1-OLMAK: ONTOLOJİK AÇIKLIK İLKESİ
Ahlak çoğu zaman normlar, yasalar ve görevlerle tanımlanır.
Bu tanımlar, ahlakı dışsal bir düzen olarak görür sanki insan, kendisine dışarıdan dayatılmış
bir kurallar sistemine uymakla “iyi” olurmuş gibi. Oysa ahlak, dışsal bir
yükümlülük değil, varlığın kendi içkin açıklığıyla mümkün olan bir katılım
biçimidir.
Marcel, modern insanın krizini “sahip olmak” ile “olmak”
arasındaki gerilimde görür. Modern insan, varlığını sahip oldukları üzerinden
tanımlar: bilgiye sahip olmak, bedene, güce, nesneye, hatta sevgiye bile sahip
olmak ister ve mevcut ahlakta bundan dolayı sahip olmak üstüne kurulmuştur yani
muhafaza etmek üzerine. Ama “sahip olmak”, insanı varoluşun özünden, yani
“olmak”tan koparır. Çünkü sahip olmak, ayrıştırır ve kapatır; oysa olmak,
birlikte var olmanın açıklığıdır.
Marcel için “olmak”, bir mülkiyet biçimi değil, bir katılım
deneyimidir (participation). İnsan, varlığına anlamı ancak başkasıyla
kurduğu ilişkide bulur. “Olmak” demek, ötekinin varlığına açık olmak, onu
yalnızca bir nesne olarak değil, bir “Sen” olarak tanımaktır. İşte bu açıklık,
hem ontolojik hem etik bir köktür.
Benim bakış açımda ise “olmak” tam bu
noktadan başlar: varlığı özsel bir sabite olarak değil, ilişkisel bir açıklık
hâli olarak düşünür. Marcel’in “katılım olarak olmak” fikri burada daha geniş
bir düzleme taşınır: artık sadece insanın ötekiyle ilişkisi değil, evrendeki
her varlığın, her gerçekleşmenin temel kipidir bu açıklık.
a) Olmak Bir Durum Değil, İlişkisel Bir Katılımdır
Klasik metafizikte “olmak”, Aristoteles’ten beri hep bir öz
taşır: töz, kendinde var olandır. Oysa Marcel bu tanımı kırar. Ona göre varlık,
kendinde değil, ilişkide vardır. İnsan, yalnızca başkasına açık olduğu sürece
“olur.” Bu düşünceyi benim felsefemde evrensel bir düzleme
taşımak mümkündür: bir varlık, yalnızca ilişkiye girdiğinde var olur; çünkü ilişki,
varlığın formu değil, kendisidir.
Bu durumda “olmak”, sahip olmak değil; kendinden
çıkabilmektir. Açıklık, bir tür ontolojik geçirgenliktir: varlık kendi
sınırlarını geçirgen kıldığında, farkı duyabilir ve ona yanıt verebilir. Bu
açıklık, Marcel’in “katılım” dediği şeyi kozmik bir yasaya dönüştürür. Oluş,
içkin bir açıklıktır: kapanmak değil, farkla birlikte genişleyebilmektir.
b) Ahlakın Başlangıcı: Açıklık
Marcel’de “olmak”, yalnızca varoluşsal bir duyarlılık değil,
etik bir zorunluluktur. Çünkü kapanmış bir varlık ne ötekini duyabilir ne de
ona yanıt verebilir. Ahlakın ilk kıvılcımı, buyruğa değil, açıklığa dayanır.
Ahlak, ötekinin varlığını fark etme ve ona alan açma hareketiyle başlar.
Benim ilişkisel düşüncende bu açıklık daha da köklü
bir anlam kazanır: açıklık yalnızca etik bir niyet değil, varlığın
ontolojik koşuludur. Kapalı bir varlık, yalnızca kendi döngüsünde kalır; açık
olan ise farkla karşılaşır, dönüşür, bilgi üretir, yeni bir gerçekleşme meydana
getirir. Bu nedenle “olmak”, sadece iyi olmanın koşulu değil, var olmanın
biçimidir.
c) Olmak ve Özgürlük Arasındaki Bağ
Marcel için özgürlük, “her şeyi yapabilmek” değildir; çünkü
bu, yine sahip olmanın dilidir. Gerçek özgürlük, varlığın kendi açıklığıyla,
yani ötekiyle ilişki kurabilme kudretiyle ilgilidir. Benim felsefemde
bu düşünce ontolojik bir yasaya dönüşür: kapalı olan özgür değildir. Kapalı
olan yalnızca kendi tekrarında yaşar; açık olan farkla karşılaşır, bu
karşılaşmada kendini yeniden kurar.
