Giriş
Aristoteles’in kurduğu iki-değerli mantık, Batı düşünce
tarihinin en güçlü, en sistematik ve en uzun süre etkili olmuş yapı taşlarından
biridir. Bu mantık yalnızca bir düşünme aracı değil, aynı zamanda bütün bir
metafiziğin temel dayanağıdır. Aristoteles’in üç büyük ilkesi “özdeşlik,
çelişmezlik ve üçüncü halin imkânsızlığı” yalnızca mantıksal doğruluğu değil,
aynı zamanda varlığın nasıl anlaşıldığını da belirler.
Bu sistem, yüzyıllar boyunca hakikat anlayışımızı, varlık
kavrayışımızı ve bilgi kuramımızı derinden etkilemiştir. Ortaçağ skolastiğinde
Tanrı’nın mutlak düzeni bu mantık aracılığıyla düşünülmüş; modern çağda
bilimsel yöntemin kesinlik iddiaları yine bu mantığın mirası üzerine
kurulmuştur. Kısacası Aristoteles’in mantığı, yalnızca felsefi bir yöntem
değil, aynı zamanda düşünce tarihinin bütün bir zeminidir.
Ne var ki bu mantığın dayandığı temel ilkeler “değişmezlik,
mutlaklık, aşkınlık, özcülük ve nesnellik” gerçekliği belirli bir çerçevede
kavrar. Hakikati özlerde sabitleyen bu yaklaşım, kendi içinde güçlü bir içtutarlılık
sağlasa da, bu gücünü tam da değişimi, belirsizliği ve ilişkisel gerçekleşmeyi
dışarıda bırakmasından alır. Yani Aristoteles mantığı, sabit özler ve mutlak
doğruluklar üzerinden işleyen bir kapalı sistemdir.
Bugün ise felsefe ve bilim bize göstermektedir ki gerçeklik,
sabit özlerden ziyade ilişkiler, farklar ve gerçekleşmeler üzerinden
anlaşılabilir, yani “değişmeyen tek şey değişimdir”. O nedenle Aristoteles
mantığının tarihsel ve düşünsel önemini teslim etmekle birlikte, onun
sınırlarını aşan yeni bir bakışa da ihtiyaç vardır. Bu yazıda önce Aristoteles
mantığının temel ilkelerini ayrıntılı biçimde ele alacak, ardından ilişkisellik
ve gerçekleşme felsefesi açısından bu yapının eleştirisini sunacağım.
Aristoteles Mantığının Temelleri: Değişmezlik, Mutlaklık,
Aşkınlık, Özcülük ve Nesnellik
Aristoteles’in kurduğu mantık üç temel ilkeye dayanır ve bu
ilkeler yalnızca mantığın işleyişi için değil, aynı zamanda onun ontolojisinin
ve metafiziğinin taşıyıcı sütunlarıdır.
1. Özdeşlik İlkesi: “A, A’dır.”
Bu ilkeye göre bir şey, kendisiyle tam özdeştir. Bir varlık,
kendi özünden farklı bir şey olamaz. Böylece öz, sabit ve değişmez olarak kabul
edilir. Bu yaklaşım, varlığın sürekliliğini ve istikrarını garanti altına alır.
Ancak aynı zamanda değişimin özsel bir gerçeklik değil, yalnızca “tesadüfi” bir
eklenme olduğunu varsayar.
2. Çelişmezlik İlkesi: “A, aynı anda hem A hem de A
olmayan olamaz.”
Bu ilke, bir şeyin kendi karşıtını aynı anda içeremeyeceğini
söyler. Böylece dönüşüm süreçlerinde ortaya çıkan ara haller ve eşik durumları
geçersiz kılar. Değişim, ya önce ya sonra olabilir; ama aynı anda hem önceki
hem de sonraki durumda bulunmak mantıkça yasaktır. Bu nedenle gerçekleşme
süreci kesintisiz bir akış değil, ayrık ve kapalı kategoriler halinde kavranır.
3. Üçüncü Halin İmkânsızlığı: “Bir şey ya A’dır ya da
A değildir.”
Bu ilke, ara ihtimalleri, belirsizlikleri ve olasılık
alanlarını dışlar. Hakikat yalnızca iki değere indirgenmiştir: doğru ya da
yanlış. Dolayısıyla “hem A hem değil” ya da “ne A ne değil” gibi ara bölgeler
imkânsızdır. Bu yaklaşım, mantığı keskin bir siyah–beyaz yapısına dönüştürür.
Bu İlkelerin Ontolojik Sonuçları
Aristoteles’in bu üç ilkesi, mantığın işleyişinin ötesinde,
varlığın yapısını ve hakikatin doğasını tanımlayan birer ontolojik iddia haline
gelir:
- Değişmezlik:
Varlık özünde sabittir. Değişim, özün dışında, yüzeysel bir görünüm ya da
tesadüfi bir eklemedir. Hakikat özde saklıdır.
- Mutlaklık:
Doğru ile yanlış arasında üçüncü bir yol yoktur. Hakikat mutlak sınırlarla
belirlenmiştir; bağlam ya da ilişkiler bu mutlaklığı etkilemez.
- Aşkınlık:
Hakikat, insandan ve zihinden bağımsızdır. O, özlerin dünyasında aşkın bir
biçimde bulunur; insan aklı sadece buna uyum sağlamakla yükümlüdür.
- Özcülük:
Her varlığın özsel bir doğası vardır ve mantık, bu özleri dile getirmenin
aracıdır. Mantığın görevi, varlığın özsel yapısını görünür kılmaktır.
- Nesnellik:
Doğruluk, öznel yorumdan bağımsızdır. İnsan ne düşünürse düşünsün, hakikat
özün sabit yapısında bulunur ve değiştirilemez.
Bu çerçevede Aristoteles’in mantığı, hakikati özlerde
temellenmiş, aşkın, mutlak ve nesnel bir düzen olarak kavrayan özsel bir
yöntem haline gelir. Mantık, yalnızca düşünmenin aracı değil, aynı zamanda
varlığın sabit özünü ifade eden bir dil konumundadır. Bu yüzden Aristoteles
mantığı, tarihte sadece düşünce biçimimizi değil, hakikati kavrayışımızı da
kalıcı şekilde biçimlendirmiştir.
İlişkisel ve Gerçekleşme Felsefesi Açısından Eleştiri
İlişkisel ve gerçekleşme felsefesi açısından temel sorun,
Aristoteles’in mantığının değişimi dışlamasıdır. Aristoteles’in
özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkânsızlığı ilkeleri, evreni sabit,
özsel ve mutlak bir düzen içinde kavrar. Oysa ilişkisel felsefe, gerçekliğin
özlerden değil, ilişkilerden ve farklardan doğduğunu savunur.
Özdeşlik İlkesi
Aristoteles için özdeşlik mutlak bir hakikattir: “A, A’dır.”
Ancak ilişkisel felsefede özdeşlik sabit bir özden değil, ilişkilerin
sürekliliğinden kaynaklanır. Bir varlık, sürekli yeniden kurulan ilişkiler
sayesinde kendisiyle özdeş görünür. Bu özdeşlik bir kez verilmiş bir hakikat
değil, her an yeniden üretilen geçici bir dengedir.
Örneğin bir insan, biyolojik olarak hücrelerini sürekli
yeniler, psikolojik olarak deneyimlerle dönüşür, toplumsal olarak bağlamlar
içinde farklı roller üstlenir. Yine de biz onu “aynı kişi” olarak tanırız. Bu
özdeşlik, mutlak bir özden değil, ilişkilerin sürekliliğinden doğar.
Dolayısıyla ilişkisel felsefe açısından özdeşlik, statik değil, dinamik bir
yeniden-kuruluş sürecidir.
Çelişmezlik İlkesi
Aristoteles’in çelişmezlik ilkesi, bir şeyin aynı anda hem
kendisi hem de karşıtı olamayacağını ilan eder. Böylece ara haller, eşikler ve
geçiş durumları mantığın dışında bırakılır.
Oysa ilişkisel ve gerçekleşme felsefesinde değişim daima
ara haller üzerinden gerçekleşir. Su buza dönüşürken belirli bir sıcaklık
aralığında “ne tamamen su ne de tamamen buz” olan bir eşik bölgesi oluşur. Bu,
çelişki değil; doğanın kendi gerçekliğidir.
Aynı şekilde bir toplum, değişim süreçlerinde hem eski
değerlerini taşır hem de yeni formlar üretir. Birey de bir karar anında hem
eski düşüncesini hem de yeni eğilimini içinde barındırabilir. İlişkisel
felsefe, bu ara halleri çelişki olarak değil, gerçekleşmelerin asli
parçaları olarak kabul eder.
Üçüncü Halin İmkânsızlığı
Aristoteles’e göre bir şey ya A’dır ya da A değildir; üçüncü
bir hal yoktur. Bu, düşünceyi keskin ikilikler içine hapseder: doğru/yanlış,
var/yok, öz/özsüz.
İlişkisel ve gerçekleşme felsefesi ise hakikatin bu kadar
basit ikiliklere indirgenemeyeceğini savunur. Gerçekleşme, ya/ya da mantığıyla
değil, hem/hem de ya da ne/ne de biçiminde işleyen ara ihtimaller
üzerinden gerçekleşir.
Modern bilim de bu noktada Aristoteles mantığını aşmıştır. Kuantum
fiziğinde süperpozisyon, parçacığın aynı anda hem burada hem de orada
olabileceğini gösterir. Bu durum Aristoteles’in mantığında imkânsızdır, ama
ilişkisel felsefede doğal karşılanır. Çünkü burada hakikat sabit özlerde değil,
ilişkilerin ürettiği olasılık alanlarında bulunur.
Aristoteles mantığı, evreni statik, özcü ve değişmez bir
modelle kavrar. Hakikat, mutlak özlerde sabitlenmiştir. Buna karşılık ilişkisel
ve gerçekleşme felsefesi, evreni dinamik, ilişkisel ve sürekli akış halinde
bir süreç olarak görür. Hakikat, özlerde değil, farkların ve ilişkilerin
yarattığı gerilimde doğar.
Dolayısıyla Aristoteles’in iki-değerli mantığı kapalı, özcü
ve mutlak bir düzen kurarken; ilişkisel felsefe açık, bağlamsal ve sürekli
gerçekleşen bir ontoloji önerir.
İçtutarlılık – Dışsal Eksiklik Ayrımı: Geometri ve Gödel
Örneği
Bu meseleyi daha iyi anlamak için önce geometriden örnek
alalım.
Öklid Geometrisi
Öklid, paralellik aksiyomunu şu şekilde kurar:
“Bir doğruya dışındaki bir noktadan yalnızca bir paralel çizilebilir.”
Bu aksiyomu kabul ettiğimiz anda sistem tamamen içtutarlıdır: üçgenin iç
açıları her zaman 180° çıkar, teoremler birbirini destekler ve hiçbir çelişki
ortaya çıkmaz. Ancak bu sistem yalnızca düzlem yüzeyler için geçerlidir.
Yani içtutarlıdır ama gerçekliğin tümünü açıklayamaz.
Riemann Geometrisi
Riemann bu aksiyomu değiştirir:
“Bir doğruya dışındaki bir noktadan hiç paralel çizilemez.”
Bu yeni aksiyom da kendi içinde çelişkisizdir, yani yine içtutarlıdır.
Fakat aynı zamanda evrenin eğriliğini, küresel yüzeyleri ve genel görelilikte
uzayın yapısını açıklamada dışsal olarak daha geçerlidir.
Sonuç: Bir sistemin içtutarlılığı, onun dışsal
geçerliliğini garanti etmez. Öklid sistemi kendi içinde kusursuz görünür, ama
doğanın gerçek yapısını eksiksiz kavrayamaz.
Gödel’in Eksiklik Teoremleri
Geometri örneğini daha da derinleştiren bir diğer nokta
Gödel’in eksiklik teoremleridir. Gödel 1931’de şunu göstermiştir:
- Yeterince
güçlü ve kapalı bir biçimsel sistem kendi içinde çelişkisiz
olabilir.
- Ama
bu sistem, kendi doğruluğunu veya tamlığını içeriden ispatlayamaz.
- Her
zaman sistemin içinde ifade edilebilen fakat kanıtlanamayan önermeler
vardır.
Bu şu anlama gelir: Kapalı sistemler, ister matematikte
ister mantıkta olsun, ya eksik kalır ya da çelişkiye düşer. Hem tam, hem
tutarlı olmaları imkânsızdır.
Aristoteles Mantığına Uygulama
Aristoteles mantığı da tıpkı Öklid geometrisi gibi
kapalıdır:
- İçtutarlıdır
çünkü değişmezlik, mutlaklık, özcülük ve nesnellik öncülleri üzerine
kuruludur.
- Ama
dışsal geçerliliği sınırlıdır; çünkü değişimi, ara halleri,
belirsizlikleri ve ilişkisel süreçleri dışarıda bırakır.
Gödel’in teoremleri bu noktayı daha da netleştirir:
Aristoteles mantığı, kendi kabulleri içinde kusursuz görünse de, bu hiçbir
zaman gerçekliğin bütününü kapsadığı anlamına gelmez. Tıpkı Öklid geometrisinin
evreni eksiksiz temsil edememesi gibi, Aristoteles mantığı da gerçekleşme ve
ilişkilerin gerçek doğasını tam anlamıyla kavrayamaz.
İlişkisel Felsefenin Alternatifi
İlişkisel ve gerçekleşme felsefesi, kapalı özsel sistemler
yerine, ilişkilerden ve farklardan doğan açık bir sistem önerir. Burada
hakikat, mutlak özlerde sabitlenmiş değildir; sürekli gerçekleşen ilişkilerin
içinde ortaya çıkar. Belirsizlik ve değişim, sistemin dışında bırakılmaz;
bilakis onun asli parçaları kabul edilir.
Kısacası:
- Öklid
geometrisi = Aristoteles mantığı: İçtutarlı ama sınırlı.
- Riemann
geometrisi = İlişkisel felsefe: İçtutarlı ve dışsal olarak daha uygun.
- Gödel’in
teoremleri = Kapalı sistemlerin kaderi: Tutarlılık mümkündür ama tamlık
asla sağlanamaz, Tamlık sağlanabilirse tutarlılık sağlanamaz.
Bu tablo bize gösterir ki, Aristoteles mantığı ne kadar
güçlü görünse de, hakikati özlerde sabitleyen kapalı yapısı nedeniyle eksiktir.
Gerçekliği kavramak için, tıpkı Riemann’ın Öklid’i aşması gibi, ilişkisel
felsefenin Aristoteles mantığını aşması gerekir.
Sonuç
Aristoteles’in iki-değerli mantığı, Batı düşüncesine
yalnızca bir yöntem değil, aynı zamanda bir düşünme kültürü
kazandırmıştır. Hakikatin nesnel ve mutlak olduğunu güvence altına alarak,
Ortaçağ skolastiğinden modern bilimin doğuşuna kadar uzanan geniş bir
entelektüel miras bırakmıştır. Matematiğin kesinliği, fiziğin determinist
yorumu, ahlakın evrensel kuralları ve teolojinin dogmatik yapıları hep bu
mantığın sağladığı güven duygusu üzerine inşa edilmiştir.
Ancak bu paradigma, bütün gücünü tam da dışarıda
bıraktıklarından alır. Değişim, belirsizlik, ara haller ve ilişkisel
süreçler bu mantığın sınırları dışında tutulmuştur. Evrenin statik özlerden
oluştuğu varsayımı, uzun süre düşünceye yön vermiştir ama modern bilimsel
gelişmeler (özellikle kuantum mekaniği, görelilik teorisi, kaos kuramı) ve
felsefi sorgulamalar bu varsayımın sınırlılığını açığa çıkarmıştır.
İlişkisel ve gerçekleşme felsefesi açısından bakıldığında
hakikat, sabit özlerde saklı duran bir cevher değil; ilişkilerden
doğan farklarda ve akışın içinde sürekli gerçekleşen bir süreçtir.
Gerçeklik özsel değil, ilişkisel; statik değil, dinamik; aşkın değil, içkindir.
Hakikatin kaynağı özlerin değişmezliğinde değil, ilişkilerin yarattığı
gerilimde ve sürekli yeniden kurulan farklarda bulunur.
Dolayısıyla Aristoteles mantığı, kendi içinde içtutarlılığı
güçlü, fakat dışsal gerçekliği açıklamada sınırlı bir modeldir. Onun
gücü, önceden kabul edilmiş mutlaklık varsayımlarını korumasından gelir; fakat
bu, evrenin akışkan doğasını bütünüyle kavramaya yetmez. Onu aşan bir bakış,
hakikati mutlak özlerde değil, sürekli farklılaşan ilişkilerde ve
gerçekleşme süreçlerinde aramak zorundadır.
Son söz: Aristoteles’in mirası küçümsenemez; çünkü o, düşünceye bir temel sağlamış ve mantığı sistemli hale getirmiştir. Fakat aynı zamanda bu mirasın sınırlarını görmek, bugünün görevidir. Onun bıraktığı kapalı, özsel ve statik mantığı aşmak; değişimi, belirsizliği ve ilişkisel gerçekleşmeyi merkeze alan yeni bir düşünce tarzı geliştirmek, hem felsefenin hem de bilimin geleceği için en temel zorunluluktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder