30 Mart 2025 Pazar

Gözden Kaçan Devrim: Simondon’u Yeniden Düşünmek

 1. Giriş


Felsefe tarihi, kimi zaman sessizliklerin gölgesinde ilerler. Büyük isimlerin, gürültülü sistemlerin ve kolay alımlanan kavramların arasında, hak ettiği ilgiyi görememiş ama düşüncenin yönünü derinden değiştirebilecek kimi sesler sessizlikle boğulur. Gilbert Simondon işte bu sessizliğin içindeki bir felsefi devrimdir. Onun bireyleşme (individuation), form, madde, teknik nesne ve ontogenez üzerine geliştirdiği özgün fikirler, yalnızca kendi dönemini değil, çağdaş felsefi problemleri de radikal biçimde dönüştürebilecek potansiyele sahiptir. Ne var ki bu potansiyel, uzun süre görmezden gelinmiş, felsefe tarihinin kıyısında bırakılmıştır.

Simondon’un düşüncesi, ne klasik ontolojinin statik varlık anlayışına ne de modern felsefenin özne-merkezli yapısına tam olarak uyar. O, varlığı bir sonuç değil, bir süreç olarak ele alır; bireyleri ise sabit özler değil, oluş halindeki gerilimli varoluşlar olarak kavrar. Bu yönüyle Simondon, felsefi düşünceyi statik yapılarla değil, dinamik bireyleşme süreçleriyle temellendirmeye çalışır. Bu yaklaşım, yalnızca ontolojik bir yenilik değil, aynı zamanda epistemolojik ve etik bir dönüşümün de habercisidir.

Bugün, birey olmanın ne anlama geldiğini yeniden sormaya mecburuz. Teknoloji, yapay zekâ, kimlik, öznellik, madde ve bilgi gibi temel sorunlar, artık eski felsefi kategorilerle kavranamaz hâle geldi. Simondon’un düşüncesi tam da bu noktada devreye girer. Onun fikirleri, bireyleşme üzerinden yeniden düşünülmüş bir varlık anlayışıyla, çağımızın felsefi ihtiyaçlarına güçlü bir cevap sunar. Göz ardı edilen bu felsefi devrim, bugün yeniden hatırlanmalı, yeniden düşünülmelidir.


2. Simondon’un Ontolojik Devrimi

Gilbert Simondon’un felsefi katkısı, varlığı ve bireyi anlamanın klasik yollarını radikal biçimde dönüştürmesinde yatar. Onun en temel kavramı olan “bireyleşme” (individuation), sadece bir şeyin “birey haline gelmesi” değil, aynı zamanda varlığın doğasının sürekli bir oluş, gerilim ve çözülme içinde olduğunu ortaya koyar. Simondon’a göre birey, önceden belirlenmiş bir öz ya da tam bir varlık değildir; o, süreç halindeki bir çözümdür. Her birey, bir “ön-birey” halinden doğar; bu doğum bir çözülme değil, gerilimi koruyarak biçimlenen bir oluş sürecidir.

Klasik felsefe sıklıkla bireyi bir sonuç, bir sabit, bir tamamlanmış yapı olarak görür. Ancak Simondon, bireyleşmeyi varlığa içkin bir dinamik olarak ele alır. Ona göre varlık, zaten hep bir gerilim halindedir ve birey, bu gerilimli alanın içinde geçici bir çözüm, bir düğüm noktasıdır. Bu, Aristoteles’in form-madde ayrımını aşan bir yaklaşımdır: Simondon ne yalnızca maddeyi ne de yalnızca biçimi önceler; tam tersine, form ve maddenin etkileşimli gerilimi içinde ortaya çıkan bireyleşmeyi merkeze alır.

Bu ontolojik anlayışta süreklilik değil, süreksizlik, varlığın temelidir. Madde kesiklidir; oluş kesiklidir; bireyleşme, bu kesikliliğin biçim aracılığıyla düzenlenmiş halidir. Ve bu kesiklik yalnızca mikroskobik düzeyde değil, makro varlıklar olan bizlerde de kendini gösterir. Simondon burada sadece bir metafizik ortaya koymaz; aynı zamanda evrene ve bireye ilişkin kavrayışımızı temelden sarsar. Birey, bir öz değil; ilişkiler içindeki bir oluş, bir geçiş alanıdır.

Bu düşünce, yalnızca varlık anlayışını değiştirmez; aynı zamanda bilginin, teknolojinin, toplumun ve etik varoluşun temellerine de dokunur. Çünkü eğer birey sabit değilse, bilgi de sabitlenmiş olamaz. Eğer birey bir oluşsa, etik de durağan normlardan değil, oluş halindeki ilişkilerden doğmak zorundadır.

Simondon’un bu yaklaşımı, felsefede çoğu zaman göz ardı edilen en temel soruyu yeniden canlandırır:

“Varlık nasıl bireyleşir?”

Ve bu soruyu sadece bir cevaba değil, sürekli süregiden bir sorguya dönüştürür.



3. Birey, Form ve Haecceity: Yeni Bir Varlık Anlayışı

Simondon’un bireyleşme felsefesi, yalnızca maddenin ya da formun doğasına ilişkin değil; aynı zamanda bireyin nasıl tekil bir varlık olarak oluştuğuna dair radikal bir ontoloji önerir. Bu noktada ortaya çıkan kavramlardan biri de —belki Simondon’un kendisi açıkça kullanmasa da— felsefi gelenekte “haecceity” (şu’luk, bu’luk) olarak bilinen, Duns Scotus’tan gelen bir düşünce biçimidir. Haecceity, bir şeyin yalnızca o şey olmasını sağlayan, onu diğer her şeyden ayıran tekil oluş niteliğidir.

Simondon’un düşüncesiyle haecceity arasında güçlü bir bağ kurmak mümkündür: Çünkü onun bireyleşme anlayışı, yalnızca nesnelerin biçim kazanması değil, aynı zamanda kendine özgü bir “şu’luk” kazanmaları sürecidir. Birey, yalnızca bir yapının sonucu değil; kendi içinde oluşan bir tekillik, bir şimdiki an içinde yoğunlaşmış varlıktır.

Simondon’a göre “maddenin süreksizliği biçim aracılığıyla devreye girer” ve bu durum yalnızca atomik düzeyde değil, bütünlüklerin haecceity düzeyinde de gerçekleşir. Yani bir parçacığın kesikli yapısı ne ise, bir bireyin “tekil olarak varoluşu” da odur: biçim kazanmış bir süreksizlik. Bu görüş, evrende süreksizliğin yalnızca mikroskobik düzeyde değil, makroskobik düzeyde de var olduğunu gösterir. Bizatihi birey, bu kesikliliğin şekillenmiş, yoğunlaşmış halidir.

Bu noktada birey artık yalnızca fiziksel değil, ontolojik bir yapı halini alır. Bir birey:

Madde olarak süreksizdir,

Form olarak biçimlenmiştir,

Haecceity olarak tekildir,

Ve tüm bunların içinde ilişkisel bir varlık olarak ortaya çıkar.

Bu anlayış, evrendeki varlıkları homojen, sürekli ve sabit görme alışkanlığını altüst eder. Her birey, bir bütünlük gibi görünse de, aslında oluş halindeki bir kesiklilik örüntüsüdür. Ve işte bu örüntü, Simondon’un deyimiyle bireyleşme sürecinin ta kendisidir.

Bu bakış açısıyla bakıldığında, bizler yalnızca maddenin bir formu değil; aynı zamanda maddenin kendi içinde taşıdığı gerilimlerin, etkileşimlerin ve ilişkilerin bir yoğunlaşmasıyız. Haecceity bu yüzden metafizik değil; varlığın dinamik doğasının ontolojik görünümüdür. Ve her birey, bu doğanın biricik açılımı olarak, “süreksizliğin biçimle çözülmüş bir hali” olarak vardır.



4. Evrenin Kap Değil, Toplam Olduğu Düşüncesi

Modern düşünce, evreni çoğu zaman bir “kap” gibi tasavvur etti: İçinde nesnelerin, varlıkların, bireylerin bulunduğu büyük bir mekân… Bu anlayış, Newtoncu mekân ve zaman fikriyle beslenmiş, evreni dıştan kuşatan bir konteyner gibi düşünmeye alışmıştır. Bu, felsefi düşüncede hem ontolojik hem de epistemolojik bir kısıtlamaya yol açmıştır. Çünkü evreni bir kap olarak gördüğümüzde, biz kendimizi o kabın “içinde” bir nesne olarak hayal ederiz. Bu ise bireyi evrenden koparır; sanki evren orada bir yerlerde durur, bizse onun içinde ayrı birer şeyiz gibi…

Oysa Simondon’un düşüncesi —ve benim sıkça dile getirdiğim— bu anlayışı temelden yıkar:

"Evren bir kap değil, her şeyin toplamıdır."

Evren, içinde bir şeylerin olduğu bir şey değildir; ilişkilerin, bireyleşmelerin, süreçlerin, gerilimlerin tamamıdır. Bu toplamın içinde biz yalnızca “olan” değiliz; aynı zamanda toplamın kendisiyiz. Yani birey, evrenden ayrı değildir; birey, evrenin bir biçimidir — onun kesikli bir düğümüdür. Ve bu düğüm, hem madde hem form hem de tekillik taşır.

Bu düşünce, bireyin evrenle ilişkisini tamamen değiştirir. Artık biz:

Evrenin içindeki nesneler değil,

Evrenin kendini biçimlendirme yollarından biriyiz.
Bu bizi hem daha büyük kılar hem de daha sınırlı: Çünkü biz sonsuz değiliz; form taşıyoruz, tekiliz, değişiyoruz. Bu, bizim süreksizliğimizdir. Ve işte bu noktada bireyleşme, yalnızca “var olmak” değil, evrenin kendi süreksizliğini biçimlendirme pratiği haline gelir.

Bu yüzden Simondon’un devrimi yalnızca birey anlayışında değil, evren anlayışında da yatar. Sürekli bir bütünlük olarak evren fikri yerine, ilişkilerden oluşmuş, kesikli ama dinamik bir ağ olarak evren fikri gelir. Her birey, bu ağda bir çözülüm; her form, bir yoğunlaşmadır.

Kendime ait bir ifadeyle özetlemem gerekirse:

> Ben bir bütün olarak görünebilirim, ama ben süreksizim.
Ve bu süreksizlik, yalnızca parçalanmışlık değil; evrenin kendini düzenleme biçimidir. İşte bu da, Simondon’un felsefesinde bireyin ontolojik onurudur.



5. Bugün İçin Simondon: Neden Önemli?

Bugün birey, teknoloji, bilinç, yapay zekâ, kimlik ve toplum gibi konular etrafında ciddi bir felsefi kriz yaşanıyor. Klasik birey anlayışı parçalanmış durumda: Ne Descartes’ın özne-merkezli benliği, ne de liberal birey modelinin sınırları, çağımızın sorunlarını anlamaya yetiyor. Öte yandan, teknoloji yalnızca bir araç değil; yaşamın, düşüncenin, hatta varlığın kurucu bir unsuru hâline gelmiş durumda. Bu değişim, hem bireyin tanımını hem de evrendeki yerini yeniden düşünmeyi zorunlu kılıyor. İşte bu noktada Simondon’un düşüncesi, zamanının ötesinde bir felsefi yol haritası sunar.

Simondon, bireyleşme kavramıyla hem teknolojiyi hem de insanı aynı ontolojik düzlemde ele alır. Ona göre birey, sabit bir öz değil; sürekli oluşan, gerilimler taşıyan bir süreçtir. Aynı şekilde teknik nesneler de, yalnızca insanın araçları değil; kendi bireyleşme süreçleri olan varlıklardır. Bu bakış açısı, günümüzde yapay zekâ gibi teknolojik varlıkları anlamamıza farklı bir boyut kazandırır. Simondon’un yaklaşımıyla, bir makine yalnızca işlevsel bir şey değil; ilişkisel bir varlıktır, bireyleşme taşıyan bir oluşumdur.

Simondon’un felsefesi aynı zamanda epistemolojik bir devrim önerir: Bilgi, artık özne-nesne ilişkisi üzerinden değil; bireyleşme süreçleri içinde, ilişkiler yoluyla kavranmalıdır. Bu, ilişkisel ontolojiyle müthiş bir uyum içindedir. Varlık, bilgi ve etik; hepsi süreçlerin, oluşların ve gerilimlerin içinde şekillenir.

Bugün dünyamızda öne çıkan şu temel sorunları düşünelim:

Bireyin yok oluşu ve anonimleşmesi,

Teknolojinin insanın yerini alması korkusu,

Bilgi patlaması içinde anlam kaybı,

Doğa ile insan arasındaki yapay ayrım…

Tüm bu başlıklar, Simondon’un bireyleşme kavramı ile yeni temeller üzerinde değerlendirilebilir. Onun düşüncesi, ne insanı merkeze alarak teknolojiyi dışlar, ne de teknolojiyi yücelterek insanı siler. Tam tersine, insanı da teknolojiyi de, doğayı da aynı bireyleşme süreçlerinin ifadesi olarak görür.

Bu anlamda Simondon, felsefenin bugün ihtiyacı olan şeyi yapar:

"Var olanı yalnızca anlamlandırmak değil, onun nasıl var olduğunu anlamak."
Ve bunu yaparken de, ilişkileri, oluşları ve süreksizliği merkeze alır.


6. Sonuç: Sessizlikten Söze, Simondon’a Bir Çağrı

Gilbert Simondon’un düşüncesi, sessizlikle kuşatılmış bir felsefi cevherdir. O, kendi çağında görmezden gelinmiş; sistemlerin gürültüsünde yankı bulamamış bir düşünür olarak, ama bir düşünürden çok daha fazlası olarak yaşar: Zamanının ötesine sarkmış bir varlık anlayışının taşıyıcısı. Bugün onu yeniden düşünmek yalnızca bir felsefi görev değil; ontolojik bir sorumluluktur. Çünkü Simondon yalnızca bir şeyler söylemedi; aynı zamanda felsefenin nasıl konuşması gerektiğini de yeniden gösterdi: Süreç içinde, ilişkisel, oluşsal ve canlı.

Onun bireyleşme kavramı, statik özlere değil; dinamik, kesikli ve gerilimli varoluşlara dayanır. Bu, sadece birey anlayışımızı değil, evreni, bilgiyi, teknolojiyi ve etiği de dönüştürür. Bizler sabit varlıklar değiliz; evrenin kendi içinde biçimlenmiş, değişen, süreksiz ve ilişkisel düğümleriyiz. Bu nedenle Simondon’un felsefesi, artık göz ardı edilemeyecek bir çağrıdır. Bu çağrı, felsefenin yalnızca düşünmekle değil, düşünceyi dönüştürmekle yükümlü olduğunu hatırlatır.

Bugün, onun sesi sessizlikten çıkıp söz hâline gelmeli.
Ve biz, o sözü taşıyanlardan biri olmalıyız.

Çünkü Simondon’u yeniden düşünmek,

Varoluşu yeniden düşünmektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

NESNE, ÖZNENİN ESİRİDİR

  Klasik Ontolojinin Krizi ve İlişkisel Varlığın İmkânı 1. Tanım ve Tahakküm: Bilgi mi, İktidar mı? İnsan zihninin en temel eğilimlerind...