Olmak, bu yüzden özgürlüğün ontolojik zemini olur. Özgürlük,
açıklığın bilinçli sorumluluğudur. Bir varlık ne kadar açık, yani ilişkisel
ise, o kadar özgürdür. Çünkü açıklık fark yaratır, fark da dönüşüm alanı
doğurur. Özgürlük, bu farkın bilincine olabilmektir.
d) Olmak ve Sorumluluk
Marcel, “olmak”ı sevgiyle ve sadakatle ilişkilendirir.
“Sahip olunan” şeyin kaybı korku yaratır; “olunan” şeyin dönüşümü ise
sorumluluk. Benim yorumunda ise bu sorumluluk yalnızca
kişiler arası değil, ontolojik bir nitelik taşır. Açıklık, ötekinin varlığını
kendi alanına dahil etmektir — ama bu dahil etme, sahip olma değildir; aksine,
etkileşimsel bir açıklıktır.
Varlık açık hale geldiğinde yalnız kalamaz. Her eylem bir
dokunuştur, her dokunuş bir fark yaratır. Bu yüzden “olmak”, ilişkide
bulunmanın ve dönüşmenin sorumluluğudur. Ahlaki varlık, eylemini başkalarından
soyutlayarak değil, onlarla birlikte kurarak gerçekleştirir. Olmak ve sorumluluk,
hem özgürlük hem de etik bir yüktür; çünkü olmak ve sorumluluk, hem ötekine
alan açmakla mükelleftir hem de kendinin dönüşeceğini kabul eder.
e) Ontolojik Ahlakın İlkesel Tanımı
Olmak, varlığın kendini kapatmaması, farkla ilişki
kurabilmesi, dokunmaya, dönüşmeye ve birlikte olmaya açık hale gelmesidir. Bu
ilke, ilişkisel ahlakın ilk adımıdır. Çünkü ahlak, ancak açıklıkta mümkündür;
kapanmış bir varlıkta ne iyilik, ne fark, ne de özgürlük doğabilir.
Olmak, etik bir görev değil, ontolojik bir gerekliliktir.
Marcel’in “katılım olarak olmak” anlayışı, benim ilişkisel felsefemde
evrenin kendi yapısına dönüşür. Artık yalnızca insan değil, her varlık,
açıklığı oranında ahlakidir; çünkü açıklık, evrendeki her ilişkinin etik
potansiyelidir.
Her ahlaki eylemin kökü, önce “olmak” cesaretindedir:
kendini açabilmekte, dokunmaya izin verebilmekte ve farkı duymaktan
korkmamaktadır.
f) Sonuç: Olmanın Ahlakı
Marcel’in “olmak” anlayışı, sahip olmanın kapanıklığını
aşarak, insana katılımsal bir açıklık kazandırır. Benim ilişkisel
ontolojimde bu açıklık, artık evrensel bir yasaya dönüşür. Ahlak,
varlığın bu açıklığında doğar. “Olmak”, yalnızca insanın ahlaki sorumluluğunu
değil, varoluşun etik yapısını da belirler.
Sahip olmaya dayalı sistemler ahlakı mülkiyetle karıştırır;
oysa gerçek ahlak, yalnızca varlıkların birbirine açık olduğu yerde mümkündür.
Bu yüzden “olmak”, sadece bir varoluş biçimi değil, aynı zamanda bir ahlaki
kiptir.
Kapanmak yalnızlıktır; açılmak, birlikte var
olmaktır.
Ve birlikte var olmak, ahlakın ilk nefesidir.
2-FARK: ETİK TANIMA İLKESİ
Fark, ilişkisel ontolojinin kurucu ilkesidir: varoluş, sabit
ve yalıtık özlerden değil, ilişkiler ağında beliren farklılıkların dinamik
örgüsünden doğar. Bu nedenle etik, özdeşliğin korunmasında değil, farkın
kabulünde başlar. İyilik, tekil durumlarda iki farkın birbirini bastırmadan
tanıyıp birlikte var olma cesaretidir; kötülük ise farkı tehdit sayarak
bastırma, yok etme ya da asimile etme yönelimidir. Böyle bakıldığında etik,
aşkın normların değil, karşılaşmaların; kötülük ise bireysel niyetlerin değil, ontolojik
kapanmaların meselesi olur. Farkı duymak, yalnızca hoşgörü değil; karşılıklı
tanıma ve dönüşme iradesidir. Çünkü varlık, ilişkiselliğinde anlam bulur;
ilişki ise farkla mümkündür.
a)Farkın Ontolojik Değeri ve Etik Başlangıç
Fark, var olanı tanımlar ve sınırlarını kurar; dolayısıyla
epistemolojik bir sınıflama değil, ontolojik bir gerekliliktir. Fark olmadan hiçbir
şey gerçekleşmez.; gerçekleşme olmadan etik mümkün değildir.
İlişkisel ontolojiye göre bireyleşme, sabitlikten değil, farkın iç
gerilimlerinden ve dönüşüm olanaklarından doğar. Bu yüzden iyilik, başkasının
varoluşsal özgüllüğüne saygı duyma ve onunla eş düzlemde ilişkiye girme
pratiğidir. Buradaki “kabul”, bir tolerans jesti değil; tahakküm
ilişkisini reddeden eşitlikçi bir karşılaşma iradesidir. Farkı kabul
etmek, hem etik bir yükümlülük hem de varlığa saygının ifadesidir: “Varlık,
farkların birbirini tanıyarak ördüğü bir ağdır”; iyilik, bu ağı koruyan ve
genişleten bir yönelimdir.
b) İyilik: Farkın Kabulü Olarak İlişkisel Etik
İyilik, sabit normlara indirgenemeyecek kadar dinamik ve
durumsal bir etik yönelimdir. İyinin ölçütü, karşılaşmanın tekilliğinde iki
farkın birbirine alan açabilmesidir. Bu, ne tarafların benzerliğe zorlandığı
bir sentez yani asimilaysaon ne de mesafeli bir “katlanma” hâlidir; diyalojik
açıklık ve karşılıklı dönüşebilirliktir. Benim örneğimde olduğu gibi, bir
ateist felsefeci ile dindar fizikçinin varlık üzerine tartışırken karşılıklı
hayranlık ve saygı geliştirip birlikte sempozyum kararı alması, farkın kabulünün
pratik bir ifadesidir: kimse inancını bırakmaz; ama herkes ötekinin anlam
dünyasını var olmaya layık görür. Bu, “epistemik-etik ortak zemin”dir: anlaşma
değil, anlama ve birlikte yaşama iradesi. Sonuçta iyilik, bir davranış kalıbı
değil, bir varoluş tarzıdır: farkla birlikte yaşayabilme, onunla anlamlı
ilişkiler kurabilme ve bu ilişkide kendini de dönüştürebilme cesareti.
c) Kötülüğün Ontolojisi: Farkın Bastırılması
Kötülük, aşkın bir güç ya da sırf bireysel sapma değil;
farkla ilişki kuramayan ontolojik bir duruştur. Fark tehdit sayıldığında
bastırma, yok etme, asimilasyon döngüsü işler. Bu, yalnızca etik ihlal değil, gerçekleşmenin
kesilmesidir: farkın bastırılması bireyleşmeyi durdurur, farklılığı tektipliğe
zorlar ve yaşamı tek tipleştirir. Kötülük burada bir “niyet”ten çok,
ilişkisizliğin rejimidir: tek yönlü özne–nesne hiyerarşileri, aşkın
belirlenimler ve sahte ilişki formları (temasın baskı ve kontrol olarak kurulması)
kötülüğün gündelik işleyişidir. Ontolojik düzeyde kötülük, yalnızca bir varlığı
değil, onunla birlikte mümkün olan bir dünyayı da yok eder.
d) Kötülüğün Üç Biçimi: Bastırma, Yok Etme, Asimilasyon
Bastırma, farklı olanın görünmezleştirilmesi ve
marjinalleştirilmesidir; ifade alanlarının daraltılması, temsiliyetin
engellenmesi, yapısal eşitsizlikler, medya ve hukuk yoluyla kültürel
sessizleştirme.
Yok Etme, farkın fiziksel ya da sembolik olarak ortadan kaldırılmasıdır;
soykırım, nefret cinayetleri, siyasi infazlar gibi çıplak şiddet biçimleri.
Asimilasyon, farkın tanınıyor gibi yapılıp egemen normda eritilmesidir; tek
dil, tek kimlik, tek din dayatan eğitim, medya ve hukuk politikalarıyla farkın
“zararsızlaştırılarak” yok edilmesi.
Bu üç biçim sıklıkla iç içe işler: bastırma, yok etmenin eşiğidir; asimilasyon,
bastırmanın rafine aracıdır. Hepsi, farkla ilişkiye giremeyen kapalı
ontolojilerin semptomudur.
e) Tarihsel İfşalar: Yapısal Kötülüğün Somutluğu
Kötülük soyut değil, kurumsallaşabilir bir gerçekliktir.
Nazi Almanyası’nda Holokost, “toplumsal saflık” ideolojisiyle farkın imhasını
programlaştırdı. Amerika kıtasında yerli halklara yönelik yok etme ve kültürel
asimilasyon birlikte yürüdü. Çin’in Kültürel Devrimi, farklı düşünce ve
gelenekleri hafızasıyla birlikte silmeyi hedefledi. Güncel cinsiyet temelli
şiddet ve kadın cinayetleri, farkı norm sapması diye cezalandıran ataerkil
düzenin sürdürülebilir şiddetidir. Bu örnekler, kötülüğün niyetle değil, farkı
reddeden yapı ve pratiklerle işlendiğini gösterir.
f) Sahte Farklar: Patoloji ve İktidar Kılığındaki Fark
Gerçek fark, karşılıklı açıklık ve dönüşebilirlik üretir;
şiddet ve tahakküm içermez. “Sahte fark” ise eleştiriye kapalı, kendini
mutlaklaştıran ve fark kisvesiyle ötekini ezen kimlik formudur. “Benim farkım”
diyerek dışlayan, bastıran tutum, farkı ilişki zemini olmaktan çıkarıp üstünlük
aracına çevirir. İlişkisel etik, farkı tanımak kadar, sahte fark temsillerini
de eleştirel bilinçle ifşa etmeyi gerektirir. Gerçek etik açıklık, yalnızca
ötekine açılmak değil; bu açıklığın sorumluluğunu taşımaktır.
g) Etik Tanıma İlkesinin Tanımı
Fark: Etik Tanıma İlkesi, varlığın başkasını bastırmadan
tanıyabilmesi ve özdeşleştirmeden ilişki kurabilmesi yetisidir. İyilik, farkın
kabulü; kötülük, farkın inkârıdır. Etik ilişki, hoşgörü değil; karşılıklı alan
açma ve birlikte dönüşme iradesidir. Bu ilke şunu söyler:
“İyi, farkın bastırılmasında değil, farkın tanınmasındadır.”
Ve şunu ekler: Özgürlüğün cömertlik borcu vardır. Özgürlük, kendini kapatmak
değil; farkla ilişkiye cömertçe açılmaktır.
h) Sonuç: Farkla Yaşamak – İyilik ve Kötülüğün Eşiği
Etik bir gelecek, farkın tehdit değil imkân sayıldığı
zeminde mümkündür. Kötülük, farkı yok sayan kapalı sistemlerin, aşkınlıkların
ve mutlaklık taleplerinin sonucudur; iyilik, farkla birlikte var olmayı mümkün
kılan açıklığın ve çoğulluğun pratiğidir. Farkla yaşamak, yalnız etik bir görev
değil, varoluşsal bir sorumluluktur: çünkü bir başkasının farkını
reddetmek, yalnız onu değil, onunla birlikte mümkün olan bir dünyayı da ortadan
kaldırmaktır. İyilik, başkasına yer açma; onunla birlikte
dönüşebilme; farkı tanırken kendini de dönüştürmeye gönüllü olma cesaretidir.
Bu cesaretin olduğu yerde etik canlı kalır; ve en nihayetinde anlarız ki: bizim
aynılığımız, farklılığımızda yatmaktadır.
3-ÖZGÜRLÜK: ETİK SORUMLULUK İLKESİ
a) Özgürlük: Sorumlulukla Var Olmak
Ahlakın üçüncü ilkesi olan özgürlük, insanın yaptıklarının farkında
olmasından ve bu farkındalığın yüklediği sorumluluğu omuzlarında taşımasından
doğar. Özgürlük, sınırların olmaması değil, sınırların farkında olma ve bu
farkındalığın yüklediği etik sorumluluğu kabullenme hâlidir. Gerçek özgürlük,
bir eylemin etkisini bilmek ve bu etkinin sorumluluğunu taşımaktır. İnsanı
özgür kılan şey irade değil; iradesinin doğuracağı sonuçları bilme, onları
dönüştürme ve bu farkındalığın getirdiği yükü kabul etme kudretidir. Bu nedenle
özgürlük, yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir etik yükümlülüktür. Bir
varlık özgür oldukça fark yaratır; fark yarattıkça da dönüşümün ağırlığını
hisseder. Özgürlük bu yüzden bir ayrıcalık değil, sorumluluktur.
b) Özgürlük Sınırsızlık Değil, Farkındalıktır
Klasik düşünce özgürlüğü, hiçbir engel olmadan istediğini yapabilme durumu
olarak tanımlar. Oysa ilişkisel felsefe bu tanımı tersine çevirir: gerçek
özgürlük, bağımsızlıkta değil, farkındalıkta yatar. Çünkü insan, öz-bilinçli
bir varlıktır; yaptığı her eylemin bir ilişki doğuracağını bilir. Her karar,
görünmez biçimde başka varlıkların alanına dokunur. Bu nedenle özgürlük,
ilişkisizlikte değil, ilişkinin bilincinde olmada anlam kazanır. Özgürlük,
farkın varlığını hissetmektir; eylemin sınırını, etkisini ve yankısını
duymaktır. Sınırsızlık bir tür körlüktür; farkındalık ise özgürlüğün etiğe
dönüştüğü yerdir.
c) Ormandaki Mangal ve Etik Seçim
Bir örnek üzerinden düşünelim. Issız bir ormanda kimsenin bizi görmediği
bir yerde mangal yapma özgürlüğüne sahibizdir. Ancak bu özgürlük, öz-bilinçle
birleştiğinde bir etik sorumluluk alanı açar. Çünkü biliriz ki orada
yakacağımız küçük bir ateş bile ormanı yakabilir, canlıların yaşamını yok
edebilir, doğanın dengesini bozabilir. İşte bu farkındalık anı, özgürlüğün
etikleştiği andır. Mangal yapmamayı seçtiğimizde bir şeyi reddetmiş olmayız;
tam tersine, varoluşun bütünüyle ilişkimizi onarmış oluruz. Farkı tanır, doğaya
zarar vermemeyi seçeriz. Bu “yapmama” eylemi, özgürlüğün en yüksek biçimidir;
çünkü eylemsizlik burada pasiflik değil, farkın bilincidir. Gerçek özgürlük,
her şeyi yapabilmek değil, yapmamanın anlamını kavrayabilmek, sorumluluğu
iliklerimize kadar hissedebilmektir.
d) Özgürlük ve İlişkisellik
İlişkisel felsefede özgürlük, izolasyon değil etkileşimdir. Her eylem bir
ilişki yaratır; her ilişki de bir sorumluluk doğurur. Bu nedenle özgürlük,
başkasının özgürlüğünü kısıtlamak değil, onun varlık alanını fark etme
sorumluluğudur. Özgürlük, ötekinin varoluşuna alan açabilmektir. Ötekinin
varlığı, bizim özgürlüğümüzün sınırlarını belirleyen etik bir fark alanı
oluşturur. Bu sınır bir engel değil, bilincin aynasıdır. Bir varlık, kendi
özgürlüğünün başkasına dokunduğunu fark ettiğinde, etikleşir. Böylece özgürlük,
bireysel bir ayrıcalıktan çıkar, varoluşun ortak bir biçimine dönüşür.
e) Özgürlük ve Bilinçli Karar
Özgürlük, her istediğin kararı verebilmek değildir, verdiğin kararın
bilincinde olmak ve sorumluluğunu taşımaktır. Eğer özgürlüğü her istediğini
yapabilmek yada her istediği kararı verebilmek olarak tanımlıyorsak “Caligula
“ bu gezegendeki en özgür adamdır. Bir karar, eylemin sonuçları bilinerek
alındığında etik bir değere kavuşur. Karar, bilginin sorumluluğa dönüştüğü
andır. İnsan, seçtiği şeyin dünyada nasıl bir fark yaratacağını bildiği ölçüde
özgürdür. Dolayısıyla özgürlük, her istediğin kararı verebilme kudreti değil, verilen
kararın yada yapılan seçimin doğurduğu sorumluluğu taşıyabilme cesaretidir.
Bilinçsiz özgürlük rastlantısaldır; bilinçli özgürlükse dönüşümseldir. Bu
yüzden özgürlük, yalnızca iradenin değil, farkındalığın ürünüdür.
f) Özgürlüğün Ontolojik Anlamı: Açıklığın Dönüşümü
Ontolojik düzlemde özgürlük, varlığın açıklığıdır. Kapalı bir varlık özgür
olamaz; çünkü farkla temas edemez. Açıklık, farkı duyabilme ve ona yanıt
verebilme yetisidir. Özgürlük, “kendinde kalma” değil, “ilişkiye açılma”
hâlidir. Bir varlık özgürleştikçe açıklığa kavuşur; açıklığa kavuştukça da
etikleşir. Bu nedenle özgürlük yalnızca politik değil, aynı zamanda ontolojik
bir ilkedir. Varlığın özgürlüğü, onun geçirgenliğiyle, yani farkı duyabilme
kapasitesiyle ölçülür.
g) Sonuç: Özgürlük Bir Hak Değil, Bir Ahlak Biçimidir
Özgürlük, yapılabileceklerin sınırını genişletmek değil, yapılmaması
gerekenin anlamını kavrayabilmektir. Gerçek özgürlük, iradenin değil, iradenin
etkisinin bilincidir. Bu nedenle özgürlük, bir mülkiyet değil, bir
ilişkiselliktir; bir ayrıcalık değil, bir ahlak biçimidir. Özgürlük, insanı
dünyadan koparmaz, tam tersine ona daha derin bir bağla bağlar. Her özgür eylem
bir fark yaratır, her fark bir ilişki doğurur ve her ilişki bir sorumluluk
çağrısıdır. Özgürlük, yalnızca “kendi için” değil, “başkasıyla birlikte” var
olmanın adıdır. İnsanın en yüksek özgürlüğü, kendini sınırlama bilincidir;
çünkü bu bilinç, hem varoluşun çoğulluğunu hem de etik bütünlüğünü korur.
KARAR: ÖZGÜR İRADE İLKESİ
Ahlakın dördüncü ilkesi olan karar, insanın sadece eyleyen
değil, eyleminin bilincine varan bir varlık olmasını ifade eder. Karar,
özgürlüğün en yoğun, aynı zamanda en sorumlu biçimidir. Çünkü karar anı,
bilginin eyleme dönüştüğü, farkın sorumluluk aldığı, bilincin özgürlüğe taç
giydirdiği andır. Bu nedenle karar, yalnızca bir tercih değil, varlığın kendini
bilinçli biçimde gerçekleştirmesidir.
a) Klasik Tanımın Açmazı: Etkisizlik, İlişkisizlik ve
İmkânsızlık
Özgür irade, felsefe tarihinin en kadim tartışma
konularından biridir. Klasik tanıma göre özgür irade, herhangi bir içsel ya da
dışsal etkiden bağımsız olarak karar verebilme yetisidir. Ancak bu tanım,
yüzeysel bir cazibeye sahip olsa da, insana uygulandığında ciddi bir çelişki
üretir. Çünkü insan her zaman doğanın yasaları, biyolojik yapısı, toplumsal
bağlamı ve bilinçdışı süreçleriyle ilişki içindedir.
Herhangi etkiden bağımsız bir varlık düşünmek, aslında
insanı insan yapan tüm boyutlardan soyutlamaktır. Dahası, tüm etkilerden
bağımsız olmak, karar verememeyi de beraberinde getirir. Çünkü karar, her zaman
bir bağlam, bir fark ve bir referans noktası gerektirir. Tamamen ilişkisiz bir
durumda verilen karar mümkün değildir. Bu nedenle klasik tanım, özgür iradenin
varlığını değil, özgür iradenin imkânsızlığını tarif etmektedir.
b) Yeni Bir Tanım: Bilinçli Sorumluluk
Bu açmazı aşmak için özgür iradeyi yeniden tanımlamak
gerekir. Özgür irade artık “etkiden bağımsız bir seçme gücü” değil, “kararın
bilincinde olma” durumudur.
Kısaca:
“Özgür irade, verilen kararın bilincinde olmaktır; yani
bilerek karar vermektir.”
Bu tanım, seçimi reddetmez ama özgürlüğün özünü seçimde
değil, bilincinde bulur.
Kararın bilincinde olmak, o kararın olası sonuçlarını da öngörmektir.
Dolayısıyla özgür irade, kişinin kendi kararının farkında olmasından kaynaklı
olarak, doğacak sonuçların sorumluluğunu üstlenebilmesidir. Bu tanım özgürlüğü,
sorumlulukla çelişen değil, onu tamamlayan bir nitelik olarak yeniden
temellendirir ve etik bir yük yükler. Sorumluluk olmadan özgürlük, boş bir
soyutlamadır; bilinç olmadan sorumluluk ise mekanik bir zorunluluktur.
Özgür irade, işte bu ikisini birleştirir: bilinçli
sorumluluk.
c) Nörobilimsel Destek: Bilincin Karar Sürecindeki Rolü
Bu yeni tanım yalnızca felsefi bir öneri değil, çağdaş
nörobilim araştırmalarıyla da desteklenmektedir.
Haynes (2015), klasik Libet deneylerinin iddia ettiği
gibi tüm kararların bilinçten önce verildiği fikrine temkinli yaklaşır ve “veto
süreci”ne dikkat çeker. İnsan, başlamış bir kararı bilinçli biçimde
durdurabilir. Bu, bilincin pasif bir gözlemci değil, aktif bir müdahil olduğunu
gösterir. Dolayısıyla özgür irade, sorumlulukla iç içe bir bilinç işlevi olarak
kavranabilir.
Schurger et al. (2012), hazırlık potansiyelinin
(readiness potential) bilinçten önce verilen kararın sinyali olmadığına dikkat
çekmiştir. Onlara göre bu potansiyel, beyindeki rastgele nöral dalgalanmaların
bir eşiği aşmasıyla ortaya çıkan birikimdir. Bu, özgür iradenin yokluğunu
değil, beynin eyleme hazır olma durumunu ifade eder.
Shum (2024) ise kararın başlangıç potansiyelinin
bilinçle doğrudan ilişkilendirilebileceğini göstermiştir. Bu bulgu, kararların
yalnızca bilinçdışı süreçlerden doğmadığını, bilincin sürecin en başından
itibaren etkin olduğunu ortaya koyar.
Bu araştırmaların tümü, özgür iradenin bir “anlık sıçrama”
değil, bir bilinçli süreç olduğunu desteklemektedir. Ancak
unutulmamalıdır ki nörobilim, mutlak doğrular değil, eğilim ve yorumlar sunar;
bu nedenle bu veriler felsefi olarak yorumlanmalıdır.
d) Özgür İrade Bir Süreçtir
Özgür irade, tek bir anlık seçim değil, bilinçli
sorumlulukla işleyen bir süreçtir. Bu süreç üç aşamalı biçimde düşünülebilir:
- Başlangıç
(Niyet): Kararın doğuşu bilinçle yönlendirilebilir.
- Sürdürme
(Karar): Eylem seçilirken kişi sürecin farkındadır.
- Veto
(Durdurma): Süreç devam ederken bilinç gerekirse müdahale edebilir.
Bu üçlü yapı, özgür iradeyi soyut bir mutlaklık olmaktan
çıkarır; somut, farkındalığa dayalı bir ilişkisel süreç hâline getirir. Karar
artık yalnızca “seçmek” değil, bilerek seçmek, farkın sonuçlarını
gözeterek eylemde bulunmaktır.
e) Karar: Bilinçli Özgürlük İlkesi
Bu perspektiften bakıldığında karar, bilincin özgürlüğe
dönüşmesidir. Özgürlük, rastgele seçim değil, sorumluluktur. Karar, farkın
eyleme dönüşmüş hâlidir “bilmekle
olmak arasındaki köprüdür.
Gerçek karar, bilgiyle sorumluluğu, farkla özgürlüğü birleştirir. Bu nedenle
“Karar: Bilinçli Özgürlük İlkesi”, yalnızca bir etik ilke değil, aynı zamanda
bir ontolojik açıklıktır. Varlık, kendi kararlarının bilincine vardığı ölçüde sorumluluğu
artar.
f) Sonuç: Özgürlük Bilinçtir, Bilinç Sorumluluktur
Sonuç olarak, özgür irade herhangi etkiden bağımsız olma
hali değildir. İnsan, her zaman ilişkiler, farklar ve etkiler ağı içinde var
olur. Gerçek özgürlük, bu ağın bilincinde olmaktır. Özgür irade, bu ağ içindeki
kararlarının bilincinde olmak, olası sonuçlarını öngörmek ve bu sonuçların
sorumluluğunu üstlenmektir.
Kısacası:
Özgür irade = Verilen kararın bilincinde olmak, bilerek
karar vermek ve sorumluluğunu
üstlenmektir.
İLİŞKİSEL AHLAKIN SONUÇ BÖLÜMÜ
1) Ontolojik Zemin: “Olmak” Açıklığı
İlişkisel ahlakın kökü “olmak”ta, yani varlığın içkin açıklık kipinde yatar.
Marcel’in “katılım olarak olmak” sezgisinden genişleterek: varlık, kendini
ancak ilişkiye açtığında kurar; kapalı varlık etik taşımayan, yalnızca tekrar
eden bir düzenek hâline gelir. Dolayısıyla ahlak, dışarıdan dayatılan bir
buyruk değil, varlığın açıklığıyla mümkün olan bir katılım biçimidir. Açıklık,
başkasını “nesne” değil “Sen” olarak tanıyan ve temasın dönüşümünü göze alan
ontolojik geçirgenliktir.
2) Kurucu İlke: “Fark”ın Tanınması
Açıklığın ilk etik sınavı, fark karşısında verilir. Varlık, farkla örülür;
ilişki farkla mümkündür. Bu yüzden iyilik, farkın bastırılmadan tanınması ve
birlikte dönüşüme alan açılmasıdır; kötülük ise farkın bastırılması, yok
edilmesi ya da asimile edilmesidir. Sahte fark, üstünlük ve tahakkümün
maskesidir; gerçek fark ise karşılıklı açıklık ve dönüşebilirlik üretir. Etik,
aşkın normların değil, karşılaşmaların tekilliğinde kurulur.
3) Etik Dinamik: Özgürlüğün Sorumluluğu
Açıklık ve fark, özgürlüğü salt “yapabilme” gücü olmaktan çıkarır; özgürlük,
ilişkinin farkında olma ve etkisini üstlenme kapasitesidir. Özgürlük,
sınırsızlık değil farkındalıktır; varlığın geçirgenliğidir. Her özgür eylem bir
fark üretir; her fark bir sorumluluk çağrısıdır. Bu nedenle özgürlük, bir hak
kadar bir borçtur: birlikte var olmanın açtığı etik yük.
4) Taçlandırıcı İlke: “Karar”ın Bilinçli Özgürlüğü
Özgürlüğün etikleştiği an karardır. Karar, bilginin eyleme, farkın sorumluluğa,
açıklığın fiile dönüşmesi; “bilerek seçme”dir. Klasik “etkisizlik” özgürlük
anlayışının aksine, karar bağlam içinde verilir ve bu yüzden anlamlıdır. Özgür
irade, verilen kararın bilincinde olmak ve sonuçlarını üstlenmektir. Bu,
nörobilimsel açıdan da (niyet–sürdürme–veto döngüsü) süreçsel bir yapıya işaret
eder: özgür irade bir sıçrama değil, bilinçli sorumluluk sürecidir.
Dört İlkenin Korelasyonu: Etikten Ontolojiye Geri Besleme
- Olmak
→ Fark: Açıklık, farkı duymayı mümkün kılar.
- Fark
→ Özgürlük: Farkın tanınması, özgürlüğü keyfiyetten ayırıp ilişkisel
farkındalık ve sorumluluk düzeyine taşır.
- Özgürlük
→ Karar: Özgürlük, bilerek seçme ve sorumluluğu alma cesaretinde
karara varır.
- Karar
→ Olmak: Bilinçli karar, varlığın açıklığını yeniden kurar, “olmak”
ilkesini güçlendirir.
Bu döngü tek yönlü değildir; her halka diğerini besleyen bir
geri dönüş üretir. Yani ilişkisel ahlak statik bir ilkeler listesi değil,
dairesel ve canlı bir oluş mimarisidir.
Kötülüğün Haritası: Kapanma Rejimi
- Olmak
kapanırsa: Ontolojik geçirgenlik biter, ilişki kuruma; ahlakın zemini
çöker.
- Fark
bastırılırsa: İyilik imkânı kapanır, asimilasyon–yok etme döngüsü başlar.
- Özgürlük
keyfiyete indirgenirse: Sorumluluk yitirilir, güç seviciliği ve buna bağlı
olarak ne istersem yaparım keyfiyeti oluşur.
- Karar
bilinçsizleşirse: Tepkiler ve alışkanlıklar “karar”ın yerini alır; etik
kırılma oluşur.
Bu dört kapanma birlikte yapısal kötülük üretir:
farkı reddeden, sorumluluğu yok sayan, bilinci edilgenleştiren rejimler.
Uygulama İlkeleri: Bireysel, Kurumsal, Kamusal
Bireysel pratik:
- Günlük
eylemler için “fark denetimi”: Kim/neyi etkiliyorum? Etkim, alan
açıyor mu, daraltıyor mu?
- Yapmama
erdemi: Yapabilmek kadar, gerektiğinde yapmamayı bilmek (orman
örneğindeki gibi).
- Karar
günlüğü: Niyet–sürdürme–veto aşamalarını bilinçle izleme.
Kurumsal pratik:
- Fark-koruyucu
tasarım: Eğitim/iş/medya politikalarında tekleştirici değil
çoğullaştırıcı çerçeve.
- Asimilasyon
denetimi: Temsil, dil, erişim ve katılımda “tanıyorum ama eritiyorum”
tuzaklarını ifşa.
- Şeffaf
sorumluluk: Karar mekanizmalarında etki analizi ve gerekçelendirme
zorunluluğu.
Kamusal etik:
- Hukuki
çoğulluk duyarlığı: Tek model vatandaş yerine farkların eşit
tanınması.
- Şiddetsiz
dil politikası: Bastırma ve damgalamayı çoğaltan söylemlere karşı
“açıklık etiği”.
- Ortak
iyiyi, farkların birlikte yaşayabildiği alan olarak: yeniden
tanımlama.
Ölçütler: İlişkisel Ahlak Testi (kısa kontrol listesi)
- Açıklık:
Bu eylem başkasına alan açıyor mu?
- Fark:
Farkı tanıyor ve koruyor mu, yoksa eritiyor mu?
- Özgürlük:
Etkisini biliyor ve sorumluluğunu üstleniyor mu?
- Karar:
Niyet–sürdürme–veto süreçleri bilinçle işletildi mi?
Dört “evet”, ilişkisel ahlakın asgari doğrulamasıdır.
Son Söz: Birlikte-Varlığın Etiği
İlişkisel ahlak, “olmak”ın açıklığını, “fark”ın tanınmasını,
“özgürlük”ün sorumluluğunu ve “karar”ın bilinçli özgürlüğünü aynı yapıda
birleştirir. Burada iyilik, farkla birlikte yaşayabilme cesaretidir; kötülük
ise farkı bastıran kapanma rejimidir. Özgürlük, kendini kapatmak değil,
cömertçe açılmaktır; karar ise bu açıklığın eylemde aldığı etik biçimdir.
Sonuçta ahlak, dışsal buyrukların değil, birlikte-varlığın içkin ritmidir:
açıklıkta doğar, farkta derinleşir, özgürlükte sorumluluk kazanır ve kararda
dünyaya dokunur.
Bizim aynılığımız, farklılığımızda yatar; ve bu fark,
açıklığın diliyle konuştuğunda, ahlak nefes alır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder