa artık aynı öz olmaz”
demişlerdir. Yani öz kavramsal olarak kendisiyle özdeş kalmak zorundadır, aksi
halde o özden artık bahsedilemez. Sonuçta Aristotelesçi bakış, dünyadaki
çeşitliliğe rağmen her şeyin tanımlanabilir bir içsel doğası olduğu ve bunun
korunduğu fikrini kökleştirmiştir.
Descartes
ve Kesinlik Arayışı: Felsefe
tarihinde özün değişmezliğine vurgu yapan bir diğer önemli isim René
Descartes’tır. 17. yüzyılda yaşayan Descartes, bilgiye sağlam bir temel bulmak
için metodik şüphe yöntemini kullandı ve sonunda şüphe edilemez tek gerçeğin
kendi düşünen benliği olduğunu saptadı. “Düşünüyorum, öyleyse varım”
ifadesiyle özdeşleştirdiği bu benlik, Descartes için akıl veya ruhtu ve onun
özünü düşünme eylemi oluşturuyordu. Descartes, zihni ve maddeyi iki ayrı töz
olarak kabul etti ve her birine değişmez bir öz atadı: Zihnin (ruhun) özü
düşünmek, maddenin (bedenin) özü ise uzamlı (yer kaplayan) olmaktır. Bu, ikici
(dualistik) felsefesinde merkezi bir noktadır. Ona göre bir şeyin özü, o şeyden
her şeyi soyutladığımızda geriye kalan temel özelliktir – örneğin bedeni bir
cisim yapan temel özellik uzayda yer kaplamasıdır; rengini, şeklini,
sıcaklığını değiştirsek de uzam niteliği olmadan madde düşünülemez. Aynı
şekilde zihin için düşünme yetisi olmazsa zihin diye bir şey kalmaz. Descartes ayrıca
matematiksel hakikatlerin ve Tanrı’nın da özlerinin değişmez olduğunu vurgular.
Meditasyonlarında, matematiksel idelerin insan zihninde “kendi başlarına
gerçek ve değişmez doğalar” olarak bulunduğunu, bunların keşfedildiğini ama
insan zihni tarafından icat edilmediğini söyler. Örneğin üçgenin iç açıları
toplamının 180 derece olması, bizim uydurduğumuz bir şey değil, üçgen
kavramının değişmez bir özelliğidir ve bu her zaman, her yerde geçerlidir.
Descartes için bu tür özler Tanrı’nın düzeninin bir parçasıdır ve bu sayede
bilgi kesinlik kazanır. Bu yaklaşım, özlerin değişmezliğini sadece ontolojik
değil aynı zamanda epistemolojik kesinliğin şartı olarak görür – tıpkı Platon
gibi, Descartes da kalıcı hakikatler olmadan sağlam bilgi olamayacağını
düşünmüştür.
Epistemolojik
Kaygılar: Kesin Bilgi Arayışında Değişmez Özün Rolü
Felsefe
tarihinde kesin ve evrensel bilgiye ulaşma isteği, çoğu zaman değişmez özlerin
varsayımına dayanmıştır. Çünkü eğer bilgiye konu olan şeyler değişken ve göreli
ise, bugün doğru olan yarın yanlış olabilir ve bu durumda sağlam bir bilgiden
söz etmek güçleşir. Bu nedenle, Platon’dan başlayarak birçok düşünür, “bilginin
konusu olan şey kendinde sabit olmalıdır” düşüncesini benimsemiştir.
Platon’un Devlet diyaloğunda Sokrates, sürekli değişen nesneler hakkında
ancak sanı sahibi olabileceğimizi, hakiki bilginin (episteme) ancak kendi
içinde tutarlı ve kalıcı olan İdealar hakkında olabileceğini öne sürer.
Örneğin belirli bir üçgen çizimi zamanla solabilir veya ölçüleri değişebilir,
fakat “üçgen” kavramının özelliği olan iç açılar toplamının 180 derece olması
her zaman doğrudur ve geometrik bilgi bu değişmez özelliğe dayanır. Bu bakış
açısı, matematik ve mantık gibi alanlardaki kesinliği model alarak, felsefi
bilgiyi de benzer şekilde sabit ilkeler üzerine kurmaya çalışır. Aristoteles de
bilgiyi tanımlar ve sınıflandırırken, tanımların konusunun türlerin özsel
özellikleri olduğunu vurgular. Bir şeyi tanımlamak demek, onun özünü dile
getirmek demektir; tanım doğruysa o öz herkes ve her zaman için geçerli
olmalıdır. Bu yüzden Aristotelesçi mantık geleneğinde tür tanımları (insan =
rasyonel hayvan gibi) değişmez hakikatler olarak görülmüştür. Ortaçağ boyunca
süren tümeller tartışması da epistemolojik bir kaygıyla bağlantılıdır:
Gerçekten genel kavramlar (tümeller) var mıdır, yoksa yalnızca tek tek bireyler
mi vardır? Realist konumda olanlar (örneğin Aquinas), Platoncu çizgide
düşünerek, genel kavramların (türlerin özlerinin) zihinden bağımsız bir
gerçekliği olduğunu ve bu sayede genel geçer bilginin mümkün olduğunu
savundular. Nominalistler ise genel kavramların yalnızca isimler olduğunu, gerçekte
yalnız tek tek bireylerin bulunduğunu ileri sürdüler. Ancak nominalizm kesin ve
zorunlu bilgi imkanını zayıflatıyordu, çünkü eğer ortak bir öz yoksa her örnek
biraz farklı ve bilgi genelleştirilemez olabilirdi. Tarih boyunca bu
tartışmalar, kesin bilginin güvencesi olarak değişmez özler fikrini canlı
tuttu. Descartes gibi Yeni Çağ filozofları da Platon ve Aristoteles’in mirasını
kendi yöntemleriyle sürdürdüler. Descartes, matematiksel bilgiye hayranlık
duyuyordu; çünkü matematik ona göre apaçık ve kesin idi. Bunu mümkün kılan ise
matematik kavramlarının zihnimizde doğuştan bulunması ve değişmez ilkelere
dayanmasıydı. Nitekim Descartes, matematiksel gerçeklikleri “Tanrı’nın ezeli
doğruları” olarak görür ve üçgen, daire gibi kavramların “değişmez doğaları”
olduğunu belirtir. İnsan aklı bu doğaları keşfeder; yani bilgi bu değişmez
özlerin zihinde kavranmasıyla olur. Benzer şekilde 17.-18. yüzyıl bilim
adamları da doğa yasalarının evrensel ve sabit olduğuna inanarak çalıştılar.
Örneğin Newton, hareket ve evrensel çekim yasalarını formüle ederken bu
yasaların her zaman ve her yerde geçerli özsel ilkeler olduğunu varsaymıştır.
Bu sayede bilimsel bilgi, tıpkı felsefede arzu edildiği gibi, değişmez yasalara
dayanan kesin bir nitelik kazanmıştır. Özetle, epistemolojik kesinlik arayışı,
geleneksel olarak değişmezlik ile el ele gitmiştir: Platon’un ideaları,
Aristoteles’in özleri, Descartes’ın açık-seçik ilkeleri hep bilgiye sağlam bir
temel sağlama gayretinin ürünleridir. Değişmez özlerin varlığı kabul edilmeden
evrensel ve zorunlu doğrulara ulaşılamayacağı düşünülmüştür.
Psikolojik
ve Varoluşsal İhtiyaçlar: Neden Değişmez Bir Öz Ararız?
Değişmez öz
inancı sadece felsefi değil, aynı zamanda psikolojik bir olgudur. İnsanlar
günlük hayatlarında da çevrelerindeki varlıkları ve kendilerini “bir öz” ile
tanımlama eğilimindedir. Psikologlar, çocukların bile çok erken yaşlardan
itibaren özcülük (essentialism) eğilimi sergilediğini bulmuşlardır: Örneğin bir
çocuğa göre bütün kediler, derinlerde aynı “kedilik” özüne sahiptir; bir kediyi
köpek kılığına soksanız da o içte hala kedidir. Bilişsel psikolojide bu duruma “psikolojik
özcülük” denir ve insanlar çoğu kategori için gizli, değişmez bir öz
varsayarlar. Susan Gelman gibi araştırmacılar, çocukların biyolojik türleri ya
da sosyal kimlikleri (örneğin cinsiyet) sabit bir özle açıklamaya meyilli
olduğunu gösterirler. Bu eğilim, dünyayı istikrarlı ve tahmin edilebilir
kılmaya yönelik zihinsel bir kısayol olabilir. Eğer her şey akışkan ve belirsiz
olsaydı, zihnimiz kategoriler oluşturup genellemeler yapamaz, bu da hayatta
kalmamızı zorlaştırırdı. Bu nedenle, belki evrimsel olarak, zihin özcülüğe yatkındır:
Derinde bir öz olduğunu varsayar, geçici değişimleri bu özün yüzeysel
tezahürleri olarak gör. Bu sayede bir kez öğrendiğimiz bir şeyin (örneğin bir
yiyeceğin zehirli olup olmadığının) özelliğinin yarın değişmeyeceğini farz
ederiz. Kısacası, belirsizlik korkusu, insan zihninde öz arayışıyla
yatıştırılır – öz, değişmezlik demektir ve değişmezlik güven verir.
Varoluşsal
açıdan bakıldığında ise ölüm korkusu ve anlamsızlık endişesi, insanları
değişmez ve ölümsüz bir öz fikrine yöneltmiştir. Ernest Becker’in Ölümün
İnkârı eserinde vurguladığı gibi, insan “ölümlü olduğunu bilen tek
hayvandır” ve bu bilgi insanda derin bir dehşet yaratır. Becker ve onu izleyen
Terror Management Theory (Dehşet Yönetimi Kuramı) araştırmacıları,
insanların ölüm korkusuyla başa çıkmak için kültürel inançlar ve özdeşlikler
geliştirdiğini ileri sürerler. Bu inançların en belirgin olanları, ölümsüzlük
vaat edenlerdir: Örneğin birçok dinde ölümsüz bir ruhun varlığı ve ölüm sonrası
yaşam inancı, doğrudan doğruya fanilik kaygısını dindirir. Eğer insan,
bedeninin ötesinde değişmez ve yok olmayacak bir ruha (öze) sahip olduğuna
inanırsa, ölüm korkusunu bir nebze yenebilir. Nitekim Platon da insan ruhunun
bedenden önce var olduğunu ve bedenden ayrıldıktan sonra idealar dünyasında
ebediyen yaşayacağını söylemişti. Bu, değişmez öz fikrinin (ruh özünün) ölüm
korkusuna bir panzehir olarak işlediği bir örnektir. Bunun yanında insanlar,
“kendilik” duygusu dediğimiz olguyu da genellikle değişmez bir öz gibi
algılarlar. “Ben kimim?” sorusuna verilen yanıt, çoğunlukla devamlı ve tutarlı
bir kimlik anlatısıdır. Halbuki hayatımız boyunca fiziksel ve zihinsel olarak
değişiriz; yine de özde aynı kişi olduğumuzu düşünmek isteriz. Bu, bir anlamda
kişisel özümüzün (karakterimizin, “ruh”umuzun) değişmediğine inanma arzusudur.
Bu inanç bize varoluşsal bir tutarlılık ve güven duygusu sağlar. Eğer her
uyandığımızda bambaşka biri olacağımızı bilseydik, bu ciddi bir kaygı
yaratırdı. İnsanlar belirsizliği sevmez ve yaşamlarını anlamlandırmak için
değişmez anlamlar ve kimlikler ararlar. Milliyet, din, aile kimliği gibi
aidiyetler de bireye zaman ve mekan üstü bir devamlılık hissi verir – hepsi
özünde değişmez bir şeye ait olduğunu ima eder. Sonuç olarak, değişmez öz
fikri, psikolojik konfor ve varoluşsal güvenlik sağlar. Ölümün ve sürekli
değişimin getirdiği kaygıyı, “değişmeyen bir şeyler”e tutunarak hafifletiriz.
İnsan için sığınılacak sabit bir liman fikri, fırtınalı hayat okyanusunda huzur
verir. Bu yüzden ruhun ölümsüzlüğü, “insan doğası”nın sabit oluşu gibi
inanışlar tarihin her döneminde güçlü olmuştur.
Bilimsel
Meydan Okumalar: Kuantumdan Biyolojiye Özün Sorgulanması
- ve 21. yüzyılda bilim alanındaki
gelişmeler, geleneksel öz kavramını ciddi biçimde sarsmıştır. Farklı
disiplinlerden gelen bulgular, doğada hiçbir şeyin tamamen durağan ve
yalıtık olmadığı yönünde güçlü kanıtlar sunmaktadır. Bu da “değişmez öz”
yerine “ilişkisel ve dinamik yapı” fikrini güçlendirmektedir.
Evrimsel
Biyoloji: 19.
yüzyıla kadar biyoloji, türlerin özünün sabit olduğunu varsayan bir
yaklaşımdaydı. Örneğin Linnaeus gibi doğa tarihçileri, her türün Tanrı
tarafından ayrı ayrı yaratıldığı ve değişmez bir “tür özü” taşıdığı
düşüncesindeydi. Bu özcülük, canlıların sınıflandırılmasında temel kabul
ediliyordu. Ancak Charles Darwin’in 1859’da yayınladığı Türlerin Kökeni
eseriyle bu görüş kökten değişti. Darwin, türlerin sabit olmadığını, aksine
zaman içinde evrimleştiğini ve ortak atalardan ayrılan dallar halinde
farklılaştığını gösterdi. Bu, biyolojideki tipolojik (özcü) düşünceden
populasyon düşüncesine geçişi temsil eder. Artık bir “at”ın veya “insan”ın
değişmez özünden bahsetmek zorlaştı, zira her canlı türü çevreye uyum sağlama
sürecinde değişebiliyordu. Tür dediğimiz kategoriler, keskin özlere değil,
birbirleriyle üreyebilen popülasyonlara dayanmaya başladı. Darwin’in ünlü hayat
ağacı çizimi, canlıların sabit formlar değil, dallanıp budaklanan akrabalık
ilişkileriyle tanımlandığını ortaya koydu. Önceden örneğin “kedi özü” veya
“köpek özü” gibi düşünceler varken, Darwin sonrası bakış “kedi ve köpek aslında
çok eski bir ortak atadan gelen kuzen türlerdir” diyerek öz yerine ilişki ve
süreç vurguladı. Bu yaklaşım, canlılığın katı kategorilerden ziyade sürekli bir
değişim ve akrabalık ağı içinde anlaşılabileceğini gösterdi. Kısacası biyoloji,
değişmez öz mitini yıkarak yerine değişim ilkesini koydu: Genler mutasyonla
değişir, popülasyonlar doğal seçilimle evrilir, hiçbir tür sonsuza dek aynı
kalmaz. Modern biyolojide tür tanımları bile kesin sınırlarla değil, genetik ve
ekolojik bağlantılarla yapılır. Örneğin halkalanan türler veya hibritleşebilen
türler, özcü tür kavramının ne kadar akışkan olduğunu ortaya koyar. Ayrıca
moleküler biyoloji, hayatın temel birimi DNA’nın bile statik olmadığını,
çevresel etkilerle gen ifadelerinin değişebildiğini (epigenetik) göstermiştir.
Tüm bu bulgular, canlıların özlerinin çevreleriyle ilişkileri içinde
şekillendiğini ve sabit bir özden ziyade süreçsel bir kimlik taşıdığını ortaya
koyar. Charles Darwin’in Türlerin Kökeni (1859) kitabında yer alan tek
diyagram, yaşamın dallanarak gelişen bir ağaç gibi olduğunu gösterir. Bu “hayat
ağacı”, türlerin sabit özlere sahip ayrı kutular olarak değil, zaman içinde
ortak atalardan dallanan ilişkisel bir örüntü olarak anlaşılması gerektiğini
anlatır. Darwin hayat ağacında, canlılar dünyasında özden ziyade ilişki ve
evrimsel süreçlerin temel olduğunu görselleştirmiştir.
Kuantum
Fiziği: Modern
fiziğin özellikle kuantum mekaniği alanındaki keşifleri, klasik anlamda öz
kavramını belki en radikal sarsan gelişmelerdir. Kuantum teorisi bize temel
parçacıkların davranışının deterministik ve sabit bir özle açıklanamadığını
gösterdi. Örneğin bir elektron, hem parçacık hem dalga gibi davranabilir; onun
“özünün” ne olduğunu ölçüm yapmadan tanımlayamıyoruz. Heisenberg’in Belirsizlik
İlkesi, bir parçacığın konum ve momentum gibi özelliklerinin aynı anda kesin
bir öz-değere sahip olamayacağını söyler. Dahası, süperpozisyon kavramı, bir
kuantum sisteminin belirli bir gözlem yapana dek net (değişmez) bir durumda
olmadığını ima eder. Bu tuhaf gerçeklik, ilişkisel bir yorum ile daha anlaşılır
hale gelir: Carlo Rovelli gibi fizikçiler tarafından savunulan İlişkisel
Kuantum Mekaniği’ne göre, bir kuantum sisteminin durumu tek başına mutlak bir
gerçeklik değildir; gözlemci ile sistem arasındaki ilişkiye bağlıdır. Yani bir
parçacığın özellikleri, onu ölçen başka bir sistemle kurduğu ilişki çerçevesinde
anlam kazanır. Bu yorumda “nesnelerin kendi başına özleri yoktur, sadece
ilişkileri vardır” denebilir. Nitekim kuantum dolanıklık (entanglement) olgusu
da, uzakta bulunan iki parçacığın tekil özlerinin anlamsızlaşıp aralarındaki
ilişkinin (korelasyonun) temel hale geldiğini gösterir. İki foton dolanık
haldeyken birinin durumu ötekinden bağımsız düşünülemez; sanki ikisi tek bir
sistemin ilişkisel özelliklerini paylaşırlar. Böylece kuantum fiziğinde, klasik
mekanikte varsayılan katı özler yerini, olasılıklı ve gözlemciye bağımlı
ilişkilere bırakır. Bu perspektiften bakıldığında, doğanın en temel düzeyde
statik özler değil, dinamik ilişkiler ağı olduğu fikri güç kazanır.
Nörobilim
ve Zihin: İnsanın
kendine atfettiği değişmez öz fikri, modern sinirbilimin bulgularıyla da
sınanmaktadır. Beyin araştırmaları, benlik duygusunun ve kişiliğin sabit bir
özden ziyade, beyindeki çok sayıda sürecin bütünleşmesinden doğan bir yansıma
olduğunu öne sürüyor. Örneğin nörologlar, beyinde “benlik merkezi”
denilebilecek tek bir yer saptayamamışlardır; aksine, kendilik algısı,
hatıralar, duyumlar, bedensel farkındalık ve sosyal geri bildirimlerin
etkileşiminden oluşur. Anil Seth gibi beyin araştırmacıları, benlik hissinin
beyin tarafından yaratılan bir model olduğunu, tıpkı algılarımız gibi bunun da
bir çeşit “kontrollü halüsinasyon” olabileceğini belirtirler. Seth’in
vurguladığı üzere, benlik duygusu sabit bir varlık değil, sürekli değişen dinamik
bir kurgudur; etkileşimlerimiz ve deneyimlerimizle şekillenir ve pratikler
(örneğin meditasyon) ile değiştirilebilir. Gerçekten de beyin hasarları veya
dejeneratif hastalıklar, bir kişinin kişiliğini, anılarını, hatta inançlarını
tamamen değiştirebilir – bu durumda “öz aynı kaldı” demek zorlaşır. Örneğin
Alzheimer hastalarında kişi temel anılarını ve zihinsel özelliklerini
yitirdiğinde, sevdikleri “artık aynı kişi değil” derler. Bu, gündelik bir
trajik örnek olsa da, aslında biz sağlıklıyken de benliğimizin her an
güncellendiğine işaret eder. Nörobilim, beynin plastisitesini (esnekliğini)
ortaya koyarak, kimliğimizin sabit bir özden ziyade devam eden bir süreç
olduğunu gösterir. Her yeni deneyim, anılarımızı ve bağlantılarımızı
değiştirir; dolayısıyla “benlik” dediğimiz olgu statik değildir. Hatta bazı
nörobilimciler ve filozoflar, Budizm’in binlerce yıl önce ileri sürdüğü “benlik
yanılgısı” fikrine paralel biçimde, bir “merkezi ben” olmadığı, benliğin
beyin süreçlerinin bir yan ürünü olduğu görüşündedir. Örneğin psikolog Susan
Blackmore, zihnimizin koordine çalışan modüllerden ibaret olduğunu, hepsini
“sahiplenen” ayrı bir benlik öznesi olmadığını savunur. Bilişsel bilimci Bruce
Hood, “Self Illusion” (Benlik Yanılsaması) adını verdiği olguyla, toplum ve
beynin ortaklaşa “bir hikaye anlatıcısı” gibi bir benlik kurguladığını öne
sürer. Tüm bu yaklaşımların ortak noktası, insanın kendine atfettiği değişmez
bir özün nörobilimsel karşılığının bulunamamasıdır. Zihnimiz sürekli akan bir
nehir gibidir ve biz bu akıştan bir kimlik derleriz; ortada sabit bir öz değil,
süreklilik arz eden bir ilişkisellik vardır (beynin bölümleri arasındaki
ilişkiler, birey ile çevre arasındaki ilişkiler vb.).
Diğer
Bilimsel Alanlar:
Günümüzde pek çok bilim dalı, indirgenemez sabit özler aramaktan ziyade
ilişkileri ve sistemleri anlamaya odaklanmaktadır. Örneğin ekoloji bilimi, bir
canlının ancak ekosistem içindeki ilişkileriyle (besin ağları, simbiyotik
ilişkiler vb.) anlaşılabileceğini gösterir. Bir canlı türünün “özü”nden
bahsetmek yerine, onu diğer türlerle ve çevresiyle karşılıklı bağımlılıkları
içinde tanımlarız. Keza modern fizik, parçacıkların özüne inmek yerine alanlar
kavramını kullanır – kuantum alan teorisinde elektron gibi parçacıklar,
uzayzamanın her noktasına yayılmış alanların titreşimleridir. Yani elektronun
“özü elektron olmak” değil, elektrik alanıyla ilişkisi vb. özellikleridir.
Kimya alanında da maddelerin özelliklerinin, atomlar arası bağların ve
etkileşimlerin sonucu olduğunu görüyoruz: Tek başına karbon atomunun “özünde”
sertlik yoktur ama belirli bir kafes yapısında (ilişkisel dizilimde)
düzenlendiğinde elmas gibi son derece sert bir madde ortaya çıkar. Sosyal
bilimlerde de ırk, cinsiyet gibi kategorilerin biyolojik özleri olmadığı,
bunların toplumsal ilişkiler içinde inşa edildiği görülmüştür. Örneğin
“kadınlık” veya “erkeklik” belli değişmez özlere indirgenemez; farklı kültür ve
zamanlarda bu kimlikler farklı biçimlerde yaşanır, yani ilişkisel olarak
tanımlanırlar. Tüm bu örnekler, bilimsel bakışın öz yerine düzen, yapı, ağ,
sistem gibi kavramlara yöneldiğini gösteriyor. Artık evreni anlamak, onu
değişmez parçaların toplamı olarak görmekten ziyade, değişken ilişkilerin
örgüsü olarak görmeyi gerektiriyor.
İlişkisel
Ontoloji: Özden İlişkiye Geçiş
Tarihsel
olarak öz kavramı baskın olsa da, bazı filozoflar ve düşünce gelenekleri uzun
zamandır “varlık = ilişki” fikrine işaret etmektedir. İlişkisel ontoloji olarak
adlandırabileceğimiz bu yaklaşım, var olan hiçbir şeyin tek başına, yalıtılmış
bir öz olarak anlaşılamayacağını, her varlığın ancak ilişkileri bütünü içinde
tanımlanabileceğini savunur. Son dönem felsefi akımlarda ve bilimsel teorilerde
ilişkisel ontoloji giderek daha fazla önem kazanmıştır. Bu bölümde, öz yerine
ilişkileri temel alan bu modelin ne anlama geldiğini, felsefi olarak ne tür
yenilikler getirdiğini ve günlük yaşamı açıklamada nasıl daha güçlü
olabileceğini inceleyeceğiz.
“Varlık
İlişkidir” Diyen Bir Dünya Görüşü
İlişkisel
ontolojinin özeti, “tek başına varlık yoktur, yalnızca ilişkiler vardır”
önermesidir. Yani herhangi bir X varlığını ele aldığımızda, onun doğasını
anlamak demek, X’in başka şeylerle olan ilişkilerini anlamak demektir. Bu
görüş, kökleri antik düşüncede bulunabilen bir içgörü olmakla birlikte modern
filozoflar tarafından sistematik hale getirilmiştir. Örneğin 19. yüzyılda
Nietzsche, özü itibariyle değişmez bir gerçeklik olmadığını, her şeyin
ilişkiler ağı ve perspektiflere bağlı olduğunu vurgulamıştır. 20. yüzyılda
Alfred North Whitehead gibi süreç filozofları, evrendeki temel birimlerin madde
parçacıkları (özler) değil, olaylar ve süreçler olduğunu, bu süreçlerin
birbirleriyle bağlantıları sayesinde kalıcı varlıkların ortaya çıktığını
savunmuştur. Fransız filozof Gilbert Simondon ise modern düşünceye adeta bir
şok etkisi yapan “varlık ilişkidir” tezini açıkça dile getirmiştir. Simondon’a
göre modernite, “varlık = birey (tekil özne)” paradigmasını benimsemiştir,
ancak bu paradigmada göz ardı edilen gerçek, bireylerin zaten en baştan
ilişkiler ağı içinde oluştuğudur. Oysa varlıklar, daha ortaya çıkarken
ilişkisel koşullar içinde ortaya çıkar ve bu ilişkiler onların varlığının
ayrılmaz parçasıdır. İlişkisel ontoloji, işte bu gerçeği merkeze alır.
Bu
ontolojiye göre, hiçbir öz kendi başına “verili” değildir; her öz dediğimiz
şey, daha derin bir ilişkiselliğin düğüm noktasıdır. Örneğin bir atomu ele
alalım: Klasik özcü bakış, atomu bölünmez bir birim, kendinde bir öz olarak
görürdü. Fakat modern fizik atomu proton, nötron, elektron ilişkileriyle
tanımlar; daha da derine indiğimizde protonların kuarkların bağlanmasıyla
oluştuğunu, kuarkların gluon alanıyla ilişkisi sonucu proton özelliği
kazandığını görüyoruz. Yani atomun kimliği, alt parçacıklarının ilişkisel
düzeninden kaynaklanır. Benzer şekilde, bir insanı ele alalım: Tek bir birey
olarak görünsek de aslında vücudumuz trilyonlarca hücrenin ahenkli ilişkisiyle
var olur; zihnimiz toplum içinde dil ve kültür aracılığıyla şekillenir.
İlişkisel bakış, “insan özünde bencil midir, sosyal midir?” gibi soruları
anlamsız bulur, çünkü insan topluluk içinde var olur – insan = ilişkilerinin
toplamıdır denebilir. Martin Buber, ünlü Ben ve Sen eserinde insanın
ancak “Sen” ile ilişkisi sayesinde insan olduğunu, ilişkiden yoksun bir ben
kavramının anlamsız olduğunu dile getirmiştir. Yine Doğu felsefelerinden
Budizm, pratītya-samutpāda (bağımlı ortaya çıkış) öğretisiyle, tüm
olguların başka olgularla karşılıklı koşullanma içinde doğup yok olduğunu,
dolayısıyla “kendi başına var olan” bir özün bulunmadığını söyler. Budist
filozof Nagarjuna, bu fikri “boşluk” (śūnyatā) kavramıyla ifade etmiştir: Her
şey özde boştur, çünkü varlığı diğer şeylere bağlıdır. İndra’nın Ağı metaforu
bu ilişkisel ontolojiyi veciz bir şekilde tasvir eder: Tanrı İndra’nın efsanevi
sarayında tavana asılı sonsuz düğüm noktalı bir ağ vardır ve her düğümde
parıldayan bir mücevher bulunur; her mücevher, ağdaki diğer tüm mücevherlerin
görüntüsünü içinde yansıtır. Bu hikayede evren, birbirini yansıtan ve
etkileyen, ayrılmaz bir ilişki içindeki varlıkların oluşturduğu bir ağdır.
Filozof Alan Watts bu imgeyi şöyle açıklar: “Sabah çiyiyle kaplı, çok boyutlu
bir örümcek ağı hayal edin. Ağın her bir düğümünde bir su damlasının durduğunu
ve bu damlanın, ağdaki diğer bütün damlaların yansımasını içerdiğini düşünün.
Ve her bir yansımanın içinde de diğer tüm damlaların yansımaları bulunsun,
sonsuza dek… İşte bu, evrenin doğasını anlatan bir imgedir.”
Watts’ın
betimlediği bu sahne, ilişkisel ontolojinin şiirsel bir özetidir: Varlıklar
karşılıklı yansımalar ve etkiler aracılığıyla vardır, birinin varlığı
diğerlerininkinden bağımsız düşünülemez.
İlişkisel
ontoloji, “Bir şey diğer şeylerle ilişkilerinden arındırıldığında geriye ne
kalır?” sorusuna radikal bir cevap verir: Hiçbir şey. Örneğin tek bir kelimeyi
ele alalım: “Ağaç” kelimesinin anlamı, tek başına harflerin özünden gelmez; onu
anlamlı kılan, zihinlerimizdeki çağrışımlar, dil içindeki konumu, gerçek
ağaçlarla kurduğumuz tecrübeler, kısacası ilişkilerdir. Tıpkı bunun gibi,
ilişkisel ontoloji her varlığın anlamını ve kimliğini ancak ilişkiler ağı
içinde kavrayabileceğimizi savunur. Bu yaklaşım, felsefede köklü bir değişim
demektir. Klasik sorular –“Madde nedir? Zihin nedir? Bu şeyin özü nedir?”–
yerini “Hangi ilişkiler bu olguyu ortaya çıkarıyor?” sorusuna bırakır.
Simondon’un ifadesiyle, artık “iki birey nasıl ilişki kurar?” diye sormak yerine
“ilişkiler ağı içinde bireyler nasıl ortaya çıkar?” diye sorarız. Yani
açıklama yönümüz tersine döner: Öz açıklayıcı değil, açıklanması gerekendir;
asıl açıklayıcı olan, alttaki ilişki dinamikleridir.
İlişkisel
Yaklaşımın Getirdiği Felsefi Yenilikler
Öz yerine
ilişkileri temel almak, varlık anlayışında bir dizi yenilik getirir:
- Öz/Özdeşik Sorunlarının
Aşılması: Felsefe tarihindeki zor problemlerin bazıları, öz kavramının
katılığından kaynaklanıyordu. Örneğin ünlü Gemici Theseus’un Gemisi
paradoksunda, bir geminin tahtaları zamanla tek tek değiştirilirse gemi
aynı gemi midir değil midir tartışması çıkar. Özcu yaklaşım, “geminin
özü”nü ararken bocalar: Tahtaların hepsi değiştiğinde öz aynı kaldı
diyebilir miyiz? Oysa ilişkisel yaklaşım, gemiyi bir süreç olarak görür ve
kimliğin devamlılığını ilişkilerin (örneğin gemiye verilen isim, kullanım amacı,
mürettebatın onu aynı gemi sayması vb.) sürdürülmesinde bulur. Bu sayede,
değişim ile kimlik arasındaki gerilimi daha esnek yorumlar. Zaman içindeki
kimlik sorunu, ilişkisel modelle yumuşar: Bir kişi çocukluktan
yetişkinliğe tüm hücreleri değiştiği halde aynı kişi sayılır, çünkü
belleksel ve sosyal devamlılık ilişkileri sürmüştür. Bu tür sorunlarda
ilişkisel model, katı “özdeşlik = değişmez öz” kriterini reddederek,
kimliği ilişkisel devamlılık olarak tanımlar. Bu, varoluş ve kimlik
meselelerine daha yaşamıyla örtüşen bir çözüm sunar.
- Öznelerarasılık ve Anlam:
İlişkisel ontoloji, anlamın ve bilincin doğasını da yeniden değerlendirir.
Özne-nesne ikiliği yerine, aradaki ilişkiyi merkeze koyar. Fenomenoloji ve
varoluşçu felsefe, zaten insan deneyiminin dünyayla ilişkiden bağımsız
düşünülemeyeceğini vurgulamıştı. Heidegger, insanı “dünyada-varlık”
(In-der-Welt-sein) olarak tanımlayarak, bir insanın özünün dünyadan
ayrılamayacağını ifade etti. Buber’in “Ben-Sen” ilişkisi, kişinin ancak
ötekiyle diyalog içinde gerçek benliğini bulabileceğini anlatır. Bu
fikirler, ilişkisel ontolojinin beşeri boyutunu oluşturur: Varlık, tekil
bir özne ya da nesne olmaktan ziyade, öznelerarasılık düzleminde
şekillenir. Anlam dediğimiz şey de salt zihnin içeride ürettiği bir öz
değil, dil ve toplumsal etkileşim ağı içinde doğar. Yapısöküm ve
postyapısalcı felsefe de anlamın metinlerarası ve ilişkisellikten ibaret
olduğunu göstermiştir – bir sözcüğün anlamı, diğer sözcüklerle fark
ilişkilerinden gelir (Saussure’ün dediği gibi, dildeki öğeler arasındaki
farklılıklar anlamı yaratır). Bu bakış, anlamın değişmez özlere değil,
farklılık ve ilişkilere dayandığını ortaya koyar.
- Öz-Essentialist İdeolojilere
Eleştiri: Toplumda zaman zaman görülen ırkçılık, cinsiyetçilik gibi
ideolojiler, belli grupların değişmez özleri olduğu varsayımına dayanır
(örneğin “filan ırk tembel olur” gibi özcü stereotipler). İlişkisel
ontoloji ise kimliklerin ilişkisel olarak inşa edildiğini savunarak bu tür
katı kategorileştirmelere meydan okur. Irk veya cinsiyet gibi kimliklerin
biyolojik veya metafizik bir özü yoktur; bunlar tarihsel ve sosyal
süreçlerle anlam kazanırlar. Bu yüzden ilişkisel bakış, daha kapsayıcı ve
esnek bir toplum görüşünü destekler. Her bireyin kendini
gerçekleştirmesinin, sabit bir özden çıkmadığını; diğer bireylerle ve
toplumla etkileşim içinde gerçekleştiğini vurgular. Bu, farklılıkların
mutlak olmadığını, insanlar ve kültürler arasında sürekli bir alışveriş ve
dönüşüm olduğunu gösterir.
- Metafizik Birlik: İlişkisel
ontoloji, evrendeki tüm varlıkların büyük bir bütünün parçaları olduğunu
hatırlatır. Öz temelli düşünce bazen varlığı ayrı kutucuklara bölme
eğilimindeydi (insan–doğa, zihin–madde, Tanrı–evren gibi ikilikler).
İlişkisel model ise bu ikilikleri, aradaki ilişkileri vurgulayarak aşar.
Örneğin insan-doğa ilişkisi perspektifinden baktığımızda, insanın doğadan
ayrı bir özü olmadığını, doğa ile sürekli madde ve enerji alışverişi
içinde var olduğunu görürüz (nefes alıp vermek, beslenmek, çevreyi
değiştirmek vs.). Bu da çevre etiğinde ve ekolojik düşüncede önemli bir
temel sağlar: İnsan doğanın efendisi değil, parçasıdır. Bu bütüncül
anlayış, metafizik olarak da bir birlik düşüncesine varır – farklı görünen
varlıklar, aslında ilişkisel bir ağın düğümleri olarak tek bir gerçekliğin
ifadesidir. Doğu düşüncesindeki “birlik” teması veya Spinoza’nın
panteizmi, bu ilişkisel birliği önceden sezmiş fikirlerdir. Günümüzde
sistem teorileri ve holistik yaklaşımlar, evreni ve bilinci bu tür bir bütünleşik
ağ olarak modellemeye çalışmaktadır.
Günlük
Hayattan İlişkisel Örnekler: Öz Yerine İlişkiyi Düşünmek
İlişkisel
ontoloji soyut bir felsefi teori gibi görünse de, günlük hayatımıza
uygulandığında pek çok şeyi açıklamakta daha mantıklı ve ikna edici
olabildiğini görürüz. İşte sıradan deneyimlerimizden birkaç örnek:
- Dil ve Anlam: Bir kelimenin
anlamı nedir? Özcu bir yaklaşım, her kelimenin zihinlerde sabit bir “anlam
özü” olduğunu düşünebilir. Fakat pratikte bir kelimenin anlamı, cümle
içinde kullandığımızda, tonlamamızda, kültürel bağlamda ortaya çıkar.
Örneğin “yuva” kelimesi tek başına nötr görünebilir ama birine “evine hoş
geldin” dediğimizde sıcak bir anlam kazanır, “kuş yuvası” dediğimizde
farklı bir şey çağrıştırır. Yani anlam, bağlama ve kullanım ilişkilerine
göre değişir. Bu yüzden aynı kelime, farklı kişilerde ve durumlarda
bambaşka duygular uyandırabilir. Anlamın ilişkisel oluşu, iletişimde
esneklik ve zenginlik sağlar. Sabit özlü bir anlam olsaydı, mecazlar,
şakalar, kültürel farklılıklar mümkün olmazdı. İlişkisel model, dilin
yaşayan bir organizma gibi sürekli etkileşimle anlam ürettiğini ortaya
koyar.
- Para ve Değer: Elimizdeki bir
banknotun değeri nedir? Kağıt parçasının kendi özünde bir değeri yoktur
(nihayetinde biraz pamuklu kağıt ve mürekkep). Onu değerli yapan,
insanların kolektif kabulü ve ekonomik ilişkilerdir. Para ancak insanlar
arasındaki ilişki ağında anlam kazanır – bir ödeme aracı olarak kabul
edildiği için değerlidir. Eğer bu ilişkisel kabul yarın ortadan kalksa,
paranın alım gücü sıfıra inebilir (örnek: hiperenflasyon yaşamış ülkelerde
para balyaları özde aynı kağıt parçalarıydı ama ilişki/ağ bozulduğu için
değersizleşti). Bu, değerin de özsel bir şey olmadığını, ilişkisel
olduğunu gösterir. Bir tabloya milyonlar ödenmesi, onun moleküler
yapısından değil, insanlar arası ilişkiler (sanat piyasası, sanatçının
ünü, alıcıların tutkusu) sayesindedir.
- Toplumsal Roller: Günlük
hayatımızda farklı rollere gireriz – bir kişi aynı gün içinde anne,
doktor, arkadaş, müşteri vb. rollerde davranabilir. Bu roller, o kişinin
özünün değiştiği anlamına gelmez; aksine, her rol farklı bir ilişkide
tanımlandığı için kişi o ilişkide kendinin farklı yönlerini ortaya koyar.
Benlik tekil bir öz değil, ilişkiler çokluğudur. Örneğin bir öğretmen,
sınıfta bilgi otoritesi iken evde kendi çocuğuna karşı müşfik bir anne
olabilir. Farklı durumlarda farklı özellikler sergiler, çünkü kim olduğu,
içinde bulunduğu ilişkisel duruma bağlı olarak şekillenir. Eğer o kişinin
“özünde şu vardır” deyip tek bir kalıba sokmaya çalışırsak, diğer
bağlamlardaki davranışlarını anlayamayız. İlişkisel bakış, insanların çok
boyutlu ve uyarlanabilir olduğunu, her bir sosyal ilişkinin bize
kimliğimizin başka bir yanını gösterdiğini kabul eder. Bu, insanlar arası
anlayışı da artırır: Biri işte sert mizaçlı diye “özünde kötü” diyemeyiz;
belki arkadaş ortamında esprili ve şefkatli olabilir. Demek ki insanları
anlamak, onların ilişki ağlarını anlamaktır.
- Eşya ve Kullanım: Bir nesnenin
ne olduğu, onun ilişkisel bağlamına göre değişebilir. Diyelim eski bir
sandalye var. Marangoz atölyesinde bu bir odun parçası olabilir, müzede
antika bir sergi parçası, evimde ise duygusal değeri olan bir aile
yadigarı. Sandalyenin “öz”ü aynı olsa da (aynı fiziksel nesne), ilişkisel
konumu onun anlamını ve değerini değiştirir. Hatta Marcel Duchamp’ın ünlü
“Çeşme” eserinde gördüğümüz gibi, bir pisuvarı bağlamından (ilişkisinden)
koparıp sanat galerisine koyduğumuzda bambaşka bir varlık gibi algılarız –
sıradan bir eşya iken “sanat eseri” oluverir. Bu, ontolojik statünün bile
ilişkisel olarak belirlendiğine dair çarpıcı bir örnektir. Yani “öz”
dediğimiz şeyi yerinden oynattığımızda (yeni ilişkiler içine
soktuğumuzda), öz bile aynı kalmıyor gibidir.
Bu örnekler
çoğaltılabilir, ancak ortak mesaj şudur: Günlük deneyimlerimizde bile tek
başına özlerden çok, ilişkilerin belirleyici rolünü görürüz. Bu nedenle,
dünyayı açıklarken ilişkisel bir model kullanmak, olayların neden öyle olduğunu
daha iyi izah edebilir. Sabit öz varsayımı bazen körleştirici olabilir; oysa
ilişkilere baktığımızda, değişimin ve çeşitliliğin altında yatan düzeni fark
ederiz.
“Varlık =
İlişki” Modelinin Sonuçları ve Ufukları
Öz yerine
ilişki modeline geçişin, felsefi ve bilimsel alanda geniş kapsamlı sonuçları
vardır. Bu sonuçlardan bazıları henüz tam olarak araştırılma aşamasında olsa
da, şimdiden belirginleşen etkileri şöyle özetleyebiliriz:
- Bilimsel Paradigma Değişimi:
İlişkisel ontoloji, bilimde indirgemeciliğe karşı dengeli bir tepki
sağlar. Geleneksel bilim anlayışı, bir sistemi anlamak için onu parçalara
ayırıp her bir parçanın özelliğini incelemek gerektiğini düşünürdü. Oysa
karmaşık sistemlerde bu yaklaşım yetersiz kalır, çünkü parçaların
etkileşimi bütünün davranışını belirler. İlişkisel model, sistem
düşüncesini teşvik eder: Ekosistemler, sosyolojik yapılar, hatta ekonomik
piyasalar, ayrı özlerin değil, etkileşim içindeki unsurların incelenmesiyle
anlaşılır. Bu bakış, disiplinlerarası araştırmaları da destekler. Örneğin
beyin araştırmalarında, tek bir nöronun özelliklerinden çok, nöral ağların
topolojisi ve dinamği önem kazanmıştır. Fizikte, parçacıkların içsel
özelliklerindense sahip oldukları simetri ilişkileri (yani diğer
parçacıklarla etkileşim desenleri) temel gerçeklik kabul edilir – Ontik
Yapısal Realizm adı verilen bu görüş, “temelde yapı (ilişki)
gerçektir, nesneler ikincildir” der. Bazı radikal yaklaşımlar, (ki
benimde benimsediğim bir fikirdir) temelde evrenin aslında “ilişkilerden örülmüş bir
ağ” olduğunu, nesnelerin bu ağda beliren düğümler olduğunu öne sürer. Bu,
bilimsel gerçekçiliğin yeni bir yorumudur ve kuantum kütleçekimi gibi
alanlarda (ör. döngü kuantum kütleçekimi teorisinde uzayzamanın ağ yapısı)
yankı bulur. Sonuç olarak, ilişkisel paradigma, bilim insanlarına doğayı
anlama ve modellemede yeni araçlar sunmaktadır.
- Felsefi Bütünleşme: İlişkisel
ontoloji, zihin-fizik, özne-nesne gibi ikilikleri yumuşatıp ortak bir
zeminde ele almayı kolaylaştırır. Eğer her şey ilişkisel ise, zihinsel
olgular da fiziksel süreçlerle bir ilişki meselesi olarak görülebilir
(örneğin bilinç, beynin kendi bölümleri arasındaki ilişkilerinin ve
beden-dünya ilişkilerinin bir ürünü olarak anlaşılabilir). Bu, zihin
felsefesinde ikiciliğin ötesine geçmeyi destekler. Aynı şekilde, insanın
değer arayışı ile doğanın işleyişi arasında bir uçurum olmadığını, insan
değerlerinin de ilişkiler sisteminin bir parçası olduğunu söyleyebiliriz.
Bu da bilim ile insani değerleri uzlaştırmak için bir zemin sunar: İnsan
doğadan bütünüyle ayrı ve özsel olarak farklı olmadığı için, etik
değerlerimizi doğanın parçası olan varlıklar olarak kurgulayabiliriz
(çevre etiği, hayvan hakları vb. bu anlayışla güç kazanır). İlişkisel
ontoloji, belki de gelecekte bilim, felsefe ve spiritüel bakışı
birleştiren bir çerçeve sağlayabilir; zira birçok manevi gelenek de
evrendeki birliğe ve ilişkilerin önemine vurgu yapar (örneğin “Birlik
bilinci”, “her şeyin birliği” gibi temalar).
- Belirsizlik ve Değişime Uyum: Öz
temelli düşünce, belirsizliği azaltır ama değişime direnir; ilişkisel
düşünce ise değişimi kucaklar ve belirsizliği yönetmeyi öğrenir. Modern
dünyada değişim kaçınılmazdır – teknolojik, sosyal, iklimsel değişimler…
Bu değişimlerle baş etmek için, belki de zihinsel modelimizi sabit olandan
akışkan olana çevirmemiz gerekir. İlişkisel ontoloji, bize “her şey
geçicidir ama bağlantılar daimdir” mesajını verir. Yani tek tek nesneler,
kişiler, durumlar gelir geçer; önemli olan bunların ardındaki ilişki
düzenini anlamaktır. Bu farkındalık, bireysel düzeyde de gelişim getirir:
Kendi kimliğimizi sabit kalıplar yerine değişen ilişkilerimizle
tanımlarsak, değişimden korkmak yerine onu sağlıklı biçimde yaşamımıza
dahil edebiliriz. Örneğin iş kaybı, taşınma, ayrılık gibi hayat
olaylarında “ben buydum, şimdi değişti” diye kriz yaşamak yerine,
“ilişkiler ağım yeniden şekilleniyor, yeni bir ben çıkıyor” diyebiliriz.
Bu, esneklik (rezilyans) kazandıran bir bakış açısıdır. Toplumlar için de daha
uyumlu ve kapsayıcı politikalar geliştirmede yardımcı olabilir; çünkü katı
kimlikçi (özcü) politikaların yerini, herkesin birbirine bağlılığını
vurgulayan politikalar alabilir.
- Yeni Soru ve Araştırmalar:
İlişkisel ontoloji kendi içinde de pek çok tartışma ve soru barındırır.
Örneğin “Eğer sadece ilişkiler varsa, ilişki kuran şey(ler) nedir?” sorusu
felsefi bir bilmecedir – bazı eleştirmenler, tümüyle ilişki demenin
belirsiz olduğunu, yine de ilişkiye giren birimler varsaymak gerektiğini
söyler. Bu tartışmalar, öz ve ilişki diyalektiğinin sürmesini sağlar ve bu
düşünceler maalesef özcü düşüncenin kedisini korumak için oluşturduğu
refleksif sorulardır. Bilimsel olarak da, ilişkisel görüşü test eden
çalışmalar artmaktadır. Kuantum fiziğinde ilişkisel yorumlar deneysel
olarak ayırt edilebilir sonuçlar verebilir mi? Biyolojide gen
düzenlenmesinin tamamen ağ dinamikleriyle açıklanması mümkün mü? Nörobilimde
bilinç, bir “ilişki matrisi” olarak modellenebilir mi? Bu sorular,
geleceğin araştırmalarına yön verecektir.
Sonuç
olarak, “özün değişmezliği” fikri insana uzun süre cazip gelmiş ve düşünce
dünyamıza derinlemesine işlemiştir. Bu fikir, kesinlik arayışımızı, psikolojik
güvencemizi ve gündelik kavrayışımızı desteklemiş olsa da, hem felsefi
eleştiriler hem de bilimsel bulgular ışığında dönüşüme uğramaktadır. İlişkisel
ontoloji ise bu dönüşümde ortaya çıkan yeni bir ufuktur. Varlığı durağan tözler
ve nitelikler toplamı olarak görmek yerine, onu ilişkilerin dansı içinde akan
bir süreç olarak görmemizi önerir. Bu bakış açısı, ilk etapta alışılmış
özcülüğe meydan okusa da, aslında evrenin işleyişine ve kendi deneyimlerimize
daha uygun bir tasvir sunabilir. İnsanı ve dünyayı anlamak, bir örümcek
ağındaki titreşimleri takip etmeye benzer: Ağın tek bir ipliğinde değil, ipliklerin
kesişiminde saklı olan gerçeği yakalamaya çalışırız. Değişmez öz arayışı belki
hiçbir zaman tam olarak bitmeyecek bir hikayedir, fakat artık biliyoruz ki
değişmez görünen özlerin ardında, değişken ilişkilerin ritmi yatmaktadır. Bu
ritmi anlamak, hem felsefenin kadim sorularına taze cevaplar verebilir hem de
insanlığın karşılaştığı yeni sınavlarda (ekolojik kriz, toplumsal uyum,
teknolojik dönüşüm vb.) bize rehberlik edebilir. Özler gelir geçer, ilişkiler
kalır – belki de asıl hakikat, ilişkilerin kendisidir.
Gilbert
Simondon’un İlişkisel Felsefesi: Bireyleşme, Ontogenez, Teknik ve Toplum
Gilbert
Simondon (1924–1989), varlığı sabit özlere indirgemek yerine ilişkisel süreçler
ve oluş üzerinden açıklayan yenilikçi bir filozoftur. Felsefesi, bireyleşme
adını verdiği sürece dayanır; buna göre bir “birey”, önceden verilmiş değişmez
bir öz değildir, sürekli devam eden bir oluşumun sonucudur. Simondon, fiziksel
dünyadan canlılara, zihinden topluma kadar her düzeyde varoluşun bu bireyleşme
süreci içinde anlaşılması gerektiğini savunur. Bu analizde Simondon’un
ilişkisellik kavramını altı başlık altında ele alacağız: (1) Bireyleşme
Teorisi, (2) Ontogenez ve Metastabilite, (3) İlişkisel Ontoloji,
(4) Teknik Nesneler, (5) Toplumsal İlişkiler ve (6) Simondon’un
Etkilediği ve Etkilendiği Düşünceler. Her bölümde Simondon’un temel
fikirlerini teorik açıdan açıklayacak, günlük hayattan örneklerle
somutlaştıracak ve modern bilimle bağlantılarını vurgulayacağız.
1.
Bireyleşme Teorisi
Simondon’un
en önemli katkısı bireyleşme teorisidir. Geleneksel felsefede birey,
genellikle değişmez bir öz veya kapalı bir varlık olarak düşünülürdü. Simondon
buna karşı çıkarak, bireyi oluş halindeki bir süreç olarak tanımlar. Ona göre birey,
bireyleşme denilen durmaksızın işleyen bir sürecin ürünüdür; bir sebep
değil, bir sonuçtur. Bu, “atomik” ya da yalıtılmış bir birey fikrini reddeder;
onun yerine, asla tamamlanmayan ve her an devam eden bir bireyleşme
süreci koyar.
Simondon
bireyleşme sürecini farklı düzlemlerde incelemiştir: fiziksel, biyolojik
(ya da “vital”), psişik (zihinsel) ve kolektif (toplumsal)
boyutlar. Her düzlemde ortak olan, varlığın başlangıçta “ön-bireysel” (henüz
tam oluşmamış) bir durumdan, belirli bir bireye doğru farklılaşmasıdır. Örneğin
fiziksel bireyleşmeye klasik bir örnek, süpersatüre bir tuz
çözeltisinden bir kristalin oluşumudur: Çözelti başlangıçta tekdüze ve
dengededir, ancak küçük bir tetikleyici (örn. bir toz zerresi) çözeltideki
gizil yapıları ortaya çıkarır ve bir tuz kristali oluşur. Bu süreçte yeni
bir birey (kristal) ortaya çıkar ve geride kalan sıvı, kristalin “ortamı”
olarak farklılaşır. Böylece bireyleşme, birey ve ortamın birlikte doğduğu
bir olaydır. Biyolojik bireyleşme ise örneğin bir tek hücreli zigotun
gelişerek çok hücreli bir organizma haline gelmesinde görülür. Zigot içindeki
genetik ve kimyasal potansiyeller, uygun koşullar altında etkileşerek embriyoyu
oluşturur. Organizma geliştikçe, iç yapıları farklılaşır ve çevresiyle
madde-enerji alışverişine girerek varlığını sürdürür. Simondon’a göre canlı
varlık, sadece bir kez birey haline gelip durmaz; yaşam, sürekli bir bireyleşme
(oluş) halinde olmaktır. Psikolojik (psişik) bireyleşme de benzer
şekilde, insan zihninin bebeklikten itibaren deneyimler ve etkileşimler yoluyla
bir kişilik, bir “benlik” oluşturmasını ifade eder. Örneğin bir çocuk,
ailesiyle ve çevresiyle kurduğu etkileşimler sayesinde kendini keşfeder,
kararlar alır, öğrenir; böylece tekil bir birey haline gelir. Ancak bu süreç
hiçbir zaman tamamlanmış bir “mükemmel ben” ile sonlanmaz – insan ömrü boyunca
yeni deneyimler, bilgiler ve ilişkilerle benlik dönüşmeye devam eder.
Simondon, bir bireyin her zaman belli oranda “oluş halinde” kaldığını, hiçbir
bireyleşmenin tam manasıyla bitmediğini vurgular. Nitekim her bireyleşme,
geride daima yeni oluşumlara kaynaklık edebilecek bir ön-bireysel artık bırakır.
Bu, bireyin içinde hala gerçekleştirilememiş potansiyeller olduğuna ve ileride
yeni değişimler geçirebileceğine işaret eder. Kısaca, Simondon’un bireyleşme
teorisi, varlığı durağan değil dinamik görür: Birey, süreç içinde ortaya
çıkar ve süreç devam ettiği sürece varlığını korur.
Günlük
hayattan bir örnekle bunu somutlaştıralım: Bir insanın meslek sahibi olma
sürecini düşünelim. Diyelim ki biri öğretmen oluyor. Bu kişi, öğretmenlik
eğitimine başladığında henüz tam anlamıyla “öğretmen” değildir, ama içinde bu
role dair pek çok potansiyeli barındırır (bilgi edinme, pedagojik beceriler
geliştirme, öğrencilerle ilişki kurma yeteneği vb.). Eğitim süreci ve stajlar
boyunca, teorik bilgi ve pratik deneyim birikimiyle bu potansiyeller adım adım
gerçekleşir – kişi öğretmen olarak bireyleşir. Mezun olup sınıfa
girdiğinde artık bir “öğretmen birey”dir, ancak süreç burada da bitmez; her
ders anlatışında, her öğrenciyle etkileşiminde hem kendini geliştirir hem de
öğretmenlik kimliğini yeniden tanımlar. Yani öğretmen “olmak” bitmiş bir
durum değil, sürekli süren bir oluş halidir. Bu örnek, bireyleşmenin nasıl
kesintisiz bir süreç olduğunu gösterir. Simondon’un ifadesiyle, birey bir süreç
anının durağan sonucu değil, sürecin ta kendisidir.
2.
Ontogenez ve Metastabilite
Ontogenez, basitçe “varoluşun oluşumu”
anlamına gelir. Simondon, ontolojiyi (varlık felsefesini) statik bir varlık
anlayışıyla değil, ontogenez perspektifinden ele alır: Ona göre varlık,
sürekli oluş halindedir ve ancak bu oluş süreci içinde anlaşılabilir. Bu
noktada Simondon, modern bilimden ödünç aldığı metastabilite kavramına
büyük bir rol verir. Metastabilite, tam dengede olmayan ama küçük bir
etkiyle yeni bir denge durumuna geçebilen sistemleri tanımlar. Yani metastabil
bir sistem, içinde barındırdığı enerji veya potansiyel sayesinde değişime
açıktır, ancak dışarıdan bir tetikleme olmadan mevcut halinde kalır. Bu kavram,
Simondon’un ontogenez anlayışının kalbindedir: Varoluşun başlangıç hali
metastabildir, çünkü birden fazla olası yöne evrilebilecek gerilimler ve
potansiyeller içerir.
Simondon,
geleneksel felsefenin “değişmez öz” arayışının, varlığı durağan düşünme
alışkanlığından kaynaklandığını söyler. Oysa 20. yüzyılın bilimsel gelişmeleri
–örneğin termodinamik ve kuantum mekaniği– bize doğrudan kararlı (stabil)
olmayan, aksine olasılıklar içeren durumların temel olabileceğini
gösterdi. Metastabilite kavramını bir analoji olarak kullanan Simondon,
varlığı “başlangıçta birden fazla olasılığı içinde taşıyan” bir sistem olarak
düşünür. Bu, felsefede bir paradigma değişimi gerektirir: Eğer varlık
metastabil ise, değişim ve farklılaşma, varlığın arızi bir durumu değil,
bizzat varoluşun özsel bir niteliğidir. Başka bir deyişle, var olmak,
oluş halinde olmaktır.
Metastabiliteyi
anlamak için günlük hayattan basit bir fizik örneği verelim. Kışın bazı günler
havanın ısısı 0°C’nin altına düştüğü halde su bir türlü buz tutmaz; cam gibi
duru bir su olarak kalır (bu olaya “aşırı soğutulmuş su” denir). Elimize böyle
bir şişe su aldığımızı düşünelim: Su -5°C’de hala sıvı haldedir ve dışarıdan
bakınca kararlı gibidir. Fakat şişeyi aniden sallarsak veya içine ufacık bir
buz kristali atarsak, bir anda suyun tamamı buz kristallerine dönüşür.
İşte aşırı soğutulmuş suyun bu durumu metastabildir – küçük bir etki,
sistemin dengesini bozup yeni bir düzene (suyun buz haline) geçmesini sağlar.
Simondon bu örneği özellikle kullanır: Süpersoğutulmuş su, içinde gizil
(potansiyel) bir düzen barındırır; ufak bir tohum kristal, o gizil yapıyı
açığa çıkarıp tüm sistemin başka bir düzene evrilmesine yol açar. Simondon der
ki, varlığın “ön-bireysel” hali de tıpkı bu süpersatüre çözeltidir.
Henüz belirli bir birey ortaya çıkmamıştır ama varlığın içinde farklı yönlere
gidebilecek, birbiriyle uyumsuz (heterojen) potansiyeller mevcuttur. Bireyleşme
süreci, tıpkı kristalin oluşması gibi, bu metastabil durumda bir etkileşim
veya “tetikleyici” sayesinde gerçekleşir ve varlık belirli bir form kazanır.
Metastabilite
sadece fizikte değil, canlı sistemlerde ve toplumsal durumlarda da
gözlemlenebilir. Örneğin bir toplumda uzun süre biriken huzursuzluklar
düşünelim: Yıllarca süren adaletsizlikler ve memnuniyetsizlikler metastabil bir
toplumsal durum yaratabilir – yani yüzeyde düzen korunurken, altında değişim
potansiyeli büyür. Küçük bir kıvılcım (örneğin bir protesto olayı) tüm sistemi
birden farklı bir düzene (mesela geniş çaplı bir toplumsal harekete veya
değişime) sürükleyebilir. Benzer şekilde, bir insanın psikolojisi de metastabil
olabilir: Uzun süre bastırdığı duygular, küçük bir tetikleyiciyle ani bir
değişime (örneğin bir farkındalık veya kriz anına) yol açabilir. Simondon’a
göre, bu tür örnekler varlığın genel ilkesiyle tutarlıdır: Her şey, kararlı
göründüğü anlarda bile, aslında içinde saklı bir “oluş enerjisi” taşır.
Ontogenez, işte bu enerjinin açığa çıktığı, varlığın kendini yeniden
yapılandırdığı süreçtir.
Bu bağlamda
Simondon, varlığı anlamak için metaforik olarak enerji dolu bir alan
düşünmemizi ister. Nasıl ki kuantum fiziğinde bir parçacık, gözlemlenene dek
dağılım halindeki bir olasılıklar bulutuysa (yani kesin bir konumdan ziyade
olası birçok konumdur), Simondon da bireyleşme öncesi varlığı birden fazla
sonuç ihtimalini içinde barındıran bir durum olarak görür. Bu yüzden
varlığı “bir” değil, “birden çok” (more-than-one) olarak tanımlar; çünkü tüm
potansiyelleri tek seferde gerçekleşmez, farklı koşullarda farklı yönlere
gidebilir. Metastabilite, varlığın yaratıcı çoğulluğunun koşuludur
diyebiliriz. Böylece Simondon, değişimi açıklamakta yetersiz kalan klasik
dengeli sistem anlayışını aşarak, varoluşun özündeki kararsız dengeyi
felsefenin merkezine yerleştirir.
3.
İlişkisel Ontoloji
Simondon’un
felsefesi, genel olarak ilişkisel bir ontoloji olarak tanımlanır. Bu,
varlığın ve bireyin ancak ilişkiler ağı içinde anlaşılabileceği anlamına
gelir. Klasik metafizik, bir varlığın “özünü” onu diğer şeylerden yalıtarak
tanımlamaya çalışırdı; oysa Simondon, bir varlığın ne olduğunu belirleyen
şeyin, onun ilişkide bulunduğu diğer unsurlar ve taşıdığı potansiyeller olduğunu
savunur. Bir önceki bölümlerde anlatılan bireyleşme ve ontogenez kavramları,
zaten bu ilişkisel anlayışı zemin olarak alır. Birey, kendi içine kapalı bir
töz (substance) değildir; aksine, ortaya çıkabilmesi için bir ortamla,
bir ilişkiler bütünlüğüyle etkileşime girmesi gerekir. Dahası, birey
oluştuktan sonra bile tamamen yalıtık kalmaz: İçinde barındırdığı
gerçekleşmemiş potansiyeller (ön-bireysel “artık”), onu hem kendi içindeki
unsurlarla ilişkili tutar, hem de dış çevresiyle gelecekte kuracağı ilişkilerin
temelini oluşturur. Simondon şöyle der: Süreç (oluş) ve ilişkiler, ilke ve
özün yerini alır; yani varlığın temel tanımı, onun değişmez kimliği değil,
değişim süreci ve ilişkileridir.
Bu noktayı
daha anlaşılır kılmak için gündelik bir örnek düşünelim: Bir kişinin kimliği ve
kişiliği nedir? Yaygın bir düşüncede, sanki her insanın doğuştan getirdiği
sabit bir “mizaç” veya “öz” olduğu varsayılır. Oysa gerçekte bizler, büyük
ölçüde ilişkilerimiz içinde şekilleniriz. Örneğin bir insan düşünün:
Aynı kişi, ailesinin yanında “evlat” rolüyle uyumlu, arkadaşlarıyla esprili bir
dost, iş yerinde disiplinli bir çalışan olabilir. Bu kişi, bu farklı ortamlarda
kendisinin farklı yönlerini ortaya koyar ve aslında bu ilişkiler ağı sayesinde
“kim” olduğunu tanımlar. Eğer bu kişi tamamen izole bir ortamda büyüseydi,
bugün sahip olduğu özelliklerin birçoğu gelişmezdi. Dolayısıyla insan,
ilişkileri sayesinde bir birey haline gelir diyebiliriz. Simondon’un
terimleriyle, birey daima bir birey-muhit (individü-milieu) çifti olarak
ortaya çıkar; yani bir birey ve onun çevresi birlikte belirir ve birlikte
tanımlanırlar. Hiçbir birey, ortamından (fiziksel çevre, toplumsal bağlam,
tarihi koşullar vs.) bağımsız anlaşılmaz.
Simondon,
ilişkisel ontolojisini temellendirmek için ön-bireysel gerçeklik
kavramını kullanır. Ön-bireysel hal, henüz belli bir bireye dönüşmemiş,
potansiyeller bütünüydü demiştik. İşte bu ön-bireysel gerçeklik, Simondon’a
göre, bir ilişkiler gerçekliğinin başlangıcıdır. Yani henüz ortada
birey yokken bile, varlık bir ilişkiler ağı barındırır. Bunu şöyle
düşünebiliriz: Birden fazla olasılığı içinde barındıran bir sistem, aslında o
olasılıklar arasında bir gerilim, bir ilişkisellik içerir. Simondon, varlığın
en temelde “birden fazla” oluşunu, heterojen (türdeş olmayan) öğelerin
birlikte var oluşunu, ontolojinin temeline koyar. Dolayısıyla ontolojideki
klasik “tekillik” veya “birlik” vurgusu yerine, çoğulluk ve farklılaşma
vurgusu gelir. Simondon, “varlık birden çoktur” derken aslında varlığın
özünün ilişkisel olduğunu ima eder: Çünkü bir şey ancak başka bir şeye göre
çokluk arzedebilir.
İlişkisel
ontolojinin bir diğer boyutu, içsel ve dışsal ilişkilerin birliğidir.
Örneğin, bir organizmanın organları arasındaki ilişkiler onun içsel yapısını
oluştururken, aynı organizmanın ekosistemindeki yeri onun dışsal ilişkilerini
oluşturur. Simondon açısından bu ikisi süreklidir: Organizma, yaşamını
sürdürmek için çevresiyle sürekli madde ve enerji alışverişi yapar; iç
dengesini korumak (homeostasis) için dışarıdan besin alır, atık verir,
çevresine uyum sağlar. Bu anlamda canlı bir varlığı “kendisi” yapan şey,
kapalı bir öz değil, bu iç ve dış ilişkilerin örüntüsüdür. Simondon,
Kierkegaard’ın benlik tanımına atıfla, bireyi “kendiyle ilişkide olan bir
ilişki” olarak bile tanımlar. Yani birey, kendi içindeki unsurların ilişkisi
ve çevresiyle ilişkisinin sürekli bir geri beslemesi olarak düşünülebilir.
Simondon’un
ilişkisel ontolojisi, modern bilimin bazı bulgularıyla da güç kazanır. Yukarıda
kuantum mekaniğine yaptığı göndermeyi gördük: Kuantum durumda parçacıklar ancak
etkileşim (ölçüm gibi) yoluyla belirli bir duruma geçiyorlar. Bu,
fiziğin en temel düzeyinde bile ilişkisel bir olgu olduğunu gösterir. Yine
ekoloji ve sistem biyolojisi gibi alanlar, bir canlıyı anlamak için onu
ekosisteminin veya hücresel ortamının ilişkileri içinde ele almak gerektiğini
vurgular. Örneğin bir arıyı ele alalım: Tek bir bal arısı, kovandan ve çiçekli
bitkiler ekosisteminden yalıtıldığında yaşamını sürdüremez. Arının “ne olduğu”,
aslında bu ilişkisel ağ içinde anlam kazanır (arı-çiçek ilişkisi, arı-koloni
ilişkisi). Bu, Simondon’un “birey-çevre çifti” kavramının canlı bir örneğidir: Arı
ile kovan, arı ile çiçek birbirini birlikte var eder. İnsan toplumu için de
benzer şekilde, bireyler ve kültürel ortamları ayrılmaz biçimde birbirini
yaratır.
Özetle,
Simondon’un ontolojisinde ilişki, varlıktan önce gelir. Bir başka
deyişle, varlığı “ilişkiden bağımsız, kendi başına var olan bir öz” olarak
düşünmek hatalıdır; tam tersine, varlık, ilişkiler dokusundan ortaya çıkan
bir düğümdür. Bu nedenle Simondon, özcü (essentialist) düşünceyi reddedip
yerine ilişkisel süreçleri koyar. Bu yaklaşım, felsefede giderek önem
kazanan süreç felsefesi ve ağ teorileri ile uyum içindedir.
Örneğin Alfred North Whitehead de süreç metafiziğinde benzer biçimde,
bir varlığı onu oluşturan ilişkisel olayların bir toplamı olarak görmüştür.
Simondon, kendi döneminde bu ilişkisel dönüşümü bilimsel kavramlarla da
destekleyerek özgün bir ontoloji inşa etmiştir.
4. Teknik
Nesneler
Gilbert
Simondon, yalnızca canlılar veya fiziksel süreçler için değil, teknik
nesneler için de bireyleşme ve ilişkisel ontoloji fikirlerini uygulamıştır.
Hatta ikinci büyük eseri “Teknik Nesnelerin Varlık Modu” (Du mode
d’existence des objets techniques, 1958) tamamen teknoloji felsefesine
dairdir. Simondon’a göre, makineler ve teknik cihazlar da birer oluş
sürecine tabidir; onların da bir “individüasyon” (bireyleşme) öyküsü
vardır. Bu yaklaşım, teknolojiyi durağan bir aletler bütünü olarak gören
yaygın anlayıştan farklıdır. Simondon, bir motoru veya bir radyoyu incelerken,
onu tarihsel ve işlevsel ilişkileri içinde değerlendirir: Nasıl ortaya
çıktı, nasıl gelişti, insanla ve diğer makinelerle nasıl bir etkileşim halinde?
Simondon’un
teknik nesnelere bakışı birkaç kilit kavramla özetlenebilir. Bunlardan ilki somutlaşma
(concretization) kavramıdır. Bir teknik nesnenin somutlaşması, onun
parçalarının ve işlevlerinin gitgide daha uyumlu ve bütünleşik hale gelmesi
sürecidir. Örneğin ilk icat edilen makineler, çoğunlukla farklı parçaların yan
yana eklemlenmesiyle oluşmuş “kaba” sistemlerdir. Zamanla mühendisler bu
makineleri geliştirirken, parçaların çoklu işlevler görmesini, makinenin kendi
içinde bazı ihtiyaçlarını çözmesini sağlarlar. Somutlaşmaya sık verilen bir
örnek, içten yanmalı motorların evrimidir. İlk otomobillerde motoru
çalıştırmak için ayrıca elle çevrilen bir kol (krank kolu) gerekiyordu. Motor,
soğutma için bir radyatöre ve su haznesine, çalışmak için dışarıdan elle
verilmesi gereken ilk harekete ihtiyaç duyuyordu. Zamanla mühendislik ilerledi
ve bu harici krank kolu yerine motorun kendi gücüyle çalışmasını başlatan marş
motoru eklendi; radyatör ve motor bloğu daha entegre hale getirildi. Böylece motor
giderek daha “somut” bir teknik birey haline geldi, yani kendi destek
sistemlerini içkinleştirdi ve tek bir uyumlu bütün olarak çalışmaya başladı.
Simondon bunu, teknik nesnenin “doğallaşması” gibi de görür: “Teknik
somutlaşma, ilk başta yapay olan nesneyi gitgide doğal bir nesneye benzer hale
getirir” der (bir kuşun vücudundaki her organın bütünsel işlemesi gibi,
olgun bir makine de parçalarının tam uyumuyla çalışır).
İkinci
önemli kavram ilişkisel bütünlük veya Simondon’un terimiyle “birlikte-çalışan
ortam” (associated milieu) kavramıdır. Her teknik nesne, belli bir ortamla
birlikte var olur. Örneğin bir otomobil motoru, sadece metal parçalardan ibaret
değildir; aynı zamanda yakıt, hava ve soğutma suyu gibi unsurlarla birlikte bir
sistem oluşturur. Erken dönem bir makine, çevresine daha bağımlıyken,
somutlaşma arttıkça kendi iç ortamını kısmen yaratır. Simondon, olgun bir
teknik nesnenin kendi çevresini de dönüştürerek bir denge kurduğunu
belirtir. Örneğin modern bir buzdolabı düşünelim: İlk buzdolaplarında soğutma
işlevi verimsiz ve çok dış koşullara bağlıydı. Şimdi ise buzdolabının içinde
termostatlar, yalıtım malzemeleri vb. sayesinde, cihaz adeta kendi küçük
iklimini yaratıyor. Buzdolabı, mutfağın genel ortamından izole bir “soğuk
ortam” oluşturarak çalışıyor. İşte bu, teknik nesnenin kendi etrafında bir
ilişkisel ortam kurabilmesi anlamına gelir.
Simondon,
teknik nesnelere ilişkin bu analizini daha büyük bir kültürel ve felsefi
probleme bağlar: Teknik ile kültürün yarılması. Ona göre modern toplum,
teknik nesneleri ya yalnızca faydacı bir bakışla “alet” olarak görmekte ya da
onlara karşı bir tür korku ve yabancılaşma geliştirmektedir
. İnsanlar
makineleri ya büyülenerek yüceltir (“teknofili”) ya da ruhsuz ve tehlikeli
görüp uzak durur (“teknofobi”). Bu iki uç yaklaşım da, makinelerin gerçek
doğasının anlaşılmamasından kaynaklanır. Simondon’a göre asıl yabancılaşma,
makinelerin kendisinden değil, onlar hakkındaki bilgisizlikten doğar. Oysa
makineler, insanın ve doğanın bir parçasıdır; insan emeğinin ve zekâsının
ürünüdür, aynı zamanda doğadaki fiziksel-ilkesel güçleri somutlaştırırlar.
Örneğin bir buharlı lokomotif, bir yandan insanın ulaşım ihtiyacına cevaptır
(kültürel bir isteğin ürünüdür); öte yandan suyun buhar basıncıyla genleşmesi
gibi doğal bir kuvveti kullanır (doğal bir prensibi teknik hale getirir). Yani
teknik nesne, insan ile doğa arasındaki bir aracı gibidir. Simondon der
ki: “Teknik nesneyi aracı kılan, insan ile dünya arasındaki birlikten kopuştan
sonra, tekrar bir birlik arayışıdır.” İnsan düşüncesi, doğadan ve kendi alet
yapma eyleminden kopuk olduğu sürece, makineleri ya yüceltip onlara mitler
atfeder (örneğin bilinçli robot efsanesi) ya da değersizleştirip salt alet
düzeyine indirger. Oysa teknik nesnelerin gerçekten anlaşılması, onları ne
putlaştırmaya ne de şeytanlaştırmaya gider; onları bir gelişim sürecinin,
insan yaratıcı etkinliğinin ve doğal süreçlerin bir parçası olarak görmeye
götürür.
Simondon, bu
anlayışı yaygınlaştırmak için teknik kültürün genişlemesini savunur. Herkesin
teknik nesnelerin çalışma ilkesini, tarihini az çok anlaması gerektiğini
düşünür. Böylece insan ile makine arasında daha sağlıklı bir ilişki kurulacak,
yabancılaşma azalacaktır. Nitekim Simondon’un fikirleri, sonraki yıllarda Bernard
Stiegler gibi düşünürler tarafından geliştirilerek “genel organoloji”
(insan-organ-teknik bütünlüğü) ve “farmakoloji” (teknolojinin hem zehir hem
ilaç oluşu) gibi kavramlarla zenginleştirilmiştir. Günümüzde yapay zekâ, büyük
veri, akıllı telefonlar gibi teknolojiler hayatımızın merkezinde yer alırken,
Simondon’un makinelerin doğası hakkındaki çözümlemeleri daha da anlam
kazanıyor. Örneğin, bir akıllı telefon ele alalım: Bu cihaz, telefon,
kamera, bilgisayar, navigasyon gibi eskiden ayrı olan teknik işlevleri tek bir
bünyede somutlaştırmıştır. İlk cep telefonları sadece arama
yapabilirken, bugünün akıllı telefonu bir fotoğraf makinesiyle aynı merceklere,
bir bilgisayarla aynı işlem gücüne sahip. Bu dönüşüm, Simondon’un tarif ettiği
teknik bireyleşmenin bir örneğidir. Ayrıca telefonumuz tek başına bir cihaz
gibi görünse de sürekli bir ağ ilişkisi içindedir – baz istasyonları,
internet, bulut sunucular, uydu sinyalleriyle iletişim kurar. Yani tek bir
teknik birey olarak telefon, devasa teknik-toplumsal bir ağın düğüm noktasıdır.
Simondon’un zamanında böylesi dijital ağlar yoktu, fakat onun ilişkisel
perspektifi, bugünkü teknolojiyi anlamak için halen yol göstericidir. Nitekim
Simondon, bilgi çağının doğuşundan önce yazmasına rağmen, teknik nesnelerin
21. yüzyılda toplumsal yaşamı nasıl etkileyeceğini öngörmüştür. Onun
teknoloji felsefesi, insan ile makina arasındaki ilişkiyi daha bütüncül
kavramamızı sağlayarak, çağdaş teknolojik sorunlara (örneğin AI etiği,
teknolojik işsizlik, dijital kültür) dair de derinlikli bir perspektif sunar.
5.
Toplumsal İlişkiler ve “Transbireysellik”
Simondon,
bireyleşme sürecinin sadece fiziksel, biyolojik veya psikolojik düzeyde
kalmadığını, toplumsal (kolektif) boyuta uzandığını özellikle vurgular.
Hatta “psişik ve kolektif bireyleşme” üzerine ayrı bir eser yazarak
(L’individuation psychique et collective) birey ve toplum ilişkisini
çözümlemeye girişmiştir. Onun görüşüne göre, insan bireyi, asla tek başına
ve soyut bir varlık değildir; her zaman başka bireylerle beraber, onlarla
ilişkilenerek birey olur. Simondon bunu ifade etmek için “transindividuel”
(Türkçe’de genellikle “transbireysel” ya da “bireyötesi” olarak
çevrilir) kavramını kullanır. Transbireysel, bireylerarası ilişkiler
düzleminde ortaya çıkan, ne tamamen bireysel ne de tamamen kolektif olan bir
gerçekliğe işaret eder. Bir bakıma, bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu
ortak bir alan veya bağ diyebiliriz. Simondon’a göre her insan, kendi
içinde çözemediği bazı sorunları, ancak diğer insanlarla etkileşim kurarak
çözebilir; kendi potansiyelini tam gerçekleştirebilmek için başkalarına ihtiyaç
duyar. Bu yüzden insanın psişik (zihinsel) bireyleşmesi, ancak kolektif
bireyleşmeyle el ele ilerler.
Simondon, “psişik
bireyleşme her zaman aynı anda hem bir bireysel özne hem de bir kolektif özne
yaratır” der; üstelik bunlar birbirlerini karşılıklı olarak koşulla. Yani
bir yandan bireyler bir toplum oluşturur, diğer yandan toplum da bireyleri
şekillendirir – bu süreç döngüseldir. Örneğin dil olgusunu ele alalım: Bir
bebek, çevresindeki insanların konuşmalarını taklit ederek dil öğrenir ve
zamanla kendini dil aracılığıyla ifade eden bir özne haline gelir. Dil,
kolektif bir ürün (toplumun yaratımı) olmasa, o bireyin zihinsel gelişimi çok
eksik kalırdı; öte yandan dil de ancak insanlar onu kullanıp değiştirdikçe
yaşamaya devam eder. Bu durumda, birey ile kolektif beraber bireyleşir
diyebiliriz: Bebeğin zihni (psişik birey), dili ve kültürü paylaştığı
toplulukla (kolektif) etkileşim içinde gelişir. Simondon, bu süreci teorik
olarak açıklarken şöyle bir benzetme yapar: Kristal örneğini hatırlarsak, bir
kristal oluşurken çevresinde onu besleyen bir aşırı doygun çözelti ortamı
(milieu) yaratıyordu. Benzer şekilde, psişik birey de ancak başka psişik
bireylerin oluşturduğu bir kolektif ortam içinde kendi kristalini oluşturabilir.
İnsanın içinde, tek başına aşamayacağı gerilimler, sorular, “problematik”
durumlar vardır; bunlar ancak kolektif düzeyde çözüme kavuşur. Örneğin
insanın anlam arayışı, değer oluşturma çabası bireysel planda tamamlanamaz;
ancak diğer insanlarla etkileşimde, ortak değerler ve kültür yaratımı sürecinde
bir nebze çözümlenir.
Simondon’un
kendi ifadeleriyle: “Bireyleşme, bireyi bir grup birey haline getirir;
birey, taşıdığı ön-bireysel gerçeklik sayesinde grupla birleşir. Bireyin
içindeki ön-bireysel gerçeklik, diğer bireylerin ön-bireysel gerçeklikleriyle
eşleşerek kolektif bir birime doğru bireyleşir. Kolektif ve psişik
bireyleşmeler birbirine göre karşılıklıdır.”. Bu alıntı biraz karmaşık
görünse de özü şudur: Her birimizin içinde, sadece bize ait olmayıp insanlık
tarihinden, doğadan ve kültürden gelen bir ortak potansiyel vardır
(Simondon bunu ön-bireysel gerçeklik olarak adlandırır). Bu potansiyel, başka
insanların da içinde vardır ve biz insanlar bir araya geldiğimizde, içimizdeki
bu ortak potansiyel birleşerek kolektif bir oluşuma dönüşür. Örneğin bir
müzik topluluğunda, farklı müzisyenler kendi yetenek ve duygularını ortaya
koyup birlikte çaldığında, ortaya tek tek hiçbirine indirgenemeyecek bir
“orkestra” çıkar. Bu orkestra, kolektif bir bireyleşmedir; müziğin ruhu,
müzisyenlerin ötesinde ama onlarla birlikte var olur. Benzer şekilde, toplumsal
kurumlar, ortak projeler, kültürel değerler hep böyle ortaya çıkar: İnsanlar
arası ilişkilerin taşıyıcı olduğu üst bir gerçeklik olarak. Simondon bu
yüzden “birey ancak toplulukla birlikte tam olur” diyebilir. Birey kendi
başına eksiktir; toplumsal etkileşim, onun eksiğini tamamlar, onun bireyleşme
sürecinin devamını sağlar.Günlük hayatımızda da bunun sayısız örneği var: Bir
arkadaşınızla dertleştiğinizde, kafanızı kurcalayan bir sorunu onunla konuşarak
rahatlattığınızda, aslında transbireysel bir sürece giriyorsunuz. İki zihin
arasındaki empati ve anlayış, her iki bireyin de bireyleşme sürecine katkı
yapıyor – belki siz kendinizi daha iyi anlıyorsunuz, arkadaşınız da kendi
deneyimlerini gözden geçiriyor. Bu, karşılıklı bireyleşmedir. Toplumsal
düzeyde ise mesela bir ulusun ortak hafızası, tarih boyunca yaşanmış kolektif
deneyimlerin bireylerce paylaşılmasıyla oluşur; milli kimlik denen olgu, tek
tek bireylerin ötesinde, onların ilişkilerinin bir ürünüdür. Simondon, Hegel’in
tanınma (recognition) kavramına benzer biçimde, insanın kendini
gerçekleştirmesi için ötekinin tanımasına ve ortak bir dünya kurmaya muhtaç
olduğunu belirtir. Ancak Simondon, Hegel’den farklı olarak, bunu salt bilinç
diyalektiğiyle değil ontolojik bir süreçle açıklar: Öznelerarası ilişki,
içimizdeki ön-bireysel potansiyelin açığa çıkmasına vesile olur. Bu yüzden
insanın kendini tanıması bile, aslında bir toplumsal süreçtir.
Simondon’un
toplumsal bireyleşme anlayışı, günümüz sosyal bilimlerinde de yansımalar bulur.
Örneğin sosyal psikolojide birey ve grup ilişkisi, Simondon’un öngördüğü üzere
çift yönlü etkileşim olarak ele alınır: Bireyler grupları oluşturur ama gruplar
da bireylerin davranış ve inançlarını biçimlendirir. İlişkisel sosyoloji
diyebileceğimiz yaklaşımlar (mesela aktör-ağ teorisi, toplum ağları
analizi) tek tek aktörleri değil, onların bağlantılarını ve etkileşimlerini
inceleyerek toplumun nasıl “örüldüğünü” anlamaya çalışır. Simondon’un bir başka
etkisi de, kolektif bilinç veya ortak zeka kavramlarında
görülebilir. Örneğin bugün “kolektif zeka” (collective intelligence)
dediğimizde, bir grubun birlikte, tek tek bireylerin yapamayacağı kadar
karmaşık problemleri çözebildiğini anlıyoruz. Bu da Simondon’un
transbireysellik fikrine paraleldir: Bir araya gelen bireyler, paylaştıkları
potansiyeller sayesinde daha üst bir düzeyde bir bireyleşme gerçekleştirirler.
Simondon, birey-toplum ilişkisini ne salt bireycilerin yaptığı gibi birey
lehine, ne de salt toplumcuların yaptığı gibi toplum lehine çözer; bunun yerine
süreçsel bir birliktelik sunar. İnsanlar arası ilişkiler, ontolojinin
(varlık anlayışının) ayrılmaz bir parçasıdır ve epistemolojide (bilgi
anlayışında) da bunu göz önünde bulundurmak gerekir: Yani kendimizi ve
başkalarını, bu ilişkisel dinamiği hesaba katmadan doğru anlayamayız.
6.
Simondon’un Etkilediği ve Etkilendiği Düşünceler
Simondon’un
felsefesi hem geçmiş düşünce akımlarından beslenmiş, hem de kendisinden sonra
gelen birçok düşünürü derinden etkilemiştir. Onun etkilendiği başlıca
filozoflar arasında Henri Bergson, Baruch Spinoza ve Alfred North
Whitehead sayılabilir. Etkilediği düşünürler ise başta Gilles
Deleuze ve Bernard Stiegler olmak üzere, teknoloji felsefesinden sosyal teoriye
pek çok alanda hissedilir.
Bergson: Simondon, Bergson’un süre (durée)
kavramındaki akışkanlık ve yaratıcı oluş fikrinden esinlenmiştir. Bergson,
evrende sürekli bir “yaratıcı evrim” olduğunu, hayatın durağan kalıplara
sığmadığını savunuyordu. Simondon da benzer biçimde, varlığı sürekli evrimleşen
bir süreç olarak gördü. Özellikle canlıların oluşumu konusunda Bergson’un élan
vital (yaşam hamlesi) kavramı ile Simondon’un metastabil potansiyelleri
arasında bir akrabalık vardır. Ancak Simondon, Bergson’un sezgisel ve sürekli
vurgusunu alıp, bunu bilimsel kavramlarla desteklemeye çalıştı: Örneğin Bergson
değişimi vurgulamıştı ama mekanizmasını belirsiz bırakmıştı; Simondon ise
transdüksiyon, bilgi, formasyon gibi terimlerle oluşun nasıl gerçekleştiğini
tarif etmek istedi. Her iki düşünür de indirgemeci ve statik görüşlere karşı
çıkarak, özgün bir süreç felsefesi geliştirdiler. Bergson ile
Simondon’un ortak noktası, varlığın anlaşılmasında zaman ve değişimin
birincil önemde olmasıdır. Simondon, Bergson’un madde ve zihin arasında
kurduğu sürekliliği de desteklercesine, fiziksel bireyleşme ile psişik
bireyleşmeyi tek bir kontinuumun parçaları olarak ele aldı. Bu yönüyle,
Bergsoncu geleneğin 20. yüzyıl ortasındaki devamı gibidir. Öte yandan Simondon,
Bergson’un sezgiciliğini biraz aşarak, daha yapısal bir açıklama peşindedir;
ama her halükârda Bergson’un “oluş” metafiziği onun düşüncesinin arka planında
hissedilir.
Spinoza: 17. yüzyıl filozofu Spinoza, modern
öncesi dönemde dahi son derece ilişkisel bir ontoloji önermişti. Spinoza’ya
göre tek bir töz (doğa ya da Tanrı) vardır ve tüm tekil varlıklar onun
“modalite”leridir, yani o tek varlığın belirli görünümleridir. Bu, aslında tüm
var olanların birbiriyle içkin bir ilişki halinde olduğu anlamına gelir. Ayrıca
Spinoza, bireyleri ilişkilerin dengesi olarak tanımlar: Bir birey (ister
bir taş olsun, ister insan bedeni) aslında daha küçük parçaların belli bir oran
ve düzen içinde birleşmesinden oluşur ve çevresiyle etkileşim halinde varlığını
sürdürür. Bu fikirler, Simondon’un düşüncesiyle şaşırtıcı derecede uyumludur.
Simondon’un “ön-bireysel alan”ı, Spinoza’nın tekil tözünün bir modern versiyonu
gibi düşünülebilir; zira ön-bireysel olan, tüm bireylerin çıktığı ortak bir
varlık alanıdır. Simondon da Spinoza gibi, bireylerin asla mutlak olarak
ayrık olmadığını, daha derin bir bütünlüğün parçası olduğunu ima eder.
Ayrıca Spinoza’nın vurguladığı “modus”lar arası karşılıklı nedensellik
(örneğin birbirini etkileyen varlıklar) Simondon’da, bireylerin karşılıklı
bireyleşmesi fikrine benzer. Spinoza’nın Conatus (varlığın kendi
varlığını sürdürme çabası) kavramı da, Simondon’un bir bireyin iç gerilimlerini
dengeleyerek var olma mücadelesiyle ilişkilenebilir. Özetle, Simondon ilişkisel
ontolojisiyle bir bakıma Neo-Spinozacı bir çizgidedir: Öz yerine
ilişkiler, yalıtılmış birey yerine bütünsellik vurgusu söz konusudur. Nitekim
Simondon’un fikirleri, daha sonra Spinoza’yı yorumlayan düşünürlerce de
kullanıldı; örneğin Étienne Balibar, Spinoza’nın çokluk ve birey anlayışını
Simondon’un transbireysellik kavramıyla ilişkilendirmiştir. Her iki filozof, ağ
gibi bir varlık anlayışı geliştirmeleriyle çağlarının ötesinde bir
perspektif sunarlar.
Whitehead: Alfred North Whitehead, süreç
felsefesinin kurucu isimlerindendir ve Simondon’la fikri akrabalığı en belirgin
filozoflardan biridir. Whitehead’e göre evrendeki temel gerçeklik **“süreç”tir;
atomlar veya maddeler değil, olaylar (aktuasyonlar) ve onların birbirini
etkilemesi esastır. “Süreç ve Gerçeklik” (1929) adlı eserinde Whitehead, “oluş
(concrescence)” kavramıyla her bir varlık olayının, evvelki olayların
birleşerek yeni bir bireysellik kazanması olduğunu anlatır. Bu, Simondon’un
bireyleşme dediği şeye oldukça yakındır. Whitehead ayrıca her varlık olayının
diğerlerini “prehension” (içsel kavrama) yoluyla bünyesinde topladığını,
yani ilişkisel olarak oluştuğunu belirtir. Simondon’un “ilişkisel ontoloji”
vurgusu ile Whitehead’in “içsel ilişkiler” metafiziği bu açıdan paraleldir. Her
ikisi de, varlığı anlamak için onu bir ağ, bir doku, bir süreç olarak
görmemiz gerektiğini söyler. Simondon, Whitehead’i Fransa’da doğrudan referans
vermemiş olsa bile, özellikle sonradan gelen yorumcular iki düşünür arasında
güçlü bağlar kurar. Örneğin Simondon’un metastabilite kavramı,
Whitehead’in evrenin asla tam dengeye ermeyen, sürekli yaratıcı ileri
hareketine benzetilebilir. Whitehead, evreni “yaratıcı ilerleme” (creative
advance) olarak tarifler, Simondon da benzer şekilde “daima geride yeni oluşlar
için potansiyel bırakan” bir süreç olarak tanımlar. Aralarındaki en büyük
ortaklık, süreklilik içinde yenilik meselesidir: Whitehead de Bergson
gibi yeniliği (novelty) vurgular, Simondon da bireyleşme süreçlerinde gerçek
anlamda yeni özelliklerin ortaya çıktığını söyler. Ayrıca Whitehead’in
teknolojiye, bilime ve estetiğe dair süreçsel yaklaşımı, Simondon’un
disiplinler ötesi düşüncesiyle uyumludur. Kısacası Simondon, Whitehead’ın
Anglo-Sakson dünyada yaptığı atılımın bir tür kıtalararası karşılığıdır
denebilir: Biri matematik ve fizik arka planıyla süreç felsefesi kurarken,
diğeri mühendislik ve doğa bilimleri arka planıyla benzer bir ilişkisellik
metafiziği geliştirmiştir.
Simondon’un etkilediği
isimlere gelirsek, en başta Gilles Deleuze anılmalıdır. Deleuze,
1960’lardan itibaren Simondon’u okumuş ve özellikle “Fark ve Tekrar”
(Différence et Répétition, 1968) eserinde Simondon’un bireyleşme kavramını
felsefi projesine dahil etmiştir. Deleuze’ün felsefesinde “farklılaşma” önemli
yer tutar; bu, Simondon’un bireyleşmesine dayanarak geliştirilmiş bir fikirdir.
Deleuze açıkça Simondon’dan bahseder ve Simondon’un metastabil ortamda
transdüksiyon yoluyla bireyleşme teorisinin kendi düşüncesine ilham
verdiğini belirtir. Hatta Deleuze, Simondon’u “çağımızın en büyük
filozoflarından biri, bir bireyleşme filozofu” olarak över. Onun yanı sıra Bernard
Stiegler, Simondon’un teknoloji felsefesini alıp çağımıza uygulayan önemli
bir düşünürdür. Stiegler, “Tekniğin ve Zamanın” (Technics and Time) üç ciltlik
eserinde, Simondon’un fikirlerini hem Heidegger’inkilerle harmanlar hem de
ileriye götürür. Özellikle Stiegler’in “genel organoloji” adını verdiği
insan-teknik-kültür bütünlüğü, Simondon’un makineler ve organik uzantılar
fikrinden beslenir. Stiegler ayrıca individuation (bireyleşme)
kavramını psikolojik ve toplumsal alanlarda geliştirmiş, tüketim toplumunun
birey üzerindeki etkilerini analiz ederken Simondon’dan destek almıştır.
Bruno
Latour da dolaylı
biçimde Simondon’dan etkilenen bir isimdir. Latour’un aktör-ağ teorisi, teknik
objelere ve insan olmayan etkenlere verdiği önemle bilinir. Simondon’un
makineleri ve teknik düzenekleri birer “aktör” gibi değerlendirmesi,
insan-olmayanları felsefeye dahil etme çabası Latour’unkine çok yakındır.
Nitekim Latour, Simondon’u eserlerinde zikretmese de, Simondon’un etkisi
Latour’un teknoloji ve toplum analizlerinde hissedilir. Simondon’un
1950’lerde göz ardı edilen çalışmaları, 2000’lerden sonra Latour, Stiegler,
Deleuze gibi isimlerin şöhretiyle birlikte yeniden keşfedildi ve takdir
edildi.
Bunların
yanı sıra Yuk Hui (dijital nesnelerin felsefecisi), Gilbert Simondon
üzerine çalışan Muriel Combes, Brian Massumi (duyumsama
felsefecisi), Isabelle Stengers (bilim felsefecisi) gibi güncel
düşünürler de Simondon’u referans alır. Örneğin Yuk Hui, “Digital Objects’ün
Varlığı” adlı kitabında Simondon’un teknik nesne kavramını dijital çağa
uygular. François Laruelle, Simondon üzerine konferanslar düzenleyip onun
“olgusal ontolojisini” tartışmıştır. Ayrıca Simondon’un bilgi teorisi ve
sibernetik eleştirisi, medya teorisyenleri tarafından incelenmiştir. Kısacası,
Simondon bugün disiplinlerarası bir ilham kaynağıdır: Felsefe, medya
teorisi, sosyoloji, psikoloji, mimari, coğrafya (yerlerin oluşumu için
Simondon’u kullananlar bile vardır) gibi pek çok alanda alıntılanmakta ve
uygulanmaktadır.
Simondon’u
özgün kılan şey, bir yandan geçmişin büyük filozoflarıyla (Spinoza, Bergson,
Whitehead gibi) ortak tema olan ilişkiselliği alması, diğer yandan bunu
kendi döneminin bilim ve teknolojisiyle harmanlayarak yeni bir kuramsal çerçeve
sunmasıdır. Bu sentez, ondan etkilenen düşünürlerce daha da ileri taşınmış ve
bugünün teorik problemlerine uygulanmıştır. Örneğin birey-toplum ilişkisini
anlamak isteyen çağdaş filozoflar, Simondon’un transbireysel bireyleşme
kavramını Marksizm’den psikanalize farklı bağlamlarda yorumlarlar; ya da yapay
zekâ çağında insan-teknik ilişkisini çözümlemek isteyenler, Simondon’un teknik
birey ve somutlaşma kavramlarını hatırlatırlar.
Simondon,
kendi çağında hak ettiği ünü kazanamasa da (çünkü eserleri post-yapısalcılık
akımı gölgesinde kalmıştı), bugün geriye dönüp bakıldığında pekiştirdiği
ilişkisellik fikriyle çağın ilerisinde olduğu anlaşılmıştır. Özellikle Bilgi
Çağı’nın getirdiği ağ düşüncesi, sistem biyolojisi, kuantum felsefesi,
kolektif zeka gibi olgular, Simondon’un çok önceden sezdiği “bağlantısallık
paradigması”na örnek gösterilebilir.
Sonuç
Gilbert
Simondon’un ilişkisellik üzerine geliştirdiği fikirler, felsefede köklü bir
bakış açısı dönüşümünü temsil eder. Bireyleşme teorisiyle, varlıkları
durağan özler olarak değil, sürekli oluş halinde süreçler olarak görmeyi
öğreniyoruz. Bu bakış açısı, bizlere bir kristal taneciğinden insan
psikolojisine kadar her düzeydeki oluşumun benzer ilkelere dayandığını
gösterir. Ontogenez ve metastabilite kavramları, varoluşun özünde bir
potansiyel gerilim barındırdığını ve küçük etkileşimlerle sürekli yeni formlara
dönüşebildiğini anlatır. Bu sayede, statik bir dünya yerine dinamik ve yaratıcı
bir dünya resmi çıkar karşımıza. İlişkisel ontoloji, varlığı anlamak
için ilişkileri merkeze alır; hiçbir şeyin tek başına kendisi için var
olmadığını, ancak başka şeylerle etkileşim içinde tanımlanabileceğini vurgular.
Bu, insandan topluma, atomdan galaksiye kadar geniş bir uygulama alanı olan
güçlü bir kavrayıştır. Nitekim Simondon, teknik nesneler analizinde
makinelerin bile bu ilişkiselliğin parçası olduğunu, onların da bir evrim ve
bireyleşme süreci yaşadığını göstererek, insan-teknoloji ilişkisindeki
önyargıları kırmamıza yardımcı olur. Onun teknik felsefesi, bugünün yapay zekâ
ve dijital toplum tartışmalarında dahi güncelliğini koruyan öngörüler içerir. Toplumsal
ilişkiler bahsinde geliştirdiği transbireysellik fikri ise, birey ile
kolektif arasındaki sahte ikilemi aşarak, kendimizi ve toplumumuzu birbirimizin
aynasında nasıl inşa ettiğimizi açıklar.
Simondon’un
felsefesi, disiplinler arası bir düşünce zenginliği sunar: Fizik,
biyoloji, psikoloji, sosyoloji ve mühendislik bilimlerini harmanlayarak,
hepsine uygulanabilecek ortak kavramlar yaratır. Günlük hayatta bize sıradan
görünen pek çok olguyu (örneğin suyun donması, bir çocuğun büyümesi, bir
telefonun çalışması, bir toplumsal hareketin doğması) yeni bir gözle
anlamlandırmamızı sağlar. Bu olayların her birinde Simondon’un işaret ettiği ilişkisel
yaratım ilkesi vardır: Birbirine etki eden unsurlar, önceki haliyle
açıklanamaz bir yenilik ortaya çıkarır. Simondon’un ilişkisellik vurgusu,
günümüzün ağlarla örülü dünyasında daha da önem kazanmıştır. Bugün küresel
internet ağlarından ekolojik sistemlere kadar her yerde “her şey her şeyle
bağlı” anlayışı yayılıyor; Simondon ise bunun felsefi temelini, üstelik 20.
yüzyılın ortasında atmıştır.
Son
tahlilde, Gilbert Simondon’un ilişkiselliğe dair fikirleri bize şunu öğretir: Ne
birey ne toplum, ne zihin ne madde, ne insan ne makina; hiçbirini birbirinden
kopuk ele alamayız. Varlık, temelinde bir birlikte-oluş halidir. Bu
kavrayış, hem teorik olarak dünyanın bütüncül bir resmini çizer, hem de pratik
olarak bize mütevazı bir ders verir: Kendimizi, çevremizi ve teknolojimizi daha
iyi anlamak için aralarındaki ilişkileri anlamalıyız. Simondon’un kapsamlı
düşüncesi, felsefede ilişkiselliğin en berrak ve geniş kapsamlı ifadelerinden
birini sunar. Onun izinden giderek, bugünün karmaşık problemlerine daha entegre
çözümler arayabilir, insanlık olarak kendi bireyleşme serüvenimizi daha
bilinçli yaşayabiliriz.