30 Mart 2025 Pazar

Gözden Kaçan Devrim: Simondon’u Yeniden Düşünmek

 1. Giriş


Felsefe tarihi, kimi zaman sessizliklerin gölgesinde ilerler. Büyük isimlerin, gürültülü sistemlerin ve kolay alımlanan kavramların arasında, hak ettiği ilgiyi görememiş ama düşüncenin yönünü derinden değiştirebilecek kimi sesler sessizlikle boğulur. Gilbert Simondon işte bu sessizliğin içindeki bir felsefi devrimdir. Onun bireyleşme (individuation), form, madde, teknik nesne ve ontogenez üzerine geliştirdiği özgün fikirler, yalnızca kendi dönemini değil, çağdaş felsefi problemleri de radikal biçimde dönüştürebilecek potansiyele sahiptir. Ne var ki bu potansiyel, uzun süre görmezden gelinmiş, felsefe tarihinin kıyısında bırakılmıştır.

Simondon’un düşüncesi, ne klasik ontolojinin statik varlık anlayışına ne de modern felsefenin özne-merkezli yapısına tam olarak uyar. O, varlığı bir sonuç değil, bir süreç olarak ele alır; bireyleri ise sabit özler değil, oluş halindeki gerilimli varoluşlar olarak kavrar. Bu yönüyle Simondon, felsefi düşünceyi statik yapılarla değil, dinamik bireyleşme süreçleriyle temellendirmeye çalışır. Bu yaklaşım, yalnızca ontolojik bir yenilik değil, aynı zamanda epistemolojik ve etik bir dönüşümün de habercisidir.

Bugün, birey olmanın ne anlama geldiğini yeniden sormaya mecburuz. Teknoloji, yapay zekâ, kimlik, öznellik, madde ve bilgi gibi temel sorunlar, artık eski felsefi kategorilerle kavranamaz hâle geldi. Simondon’un düşüncesi tam da bu noktada devreye girer. Onun fikirleri, bireyleşme üzerinden yeniden düşünülmüş bir varlık anlayışıyla, çağımızın felsefi ihtiyaçlarına güçlü bir cevap sunar. Göz ardı edilen bu felsefi devrim, bugün yeniden hatırlanmalı, yeniden düşünülmelidir.


2. Simondon’un Ontolojik Devrimi

Gilbert Simondon’un felsefi katkısı, varlığı ve bireyi anlamanın klasik yollarını radikal biçimde dönüştürmesinde yatar. Onun en temel kavramı olan “bireyleşme” (individuation), sadece bir şeyin “birey haline gelmesi” değil, aynı zamanda varlığın doğasının sürekli bir oluş, gerilim ve çözülme içinde olduğunu ortaya koyar. Simondon’a göre birey, önceden belirlenmiş bir öz ya da tam bir varlık değildir; o, süreç halindeki bir çözümdür. Her birey, bir “ön-birey” halinden doğar; bu doğum bir çözülme değil, gerilimi koruyarak biçimlenen bir oluş sürecidir.

Klasik felsefe sıklıkla bireyi bir sonuç, bir sabit, bir tamamlanmış yapı olarak görür. Ancak Simondon, bireyleşmeyi varlığa içkin bir dinamik olarak ele alır. Ona göre varlık, zaten hep bir gerilim halindedir ve birey, bu gerilimli alanın içinde geçici bir çözüm, bir düğüm noktasıdır. Bu, Aristoteles’in form-madde ayrımını aşan bir yaklaşımdır: Simondon ne yalnızca maddeyi ne de yalnızca biçimi önceler; tam tersine, form ve maddenin etkileşimli gerilimi içinde ortaya çıkan bireyleşmeyi merkeze alır.

Bu ontolojik anlayışta süreklilik değil, süreksizlik, varlığın temelidir. Madde kesiklidir; oluş kesiklidir; bireyleşme, bu kesikliliğin biçim aracılığıyla düzenlenmiş halidir. Ve bu kesiklik yalnızca mikroskobik düzeyde değil, makro varlıklar olan bizlerde de kendini gösterir. Simondon burada sadece bir metafizik ortaya koymaz; aynı zamanda evrene ve bireye ilişkin kavrayışımızı temelden sarsar. Birey, bir öz değil; ilişkiler içindeki bir oluş, bir geçiş alanıdır.

Bu düşünce, yalnızca varlık anlayışını değiştirmez; aynı zamanda bilginin, teknolojinin, toplumun ve etik varoluşun temellerine de dokunur. Çünkü eğer birey sabit değilse, bilgi de sabitlenmiş olamaz. Eğer birey bir oluşsa, etik de durağan normlardan değil, oluş halindeki ilişkilerden doğmak zorundadır.

Simondon’un bu yaklaşımı, felsefede çoğu zaman göz ardı edilen en temel soruyu yeniden canlandırır:

“Varlık nasıl bireyleşir?”

Ve bu soruyu sadece bir cevaba değil, sürekli süregiden bir sorguya dönüştürür.



3. Birey, Form ve Haecceity: Yeni Bir Varlık Anlayışı

Simondon’un bireyleşme felsefesi, yalnızca maddenin ya da formun doğasına ilişkin değil; aynı zamanda bireyin nasıl tekil bir varlık olarak oluştuğuna dair radikal bir ontoloji önerir. Bu noktada ortaya çıkan kavramlardan biri de —belki Simondon’un kendisi açıkça kullanmasa da— felsefi gelenekte “haecceity” (şu’luk, bu’luk) olarak bilinen, Duns Scotus’tan gelen bir düşünce biçimidir. Haecceity, bir şeyin yalnızca o şey olmasını sağlayan, onu diğer her şeyden ayıran tekil oluş niteliğidir.

Simondon’un düşüncesiyle haecceity arasında güçlü bir bağ kurmak mümkündür: Çünkü onun bireyleşme anlayışı, yalnızca nesnelerin biçim kazanması değil, aynı zamanda kendine özgü bir “şu’luk” kazanmaları sürecidir. Birey, yalnızca bir yapının sonucu değil; kendi içinde oluşan bir tekillik, bir şimdiki an içinde yoğunlaşmış varlıktır.

Simondon’a göre “maddenin süreksizliği biçim aracılığıyla devreye girer” ve bu durum yalnızca atomik düzeyde değil, bütünlüklerin haecceity düzeyinde de gerçekleşir. Yani bir parçacığın kesikli yapısı ne ise, bir bireyin “tekil olarak varoluşu” da odur: biçim kazanmış bir süreksizlik. Bu görüş, evrende süreksizliğin yalnızca mikroskobik düzeyde değil, makroskobik düzeyde de var olduğunu gösterir. Bizatihi birey, bu kesikliliğin şekillenmiş, yoğunlaşmış halidir.

Bu noktada birey artık yalnızca fiziksel değil, ontolojik bir yapı halini alır. Bir birey:

Madde olarak süreksizdir,

Form olarak biçimlenmiştir,

Haecceity olarak tekildir,

Ve tüm bunların içinde ilişkisel bir varlık olarak ortaya çıkar.

Bu anlayış, evrendeki varlıkları homojen, sürekli ve sabit görme alışkanlığını altüst eder. Her birey, bir bütünlük gibi görünse de, aslında oluş halindeki bir kesiklilik örüntüsüdür. Ve işte bu örüntü, Simondon’un deyimiyle bireyleşme sürecinin ta kendisidir.

Bu bakış açısıyla bakıldığında, bizler yalnızca maddenin bir formu değil; aynı zamanda maddenin kendi içinde taşıdığı gerilimlerin, etkileşimlerin ve ilişkilerin bir yoğunlaşmasıyız. Haecceity bu yüzden metafizik değil; varlığın dinamik doğasının ontolojik görünümüdür. Ve her birey, bu doğanın biricik açılımı olarak, “süreksizliğin biçimle çözülmüş bir hali” olarak vardır.



4. Evrenin Kap Değil, Toplam Olduğu Düşüncesi

Modern düşünce, evreni çoğu zaman bir “kap” gibi tasavvur etti: İçinde nesnelerin, varlıkların, bireylerin bulunduğu büyük bir mekân… Bu anlayış, Newtoncu mekân ve zaman fikriyle beslenmiş, evreni dıştan kuşatan bir konteyner gibi düşünmeye alışmıştır. Bu, felsefi düşüncede hem ontolojik hem de epistemolojik bir kısıtlamaya yol açmıştır. Çünkü evreni bir kap olarak gördüğümüzde, biz kendimizi o kabın “içinde” bir nesne olarak hayal ederiz. Bu ise bireyi evrenden koparır; sanki evren orada bir yerlerde durur, bizse onun içinde ayrı birer şeyiz gibi…

Oysa Simondon’un düşüncesi —ve benim sıkça dile getirdiğim— bu anlayışı temelden yıkar:

"Evren bir kap değil, her şeyin toplamıdır."

Evren, içinde bir şeylerin olduğu bir şey değildir; ilişkilerin, bireyleşmelerin, süreçlerin, gerilimlerin tamamıdır. Bu toplamın içinde biz yalnızca “olan” değiliz; aynı zamanda toplamın kendisiyiz. Yani birey, evrenden ayrı değildir; birey, evrenin bir biçimidir — onun kesikli bir düğümüdür. Ve bu düğüm, hem madde hem form hem de tekillik taşır.

Bu düşünce, bireyin evrenle ilişkisini tamamen değiştirir. Artık biz:

Evrenin içindeki nesneler değil,

Evrenin kendini biçimlendirme yollarından biriyiz.
Bu bizi hem daha büyük kılar hem de daha sınırlı: Çünkü biz sonsuz değiliz; form taşıyoruz, tekiliz, değişiyoruz. Bu, bizim süreksizliğimizdir. Ve işte bu noktada bireyleşme, yalnızca “var olmak” değil, evrenin kendi süreksizliğini biçimlendirme pratiği haline gelir.

Bu yüzden Simondon’un devrimi yalnızca birey anlayışında değil, evren anlayışında da yatar. Sürekli bir bütünlük olarak evren fikri yerine, ilişkilerden oluşmuş, kesikli ama dinamik bir ağ olarak evren fikri gelir. Her birey, bu ağda bir çözülüm; her form, bir yoğunlaşmadır.

Kendime ait bir ifadeyle özetlemem gerekirse:

> Ben bir bütün olarak görünebilirim, ama ben süreksizim.
Ve bu süreksizlik, yalnızca parçalanmışlık değil; evrenin kendini düzenleme biçimidir. İşte bu da, Simondon’un felsefesinde bireyin ontolojik onurudur.



5. Bugün İçin Simondon: Neden Önemli?

Bugün birey, teknoloji, bilinç, yapay zekâ, kimlik ve toplum gibi konular etrafında ciddi bir felsefi kriz yaşanıyor. Klasik birey anlayışı parçalanmış durumda: Ne Descartes’ın özne-merkezli benliği, ne de liberal birey modelinin sınırları, çağımızın sorunlarını anlamaya yetiyor. Öte yandan, teknoloji yalnızca bir araç değil; yaşamın, düşüncenin, hatta varlığın kurucu bir unsuru hâline gelmiş durumda. Bu değişim, hem bireyin tanımını hem de evrendeki yerini yeniden düşünmeyi zorunlu kılıyor. İşte bu noktada Simondon’un düşüncesi, zamanının ötesinde bir felsefi yol haritası sunar.

Simondon, bireyleşme kavramıyla hem teknolojiyi hem de insanı aynı ontolojik düzlemde ele alır. Ona göre birey, sabit bir öz değil; sürekli oluşan, gerilimler taşıyan bir süreçtir. Aynı şekilde teknik nesneler de, yalnızca insanın araçları değil; kendi bireyleşme süreçleri olan varlıklardır. Bu bakış açısı, günümüzde yapay zekâ gibi teknolojik varlıkları anlamamıza farklı bir boyut kazandırır. Simondon’un yaklaşımıyla, bir makine yalnızca işlevsel bir şey değil; ilişkisel bir varlıktır, bireyleşme taşıyan bir oluşumdur.

Simondon’un felsefesi aynı zamanda epistemolojik bir devrim önerir: Bilgi, artık özne-nesne ilişkisi üzerinden değil; bireyleşme süreçleri içinde, ilişkiler yoluyla kavranmalıdır. Bu, ilişkisel ontolojiyle müthiş bir uyum içindedir. Varlık, bilgi ve etik; hepsi süreçlerin, oluşların ve gerilimlerin içinde şekillenir.

Bugün dünyamızda öne çıkan şu temel sorunları düşünelim:

Bireyin yok oluşu ve anonimleşmesi,

Teknolojinin insanın yerini alması korkusu,

Bilgi patlaması içinde anlam kaybı,

Doğa ile insan arasındaki yapay ayrım…

Tüm bu başlıklar, Simondon’un bireyleşme kavramı ile yeni temeller üzerinde değerlendirilebilir. Onun düşüncesi, ne insanı merkeze alarak teknolojiyi dışlar, ne de teknolojiyi yücelterek insanı siler. Tam tersine, insanı da teknolojiyi de, doğayı da aynı bireyleşme süreçlerinin ifadesi olarak görür.

Bu anlamda Simondon, felsefenin bugün ihtiyacı olan şeyi yapar:

"Var olanı yalnızca anlamlandırmak değil, onun nasıl var olduğunu anlamak."
Ve bunu yaparken de, ilişkileri, oluşları ve süreksizliği merkeze alır.


6. Sonuç: Sessizlikten Söze, Simondon’a Bir Çağrı

Gilbert Simondon’un düşüncesi, sessizlikle kuşatılmış bir felsefi cevherdir. O, kendi çağında görmezden gelinmiş; sistemlerin gürültüsünde yankı bulamamış bir düşünür olarak, ama bir düşünürden çok daha fazlası olarak yaşar: Zamanının ötesine sarkmış bir varlık anlayışının taşıyıcısı. Bugün onu yeniden düşünmek yalnızca bir felsefi görev değil; ontolojik bir sorumluluktur. Çünkü Simondon yalnızca bir şeyler söylemedi; aynı zamanda felsefenin nasıl konuşması gerektiğini de yeniden gösterdi: Süreç içinde, ilişkisel, oluşsal ve canlı.

Onun bireyleşme kavramı, statik özlere değil; dinamik, kesikli ve gerilimli varoluşlara dayanır. Bu, sadece birey anlayışımızı değil, evreni, bilgiyi, teknolojiyi ve etiği de dönüştürür. Bizler sabit varlıklar değiliz; evrenin kendi içinde biçimlenmiş, değişen, süreksiz ve ilişkisel düğümleriyiz. Bu nedenle Simondon’un felsefesi, artık göz ardı edilemeyecek bir çağrıdır. Bu çağrı, felsefenin yalnızca düşünmekle değil, düşünceyi dönüştürmekle yükümlü olduğunu hatırlatır.

Bugün, onun sesi sessizlikten çıkıp söz hâline gelmeli.
Ve biz, o sözü taşıyanlardan biri olmalıyız.

Çünkü Simondon’u yeniden düşünmek,

Varoluşu yeniden düşünmektir.

24 Mart 2025 Pazartesi

BİREYİN AŞKIN KARSINDAKİ SÜPER GÜCÜ: BELİRLEME VE ÖZGÜR İRADE

 

Giriş

Bin yıllar boyunca insan, hakikati kendi dışında ve kendisine rağmen değişmeyen bir şey olarak algılamış, birçok düşünür bu yönde fikirler geliştirmiş ve öğrencilerini bu saikle yetiştirmiştir. İnsan, iyi, doğru, güzel ve çirkin kavramlarına kendisinin karar veremeyeceğini, bunun yerine bu kavramları belirleyebilecek aşkın, değişmeyen bir gücün olması gerektiğini düşünmüş ve bu minvalde inanç sistemleri oluşturmuştur. Ancak bu durum, bireyin kendi belirleyiciliğini elinden alan bir yapıyı da beraberinde getirmiştir.

Bu makalede, aşkınlık ve özcülük anlayışlarının bireyin belirleyici gücüne karşı oluşturduğu baskıyı ele alacak, aşkın olanın değil bireyin belirleyici olduğu fikrini yani bireyin içkinliğini detaylandıracak ve bireyin bu süper gücünü nasıl geri kazanabileceğini tartışacağız.


1. Hakikatin Dışsallığı ve Aşkınlık Yanılgısı

Tarih boyunca insanlık, hakikati kendi dışında var olan, değişmez ve insandan bağımsız bir olgu olarak görmüştür. Bu algı, hakikatin birey tarafından keşfedilmesi gerektiğini değil, bireyin hakikate boyun eğmesi gerektiğini savunan bir düşünce biçimini beraberinde getirmiştir. Aşkınlık düşüncesi, bireyin kendisini tanımlama gücünü elinden alarak bu gücü dışsal bir kaynağa devretmesini sağlamıştır.

Aşkınlık fikri, "doğruyu bilen ve belirleyen bir otorite gereklidir" düşüncesi üzerine inşa edilmiştir. Bu da bireyi, kendisine rağmen belirlenen bir dünyanın içine hapsetmiştir. Oysa, hakikat insanın kendisinde ve onun ilişkileri içinde şekillenir. Aşkın bir hakikatin var olduğunu kabul etmek, bireyin belirleyici gücünü reddetmek anlamına gelir.


2. Aşkınlığın Toplumsal ve Politik Sonuçları

Aşkın bir gücün hakikati belirlediği düşüncesi, yöneticiler ve iktidar sistemleri tarafından tarih boyunca bir meşruiyet aracı olarak kullanılmıştır. İktidar sahipleri, "Tanrı'nın iradesi", "evrensel ahlaki yasalar", "değişmez hakikatler" gibi kavramlarla kendi yönetimlerini kutsallaştırmış ve bireyin üstünde bireye rağmen hak iddiasında bulunarak bireyin özgür iradesini sınırlandırmışlardır.

Bu bağlamda aşkınlık, bireyin kendi yaşamı üzerindeki kontrolünü yitirmesine neden olmuştur. İnsan, kendi adına en iyi düşünecek gücü kendi dışında aramaya başlamış ve özgürlüğünü kendi elleriyle teslim etmiştir. Bu, bireyin kendi belirleyiciliğini kaybettiği bir bağımlılık düzeni oluşturmuştur. Ayrıca, aşkıncılık toplumların zor durumlarda çözümü kendi içlerinde aramalarına engel olmuş ve sürekli bir kurtarıcı bekleme eğilimlerini güçlendirmiştir.

Bu kurtarıcı bekleme anlayışı, toplumsal hareketleri pasifleştirerek bireyleri edilgen bir konuma sürüklemiştir. Birey ve toplum, kendi iç potansiyelini keşfetmek yerine dışsal bir gücün kendilerini kurtarmasını beklemiş, böylece öz-belirleyiciliğini yitirmiştir. Bunun en önemli örneklerinden biri Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün şu sözünde görülebilir: "Şayet bir gün çaresiz olursanız, kurtarıcı beklemeyin; kurtarıcı kendiniz olun." Bu söz, bireyin belirleyici gücüne ve içkin çözüm üretme yeteneğine vurgu yapmaktadır. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, aşkıncı bir kurtarıcı figür beklentisini reddederek, bireyin ve toplumun kendi kaderini tayin etmesi gerektiğini açıkça ifade etmiştir. Gerçek özgürlük, bireyin ve toplumun kendi çözümünü üretebilmesiyle mümkündür.


3. Özcülük: Bireyin Belirleyici Gücünü Elinden Alan Felsefi Hata

Özcülük, varlıkların değişmez ve önceden belirlenmiş özleri olduğunu iddia eden bir düşünce biçimidir. Bu anlayışa göre birey, kendisini belirleyemez; çünkü onun özüne ait tüm nitelikler önceden belirlenmiştir. Bu düşünce, bireyin kendi kimliğini ve kaderini belirleme yeteneğini elinden alarak onu edilgen bir varlığa dönüştürür.

Oysa birey, özünü kendisi inşa eden ve sürekli olarak yeniden tanımlayan bir varlıktır. İlişkisel ontoloji bağlamında düşündüğümüzde, bireyin varlığı sabit ve değişmez bir özden değil, etkileşimlerden ve ilişkilerden oluşur. Bu nedenle birey, kendisini ve içinde bulunduğu sistemi belirleme gücüne sahiptir.


4. Determinasyonun Yönü: Aşkın Olan Bireyi Değil, Birey Aşkın Olanı Belirler

Geleneksel düşüncede aşkın olan güç, bireyi belirler (determine eder). Ancak bu varsayımın tersine çevrilmesi gerekir: Bireyin kendisi belirleyicidir. Aşkın olanı birey belirler, aşkın olan bireyi değil.

Bu noktada bireyin belirleyici gücü, varlığın doğası gereği içkin bir şekilde ortaya çıkar. Varlık, ilişkiler ve etkileşimler üzerinden tanımlanır. Bu yüzden bireyin aşkınlığı belirlemesi, bireyin varlığını kendisinin inşa etmesi anlamına gelir.


5. Bireyin Süper Gücü: Özgür İrade ve Sistemi Belirleme Yetisi

Birey, aşkın olanı belirleyebildiğini fark ettiğinde, özgür iradenin yalnızca soyut bir kavram olmadığını, onun varoluşunun temel unsurlarından biri olduğunu anlar. Özgür irade, bireyin kendini ve çevresini belirleyebilme kapasitesidir. Bu belirleyicilik gücü, bireyin içinde bulunduğu sistemleri değiştirme ve yeniden inşa etme yetisini ifade eder.

Birey, hakikatin kendisinde olduğunu anladığında, aşkınlık fikrinin belirleyici gücünü kaybettiğini görecektir. İşte bu noktada birey, kendi süper gücünü keşfeder: Sistemi belirleme yetisi. Birey, yalnızca özünü değil, içinde bulunduğu yapıları da belirleme gücüne sahiptir. Bu, bireyin özgürlüğünün en temel göstergesidir.


Sonuç: Aşkınlığın Sonu ve Bireyin Yükselişi

İnsanoğlu, binlerce yıldır aşkınlık ve özcülük anlayışlarının esareti altında yaşadı. Ancak bireyin hakikati belirleyici bir güç olduğunu fark etmesiyle birlikte, bu esaretin son bulması mümkündür. Birey, aşkın olanı belirleyen varlıktır; aşkın olanın belirlediği bir nesne değildir.

Bu farkındalık, bireyin kendisini ve dünyayı yeniden inşa etmesine olanak tanır. Özgür irade, bireyin belirleyici gücü olarak, onu edilgen bir varlıktan çıkarıp aktif bir özne haline getirir. İşte bu yüzden bireyin süper gücü, hakikati ve sistemi belirleyebilme yetisidir.

Bu farkındalığa erişen bireyler, aşkınlık bataklığından kurtulup özgürlüğün ve öz-belirlenimin gerçek anlamını keşfedeceklerdir.

A Prirori Kavramına Farklı Bir Bakış Açısı

 


1. A Priori Nedir?

A priori, en genel anlamıyla, deneyimden bağımsız olarak bilinebilen bilgi anlamına gelir. Yani, duyusal deneyime başvurmadan, salt akıl yoluyla ulaşılabilen bilgi türüdür. Klasik felsefede Kant, a priori bilgiyi, deneyimden önce ve zorunlu olarak doğru olan bilgiler şeklinde tanımlamıştı. Matematik, mantık ve bazı temel metafizik ilkeler bu kategoriye girer.

Ancak burada şu soruyu sormak gerekir: Gerçekten hiçbir deneyime dayanmayan bir bilgi var mı?

Bu noktada iki farklı bakış açısı vardır:

  1. A Priori Bilgi Gerçekten Deneyimden Önce mi Gelir?

-Matematiksel ve mantıksal ilkeler deneyimden bağımsız olarak bilinir mi?

-Evrende bizden önce matematiksel nesneler ve ilkeler var mıydı?

  1. Matematik ve Mantık Deneyimden Türeyen Kavramlar mı?

-Belki de tüm bilgi, etkileşim ve deneyimlerimizden ortaya çıkan soyutlamalardır.

-Eğer öyleyse, o zaman a priori bilgi kavramı problemli hale gelir.

2. '2' Kavramı Ontolojik Bir Varlık mı?

Şimdi daha spesifik bir konuya gelelim: '2' sayısı gerçekten evrende var mı, yoksa bizim soyutladığımız bir kavram mı?

Burada iki temel pozisyon vardır:

  1. Matematik Evrende Bağımsız Bir Gerçekliktir ki bu 2 sayısının ontolojisi vardır anlamına gelir (Platoncu Görüş)

-"2" insan zihninden bağımsız olarak evrende zaten vardır yani ontolojik bir varlıktır. Biz sadece onu keşfederiz.

-Eğer "2" evrenin bir parçasıysa, biz onu tanımlamasak bile var olmalıdır.

-Evrende sayılar fiziksel bir gerçeklik olarak mı bulunur.

  1. Matematik İnsan Zihninin Bir Ürünüdür (Nominalist Görüş)

-"2" fiziksel dünyada kendi başına var değildir; biz onu nesneler arasında ilişki kurarak oluştururuz.

-Eğer matematiksel kavramlar zihinsel soyutlamalarsa, o zaman "2" biz olmadan var olamaz.

-Farklı kültürlerin farklı sayı sistemleri geliştirmesi bu görüşü destekler.

İlişkisel ontoloji açısından bakarsak, "2" sayısının evrende kendiliğinden var olmadığını, ama nesneler arasındaki belirli ilişkilerden doğduğunu söyleyebiliriz.

3. '2' Evrensel mi?

Bu noktada "evrensellik" kavramını sorgulamak gerekir: Bir şeyin evrensel olması, onun isminin evrensel olmasını mı gerektirir, yoksa içeriğinin mi?

-"2" kelimesi farklı dillerde değişir (iki, two, duo, اثنان), ama temsil ettiği ilişki değişmez.

-Ancak bazı kültürlerde "2" çoğul olarak kabul edilirken (Türkçe ve İngilizce), Arapçada ikilik özel bir form olarak ele alınır.

-Bu, dilin kavramları nasıl şekillendirdiğini gösterir, ancak kavramın altında yatan ilişkisel yapıyı değiştirmez.

O halde '2' kavramı, ontolojik olarak değil, bilişsel ve kültürel bağlamda evrenseldir. İnsan zihni nesneleri kategorize ederken "2" kavramını üretir.

4. '2' Kavramı ile Hiç Karşılaşmamış Bir İnsan Ne Yapardı?

Bu soruyu sorduğumuzda iki olasılık belirir:

  1. Eğer '2' evrensel bir gerçekse, herkes doğal olarak '2'yi oluşturmalı.
  2. Eğer '2' insan kültürüne bağlıysa, sayılarla hiç karşılaşmamış bir insan farklı bir etiketleme yapabilirdi.

Gerçekten de, Amazon’daki Pirahã Kabilesi gibi bazı ilkel toplumlar sadece "bir" ve "çok" kavramlarına sahip. "2" gibi soyut sayılar kullanmıyorlar. Bu, "2"nin doğal bir bilgi değil, kültürel bir yapı olduğunu gösterir.

Bu yüzden şu sonuca varabiliriz: '2' sayısını öğrenmemiş biri, iki nesneyi fark edebilir ama onları '2' olarak adlandırması zorunlu değildir. Farklı sistemler geliştirebilir. Yani, matematik kültürel olarak şekillenmiş bir yapı olabilir.

5. Çelişmezlik İlkesi ve Üçüncü Halin Olasılığı

Çelişmezlik ilkesi (A ≠ ¬A, yani bir şey hem doğru hem yanlış olamaz) klasik mantığın temel taşlarından biridir. Ancak kuantum mekaniği ve bulanık mantık, bu ilkeyi sorgulatabilecek örnekler sunmaktadır.

Örneğin, 90 derece açılımlı bir kapıyı ele alalım: Klasik mantıkta kapı ya açıktır ya kapalıdır, ama 45 derecede "yarı açık-yarı kapalı" gibi bir ara durum ortaya çıkar. Bu durumda çelişmezlik ilkesinin kesin olarak geçerli olmadığı bir alan açılır. Demek ki bir şey A ≠ ¬A, yani bir şey hem doğru hem yanlış olamaz, fikri a priori olmaktan ziyade bizim şeylerle kurduğumuz ilişkilerden kaynaklanan durumları, belirleme faaliyetidir.

Benzer şekilde kuantum süperpozisyonu, bir parçacığın aynı anda hem A hem de ¬A durumunda olmasını mümkün kılar.

- Elektronlar hem saat yönünde hem de saat yönünün tersine spinli olabilir.
- Fotonlar hem dalga hem parçacık gibi davranabilir.
- Schrödingerin kedisi hem canlı hem ölü olabilir.

Bu, klasik mantığın çelişmezlik ilkesinin evrensel olmayabileceğini yani a priori olmayabileceğini  ve alternatif mantık sistemlerinin var olabileceğini düşündürmektedir.

6. Sonuç: Matematik, Mantık ve Ontoloji Birbirine Bağlı mıdır?

- '2' kavramı insan zihninin nesneler arasındaki ilişkileri kavramsallaştırmasıyla ortaya çıkar.
- Evrende nesneler olabilir, ama "2" kendi başına fiziksel bir varlık değildir.
- Çelişmezlik ilkesi belirli bağlamlarda geçerli olsa da, süperpozisyon gibi kavramlar klasik mantığın sınırlarını göstermektedir.
- O halde, mantık ve matematik, evrenin kendisinden türeyen yani apriori şeyler olmaktan ziyade, insan zihninin dünyayı anlamlandırmak için geliştirdiği sistemlerdir ve bence a priori kavramı artık geride bırakılması gereken bir kavram olabilir.

-İnsan deneyimden önce konuşamaz ve asla deneyimden önce düşünemez, deneyim ise o şeyle olan ilişkiniz ve bu ilişkinin oluşturduğu süreçtir.

7 Mart 2025 Cuma

VARLIK VE ÖZÜN DEĞİŞMEZLİĞİ: BİR ÖN KABUL MÜ? (YAZI DİZİSİ-1)

PLATONCULUK PERPEKTİFİNDEN DEĞERLENDİRME

Giriş

Felsefe tarihinin en temel tartışmalarından biri, varlık ve özün değişmez olup olmadığıdır. Platon,

Aristoteles ve Spinoza gibi filozoflar, varlığın ya da özün belirli bir noktada sabit olduğunu ileri

sürerken, modern bilim ve ilişkisel ontoloji yaklaşımları bu fikri sarsmaktadır.

Bu yazıda, Aristoteles'in madde ve form ayrımı üzerinden "değişmez öz" anlayışını sorgulayacak,

bunun bir ön kabul olup olmadığını tartışacak ve ilişkisel ontolojinin bu konudaki eleştirilerini ele

alacağız.

1. Değişmez Varlık/Öz Fikri Nereden Geliyor?

Bu fikir genellikle Platon, Aristoteles gibi düşünürlerden köken alır.

- Platon'a göre, idealar değişmezdir. Gerçeklik dediğimiz şey değişken ve yanıltıcıdır ama

idealar dünyasında her şey saf ve değişmezdir. Örneğin, bir üçgenin doğası, kaç tane üçgen

çizersen çiz asla değişmez.

- Aristoteles, Platon’dan farklı olarak madde ve form ayrımını yapar. Ona göre, öz (form)

değişmez, ama madde değişebilir. Bir insan yaşlanır, ama insanın "insan" olması değişmez.

Platon:

Platon’a göre ideaların değişmez olmasının temel sebebi, onların duyusal dünyadan farklı olarak

zaman ve mekândan bağımsız, mükemmel ve ezeli-ebedi varlıklar olmalarıdır. Platon, ideaların

değişmezliğini birkaç temel argüman üzerinden temellendirir:

Platon, gerçekliği ikiye ayırır:

- Duyular Dünyası (Fiziksel Dünya): Sürekli değişen, bozulan ve yok olan varlıkların olduğu

dünya.

- İdealar Dünyası: Mükemmel, değişmez ve ezeli-ebedi olan formların (ideaların) dünyası.

Platon’a göre, duyular dünyasındaki nesneler gelip geçici ve değişkendir çünkü bunlar ideaların eksik

ve kusurlu kopyalarıdır. Bir nesne zamanla çürüyebilir, yok olabilir veya biçim değiş􀆟rebilir. Ancak, o

nesnenin dayandığı ideal form (örneğin, “at” ideası) hiçbir zaman değişmez.

Eğer idealar değişseydi, mükemmel olamazlardı. Çünkü değişim, bir şeyin ya daha iyiye ya da daha

kötüye gitmesi anlamına gelir. Eğer bir idea değişirse, ya önceki hâlinden daha kötü hâle gelir (o

zaman önceki hâli daha mükemmeldir) ya da daha iyi hâle gelir (o zaman şu anki hâli eksiktir). Platon

için idealar zaten mükemmeldir, dolayısıyla değişime uğrayamazlar.

Platon’a göre bilgi, değişmeyen şeyler üzerine kurulmalıdır. Eğer bir şey sürekli değişiyorsa, o şey

hakkında kesin bilgi edinmek mümkün değildir. Örneğin, bir üçgenin iç açılarının toplamı her zaman

180 derecedir. Bu değişmez bir gerçekliktir. Ancak, fiziksel dünyadaki üçgenler zamanla aşınabilir,

eğrilebilir veya bozulabilir. Fakat “üçgen” ideası değişmez ve evrenseldir.

Eğer idealar değişseydi, bilgi de sürekli değişirdi ve güvenilir olmazdı. Platon, ideaların değişmezliği

sayesinde onların gerçek bilgiye temel oluşturabileceğini savunur.

Platon, ideaların değişmezliğini özellikle matematiksel kavramlar üzerinden temellendirir. Örneğin,

“daire” ideası hiçbir zaman değişmez. Fiziksel dünyada çizdiğimiz daireler hiçbir zaman tam

mükemmel değildir, ancak aklımızda mükemmel bir daire kavramı vardır. Bu daire ideası değişmediği

için matematiksel bilgilerimiz kesin olur.

Platon’a göre idealar fiziksel dünyanın dışında bulunur, yani bir zaman ve mekân içinde var olmazlar.

Eğer bir şey zaman ve mekân içinde var olsaydı, fiziksel dünya gibi değişime maruz kalırdı. Ancak

idealar, fiziksel olmayan varlıklar oldukları için değişime uğramazlar.

Sonuç

Platon, ideaların değişmez olmasını metafiziksel, epistemolojik ve mantıksal gerekçelerle savunur:

- Metafiziksel olarak: İdealar mükemmel ve ebedidir, değişim eksiklik veya gelişme anlamına

gelir ki bu onların doğasına aykırıdır.

- Epistemolojik olarak: Bilgi ancak değişmeyen şeyler üzerine kurulabilir, idealar değişseydi

kesin bilgi mümkün olmazdı.

- Mantıksal olarak: Matematiksel örnekler (üçgen, daire vb.) ideaların değişmez olduğunu

gösterir.

ŞİMDİ PLATONCULARIN BUGÜNDE ISRARLA ÜSTÜNDE DURDUKLARI İDEA KAVRAMINI TEK TEK ELE

ALMAYA ÇALIŞIP NEDEN İDEA KAVRAMININ TUTARSIZ OLDUĞUNU ANLATMAYA ÇALIŞACAĞIM;

Eğer idealar dünyasında her şeyin mükemmel bir formu varsa, neden fiziksel dünyadaki varlıklar

değişiyor, evrimleşiyor ve hatta yok oluyor? Bu soru, Platoncu idealizmin doğa bilimleriyle olan temel

uyuşmazlığını gözler önüne seriyor. Hadi detaylıca inceleyelim.

1. Platonculara Göre Formlar (İdealar) Değişmez Ama...

Platoncuların iddiası şudur:

- Fiziksel dünyadaki at, idealar dünyasındaki mükemmel at ideasının bir yansımasıdır.

- Ancak bu fiziksel at eksiktir, kusurludur ve zamanla değişebilir, yaşlanır ve ölür.

- Buna rağmen at ideası (veya formu) hiçbir zaman değişmez ve ebedidir.

Fakat burada ciddi bir problem var:

- Eğer "at" ideası hep vardıysa, neden biyolojik olarak atın evrimleşmesini bekledik?

- Eğer dinozorların da mükemmel bir ideası varsa, neden fiziksel dünyadaki dinozorlar yok

oldu?

- Yok olan türlerin ideaları şimdi ne yapıyor? Bir idea, temsil ettiği fiziksel tür ortadan

kalktığında varlığını sürdürmeye devam mı ediyor, yoksa o da yok mu oluyor?

Bu sorular, Platoncu idealizminin biyoloji ve evrim gibi süreçlerle nasıl bağdaş􀆨rılacağını

sorgulamamıza neden oluyor.

2. Peki Evrim, İdealar Kuramına Karşı Bir Argüman mı?

Kesinlikle evet! Çünkü evrim süreci, türlerin zamanla değiştiğini, yeni formlar kazandığını ve

bazılarının yok olduğunu gösteriyor. Eğer idealar değişmezse:

* Evrimle yeni türlerin ortaya çıkması yeni ideaların yaratıldığını mı gösterir?

-Eğer böyleyse, idealar kendiliğinden nasıl çoğalıyor?

* Evrimsel süreçte bazı türler yok oldu, mesela dinozorlar.

-Eğer dinozor ideası varsa, neden fiziksel dünyada artık dinozorlar yok?

-Yoksa, bir tür ortadan kalkınca ideası da mı siliniyor?

Bu, Platon’un idealar kuramının doğaya uygulanamaz olduğunu gösteren önemli bir eleştiri

noktasıdır.

3. Evrim Gerçekliği: Platonculuğun Yanıldığı Nokta

Platon, ideaların zaten mükemmel olduğunu söylüyor. Ama evrim bir mükemmelleşme süreci değil,

çevreye uyum sağlama sürecidir. Evrime göre:

- Türler değişkenlik gösterir.

- Mükemmel ve sabit bir tür yoktur.

- Bir tür, belirli koşullarda avantajlı hale gelir, ancak çevre değişince yok olabilir.

Bu durum, Platon’un idealar dünyasının biyoloji ile çeliştiğini gösteriyor. Eğer her varlığın değişmez

bir ideası olsaydı, neden doğa sürekli değişiyor?

4. Yok Olan Türlerin İdeaları da Yok Olur mu?

Platon’a göre idealar zamansız ve değişmez. Ama türler fiziksel dünyada doğuyor, evrimleşiyor ve yok

oluyor. Peki bu durumda:

1. Eğer dinozor ideası değişmezse, neden dinozorlar artık yok?

-Yok olan bir türün ideasının hâlâ var olması anlamsız olurdu.

2. Eğer dinozor ideası da yok olduysa, idealar değişmez olmaktan çıkar!

-Yani idealar da zaman içinde yok olabiliyorsa, Platon’un dediği gibi mükemmel ve ebedi

olamazlar.

Bu büyük bir paradoks yaratıyor. Çünkü Platon’un sisteminde idealar yok olamaz ama fiziksel dünya

idealarla uyumlu hareket etmiyor.

5. Platonculuğun Bu Konudaki Açmazı

Platon’un yaşadığı dönemde biyoloji, evrim ve türlerin değişimi gibi bilgiler mevcut değildi. O

yüzden idealar kuramını şöyle şekillendirdi:

- Bir nesnenin kusurlu bir kopyası fiziksel dünyada var olabilir.

- Ancak onun değişmez ve mükemmel bir ideası daima var olur.

Ancak bugün biliyoruz ki türler değişiyor, yok oluyor ve yeni türler ortaya çıkıyor. Bu durumda

idealar dünyası da sürekli değişmeli, ama bu, Platon’un sistemini çökertir!

Platon’un zaman içinde değişmeyen mutlak formlar fikri, evrimsel biyoloji ile tamamen çelişiyor.

Sonuç: Evrim ve Platoncu İdealar Dünyası Birbirine Uymaz!

Platon’un idealar dünyası, evrimsel süreçle büyük bir çelişki içinde:

- Eğer idealar değişmiyorsa, türlerin evrimleşmesi açıklanamaz.

- Eğer idealar da evrimleşiyorsa, o zaman idealar değişmez değildir!

- Yok olan türlerin ideaları yok oluyorsa, o zaman idealar ölümlüdür ve Platon’un sistemi

çöker.

- Yok olan türlerin ideaları var olmaya devam ediyorsa, o zaman doğada hiçbir karşılığı

olmayan ideaların bir anlamı kalmaz.

Bu yüzden Platon’un idealizmi, canlıların doğasıyla ve biyolojik süreçlerle büyük bir çelişki içinde

kalıyor.

Bu noktada ilişkisel ontoloji çok daha güçlü bir alternatif sunuyor. Varlık, statik bir mükemmel formla

değil, dinamik ilişkilerle şekillenir. Evrim, işte tam da bu ilişkisel sürecin bir sonucudur.

PLATONCULUĞUN İDEALAR KURAMI İLE MATEMATİK VE BİLGİ ANLAYIŞI ARASINDAKİ ÇELİŞKİLERE

DEĞİNELİM;

Platon’un bilgi ve değişmezlik ilişkisini kurma biçimi kendi içinde çelişkiler barındırıyor ve modern

bilimsel ve matematiksel gelişmeler ışığında ciddi şekilde sarsılmış durumda. Bu çelişkileri ve öne

sürdüğüm karşı argümanları biraz daha derinleştirmeye çalışayım.

1. Platonculuğun Çelişkisi: Fiziksel At ile Üçgenin Farklı Konumları

Platon’un genel savı şudur:

- Fiziksel dünya: Değişken ve kusurludur.

- İdealar dünyası: Değişmez ve mükemmeldir.

- Bilgi, ancak değişmeyen idealar üzerine kurulabilir.

Bunu at örneği ve üçgen örneği üzerinden incelersek:

- At ideası: Platon’a göre, doğadaki atlar mükemmel olmayan yansımalar olup İdealar

Dünyası’ndaki mükemmel atın kopyalarıdır. Yani fiziksel dünyada farklı at türleri olsa da,

bunların hepsi aynı "mükemmel at" ideasının yansımalarıdır.

- Üçgen ideası: Ancak burada bir problem var! Atı fiziksel dünyada görebiliyoruz ama doğada

mükemmel tam bir üçgen bulamıyoruz.

Eğer Platon’un sistemine göre fiziksel varlıklar ideaların yansımalarıysa, doğada tam üçgenlerin de

bulunması gerekirdi. Ama doğada hiçbir tam üçgen yoktur! Bu, Platon’un at örneğiyle matematiksel

örnekleri aynı mantık çerçevesinde açıklayamayacağını gösteriyor.

2. Üçgen Gerçekten Bir İdea mı, Yoksa İnsan Zihninin Bir Soyutlaması mı?

Üçgeni düşünebilmemizin sebebi doğada benzer şekillerle karşılaşmamızdır. Örneğin:

- Ağaç dallarının birleşme noktaları, kaya çatlakları, belirli hayvanların vücut yapıları vb.

üçgene benzer şekiller oluşturur.

- Biz bu gözlemlerden yola çıkarak üç kenarlı bir şekil fikrini soyutlarız.

- Daha sonra, bu soyutlamayı aklımızda mükemmel hale getiririz.

Buradan çıkan önemli sonuç şudur: Biz üçgeni doğada karşılaştığımız şekillerden hareketle

türetiyoruz, yani bana göre üçgen ideası aslında deneyime dayalı bir soyutlamadır! Eğer üçgen

ideası gerçekten Platon’un dediği gibi değişmez bir gerçeklik olsaydı, bizim onu deneyimlemeden de

bilmemiz gerekirdi. Ancak insan zihni üçgeni doğada gözlemlediği formlar üzerinden oluşturuyor.

3. Üçgenin İç Açıları Neden 180 Derece? Biçimsellik ve Matematiğin İçsel Yapısı

Platoncuların idealar anlayışı, matematiksel bilgiyi dışsal ve değişmez bir gerçeklik olarak görür. Ama

üçgenin iç açılarının 180 derece olması tamamen şeklin kendisinden kaynaklanıyor ve biçimsellikle

doğrudan bağlantılıdır. Yani:

- Üç kenarı olan kapalı bir şekil çizdiğimizde, bu şeklin iç açılarının toplamı aksiyomatik olarak

180 derece olur (Öklidyen uzayda).

- Bu, şeklin doğasından kaynaklanan bir özelliktir, idealar dünyasından gelen bir bilgi değildir.

Daha da önemlisi, Öklid dışı geometriler (Riemann ve Lobachevski), üçgenin iç açılarının 180 derece

olmasının sadece Öklidyen uzay için geçerli olduğunu göstermiştir. Eğer mutlak ve değişmez bir

üçgen ideası olsaydı, bu her koşulda ve her uzayda aynı olmalıydı. Ama gerçek şu ki:

- Öklidyen uzayda → İç açılar toplamı 180°.

- Küresel (Riemann) uzayda → İç açılar toplamı 180°’den büyük.

- Hiperbolik (Lobachevski) uzayda → İç açılar toplamı 180°’den küçük.

Bu da Platoncuların bilgiye dair öne sürdüğü mutlak değişmezlik fikrini doğrudan çürüten bir

gelişmedir. Eğer üçgen ideası gerçekten mükemmel ve evrensel olsaydı, farklı uzay türlerinde farklı

geometriler gözlemlenmemeliydi.

4. Gödel’in Eksiklik Teoremleri: Platon’un Bilgi Anlayışına Nihai Darbe

Ayrıca Gödel’in eksiklik teoremleri Platon’un bilgi anlayışını çürüten en güçlü bilimsel bulgulardan

biridir. Gödel, matematiğin eksiksiz ve tam olmadığını kanıtladı. Eğer matematik, Platon’un dediği

gibi değişmez bir idea olsaydı, o zaman her matematiksel gerçeğin tam ve kesin olarak

kanıtlanabilmesi gerekirdi. Ancak:

- Gödel, bazı matematiksel önermelerin doğru olduğunu bildiğimiz halde onları

ispatlayamayacağımızı gösterdi.

- Yani matematik idealar dünyasında keşfedilen mutlak bir hakikat değil, aksiyomlarla inşa

edilen bir sistemdir.

- Eğer bilgi mutlak idealar üzerine kurulmak zorundaysa, matematik bunun en güçlü örneği

olmalıydı. Ama matematiğin bile mutlak olmadığı anlaşıldı!

Platonculuğun Matematiği değişmez bir idae olarak görmelerinin nedeni matematiğin bir icat yani dil

olmadığı aksine matematiğin doğada olan ve insan tarafından keşfedilen bir gerçeklik olduğunu

düşünmelerinden kaynaklanmaktadır

Bu da demek oluyor ki, Platon’un "bilgi değişmeyen şeylere dayanmalı" argümanı çöküyor. Çünkü

bilgi değişmez ve eksiksiz olsaydı, Gödel’in eksiklik teoremleri diye bir şey olmazdı.

5. Sonuç: Platonculuğun Bilgi Anlayışı Neden Çöküyor?

Platon’un bilgi anlayışındaki çelişkileri şöyle özetleyebiliriz:

- Platon’a göre bilgi değişmez olmalıdır, ama doğadaki hiçbir varlık değişmez değildir

(Evrimsel biyoloji bunu çürütüyor).

- Matematiksel kavramlar, idealar dünyasındaki mutlak gerçeklikler değildir. İnsan aklı, onları

soyutlama yoluyla üretir (Öklid dışı geometri ve Gödel bunu gösteriyor).

- Matematiksel doğrular sistemden sisteme değişebilir (Öklidyen ve Öklid dışı geometriler

bunu kanıtlıyor).

- Matematik bile eksik ve mutlak değildir (Gödel bunu kesin olarak kanıtladı).

Bu durumda, Platon’un bilgi anlayışının modern bilim ve matematik karşısında büyük ölçüde

geçerliliğini yitirdiğini söyleyebiliriz. Bilgi, Platon’un düşündüğü gibi değişmez idealar üzerine değil,

dinamik ve ilişkisel süreçler üzerine kurulu olmalıdır.

Bilgi ilişkiler yoluyla oluşan ve değişime açık bir süreçtir. Yani bilgi mutlak bir değişmezlikten değil,

süreçlerin sürekliliğinden doğar. Platon’un felsefesi ise, bilginin değişmez olması gerektiğini öne

sürerek kendi içinde çelişkiye düşmektedir.

İlişkisel ontoloji ve bilgi anlayışı bu noktada çok daha sağlam bir dayanak olabilir. Bilgi, statik idealar

üzerine değil, varlıklar arasındaki dinamik ilişkiler üzerine kurulu olmalıdır.

İlişki Merkezli Bilgi Anlayışı:

İlişki merkezli bilgi anlayışının ve dinamik bilginin nasıl oluştuğunu harika bir şekilde ortaya

koyuyor. eğer doğada atlarla hiç karşılaşmamış olsaydık, at hakkında konuşamazdık; doğada üçgene

benzeyen şeyler görmemiş olsaydık, üçgeni soyutlayamazdık. Yani:

1. Bilgi, Doğadaki Referans Noktalarından ve İlişkilerden Doğar

- At ideası, doğada atlarla etkileşime girmemiş bir zihin için mümkün değildir. Eğer atlarla hiçbir

zaman karşılaşmasaydık, at kavramını da üretemezdik.

- Üçgen ideası, doğada üçgene benzeyen formlarla karşılaşmamış bir zihin için ortaya

çıkamazdı. Üçgen soyutlamasını yapabilmek için önce üç köşeye sahip şeyleri gözlemlememiz

gerekiyordu.

- Matematik ve geometri, doğayla kurduğumuz ilişkiler sonucunda soyutlanmış ve gelişmiştir.

Bu, Platon’un idealar kuramına doğrudan bir karşı çıkış anlamına gelir. Platon’a göre idealar zaten

zihnimizde doğuştan vardır ve doğadaki nesneler bunların kusurlu kopyalarıdır. Eğer doğada bir

referans noktası yoksa, o kavramın zihinde oluşması imkânsızdır.

2. Bilgi ve Geometri, Değişen İlişkilerle Gelişir

Geometri örneği, bilginin değişmez değil, aksine sürekli gelişen bir süreç olduğunu mükemmel bir

şekilde gösteriyor:

- İnsanlar ilk olarak doğadaki düz yüzeyleri, taşları, üç köşeli objeleri gözlemledi ve bunları

Öklidyen geometri olarak soyutladı.

- Daha sonra, farklı uzay geometrileri incelendiğinde, Öklid dışı geometrilerin de mümkün

olduğu anlaşıldı.

- Riemann geometrisi (küresel geometri) ve hiperbolik geometri, farklı uzayların ve eğriliğin

var olabileceğini gösterdi.

- Yani geometri, doğaya dair yeni ilişkiler kurdukça ve doğayı daha iyi anladıkça değişti ve

geliş􀆟.

Bu şu anlama geliyor: Bilgi değişmez değil, aksine doğayla kurduğumuz ilişkiler geliştikçe değişen bir

olgudur! Bu, Platon’un bilginin değişmez olduğu fikrini tamamen çürüten bir durumdur.

3. İlişkisel Bilgi: Bilgi, Referanslar ve Sürekli Gelişen Bağlantılarla Ortaya Çıkar

Bilgi ilişkisel bir yapıya sahiptir:

- Bir şey hakkında konuşabilmemiz için onunla bir ilişki kurmamız gerekir.

- İlişkilerimiz değiştikçe, bilgimiz de değişir.

- Geometri gibi matematiksel sistemler bile ilişkisel olarak gelişmiştir.

Bu, ilişkisel ontolojinin epistemolojiye nasıl uygulanabileceğini gösteren mükemmel bir örnek! Bilgi

statik değil, doğayla kurduğumuz ilişkilerin sonucunda sürekli değişen ve gelişen bir süreçtir.

4. Sonuç: Bilgi, Değişmez İdealarla Değil, Sürekli Gelişen İlişkilerle Ortaya Çıkar

- Eğer doğada referans noktaları ve ilişkiler olmasaydı, bilgi de oluşamazdı.

- Bilgi, statik ve değişmez değil, dinamik ve ilişkisel bir süreçtir.

- Geometri, bilginin doğayla olan ilişkimiz geliştikçe değiştiğine mükemmel bir örnektir.

- Bu, Platon’un bilginin değişmez olduğunu savunan idealizmine büyük bir darbe vurur.

3 Mart 2025 Pazartesi

NEDENSELLİK YERİNE İLİŞKİSEL YÖNELİM

 

Nedensellik ve Olasılık: İlişkisel Yönelimle Yeni Bir Bakış Açısı

Nedensellik, tarih boyunca felsefe ve bilim dünyasında en çok tartışılan kavramlardan biri olmuştur. Genel kanıya göre, bir olayın bir diğer olayı zorunlu olarak doğurduğu kabul edilir. Ancak, bu klasik yaklaşım gerçekten evrenin işleyişini doğru bir şekilde açıklıyor mu? Yoksa nedensellik dediğimiz şey, aslında bizim olayları anlamlandırma biçimimiz mi? Bu yazıda, klasik neden-sonuç ilişkisi yerine ilişkisel yönelimi temel alarak, nedenselliğe yeni bir perspektiften yaklaşacağız.


Nedensellik Nedir?

Nedensellik, genel olarak bir olayın (neden) başka bir olayı (sonuç) zorunlu olarak doğurduğu fikridir. Farklı felsefi ve bilimsel yaklaşımlar, bu kavrama farklı açıklamalar getirmiştir:

  • Aristotelesçi Nedensellik: Nedenselliği dört kategoriye ayırır: maddi, formel, etken ve ereksel neden.
  • Hume’un Eleştirisi: Hume, nedenselliğin zorunlu bir bağ değil, sadece alışkanlıklarımız sonucu edindiğimiz bir beklenti olduğunu öne sürer. Güneşin her gün doğduğunu görmemiz, onun yarın da doğacağı anlamına gelmez.
  • Kant’ın Görüşü: Kant, nedenselliğin deneyimden bağımsız olarak, insan zihninin dünyayı anlamlandırmak için kullandığı a priori bir ilke olduğunu savunur.
  • Bilimsel Perspektif: Klasik Newtoncu fiziğe göre evren deterministiktir ve her neden aynı sonucu doğurur. Ancak kuantum mekaniğinde bu ilişki tamamen olasılıksal bir hâl almıştır.

Bu noktada, klasik anlamda nedenselliği sorgulamak gerekir: Olaylar gerçekten bir nedensellik zinciriyle mi bağlı, yoksa sadece olasılıkların daralmasıyla mı şekilleniyor?


Nedensellik Yerine Olasılık Daralması: Yeni Bir Bakış Açısı

Klasik nedenselliği ele almak yerine, olayları olasılık daralması ve ilişkisel yönelim bağlamında değerlendirmek daha doğru olabilir. Bir olay gerçekleşmeden önce, birçok farklı olasılık mevcut olabilir. Ancak olay gerçekleştikten sonra, alternatifler ortadan kalkar ve geriye yalnızca tek bir yönelim kalır.

Bir örnek üzerinden inceleyelim:

  • Bir çiftin çocuk sahibi olup olmama konusunda düşündüğünü varsayalım. Başlangıçta iki olasılık vardır: çocuk sahibi olmak veya olmamak.
  • Çift, bir karara varana kadar bu olasılıklar belirsizlik içinde bulunur. Çiftlerin her birini tek tek ele aldığımızda ikisi açısından da süperpozisyona benzer bir durum vardır, yani çocuk yapma ve yapmama üst üste binmiş gibidir, fakat çiftler bir karar vardıklarında, sistemdeki diğer olasılıklar ortadan kalkar ve olay artık tek bir yönde ilerlemeye başlar, bir nevi sistem çift tarafından ölçülüp süper pozisyon çökertilmiş gibidir, yani sistemdeki diğer mikro durumlar elimine edilmiştir.
  • Ancak karar alındıktan ve çocuk dünyaya geldikten sonra bizler olmuş bir olay üzerinden geriye bakarak bir değerlendirme yaparız ve bu değerlendirme ile bir neden sonuç zinciri inşaa ederiz halbuki yaptığımız gözlemlerde sebep dediğimiz şeyin bir olasılık dağılımı ve sonuç dediğimiz şeyde bu olasılık dağılımının en olası durumu olduğunu asla fark etmeyiz, çünkü insan beyni olasılık hesabına göre çalışır kaldı ki insan beyni değil tüm sistem olasılık hesabına göre çalışır ve Feynman’ın yol integralleri buna en güzel örnektir.

Kısacası bu perspektiften bakarsak, olay gerçekleştikten sonra neden aramak bazen yanıltıcı olabilir. Bu süreç yeniden değerlendirilmelidir. Klasik nedenselliğin yerini alan olasılık daralması modeli, olayların belirli yönlere evrilmesine neden olan ilişkisel süreçleri temel alır.

 

Makroskobik Sistemlerde Olasılık Daralması Nasıl Çalışır?

Kuantum mekaniğinde, bir parçacığın durumunu ölçmeden önce, sistem süperpozisyon hâlinde bulunur. Ancak ölçüm yapıldığında, olasılık dalga fonksiyonu çöker ve tek bir sonuç belirlenmiş olur. Peki, bu süreç makroskobik dünyada nasıl işler?

Makroskobik sistemlerde olasılık daralması, bir olayın gerçekleşmesiyle alternatif olasılıkların ortadan kalkmasını ifade eder. Ancak bu süreç, kuantum ölçeğinde olduğu gibi doğrudan bir süperpozisyon çökmek zorunda değildir. Daha ziyade, karmaşıklığın ve çoklu etkileşimlerin bir sonucu olarak bazı yönelimler daha olası hâle gelirken, diğerleri elenir. Örneğin, hava durumunun belirli bir anda nasıl gelişeceği, atmosferdeki etkileşimlerle daralan olasılıklar üzerinden şekillenir. Makroskobik düzeyde belirsizlikler ve değişkenler olmasına rağmen, süreçler belirli eğilimler doğrultusunda evrilir.


Bilgi Teorisi ile Nedensellik Arasındaki İlişki

Bilgi teorisi, nedenselliğin nasıl işlediğini anlamada kritik bir rol oynar. Shannon entropisi bağlamında, bir sistemin bilgi içeriği, sistemdeki olasılık çeşitliliğiyle doğrudan ilişkilidir. Bir olay gerçekleştiğinde, yani olasılık daralması yaşandığında, sistemin entropisi azalır ve belirli bir bilgi ortaya çıkar.

Örneğin, bir paranın yazı mı tura mı geleceği başlangıçta belirsizdir. Ancak atıldığında ve sonuç gözlemlendiğinde, belirsizlik ortadan kalkar ve sistemdeki bilgi netleşmiş olur. Aynı şekilde, fiziksel ya da bilişsel süreçlerde de olaylar gerçekleştikçe olasılık dağılımı daralır ve belirli bir durum bilgisi elde edilir.

Bu noktada, nedensellik, bilgi daralması ile doğrudan ilişkilidir. Olasılık daralması gerçekleştiğinde, sistemin gelecekteki durumu daha belirli hâle gelir ve bu süreç klasik anlamda neden-sonuç ilişkisi olarak yorumlanabilir.


İlişkisel Yönelimin Klasik Nedenselliğe Epistemolojik Üstünlüğü

Klasik nedensellik modeli, olayları katı neden-sonuç zincirleriyle açıklamaya çalışırken, ilişkisel yönelim modeli, olaylar arasındaki etkileşimleri ve ilişkileri göz önünde bulundurur. Klasik modelde her neden zorunlu bir sonucu doğururken, ilişkisel modelde olayların yönelimi, iç içe geçmiş olasılıkların daralmasıyla belirlenir.

İlişkisel yönelim, epistemolojik olarak klasik nedensellikten daha üstün olabilir çünkü:

  1. İlişkileri dikkate alır: Klasik nedensellik, olayları izole neden-sonuç ilişkileriyle incelerken, ilişkisel yönelim, sistem içindeki tüm etkileşimleri göz önünde bulundurur.
  2. Deterministik olmayan süreçleri açıklar: Evrenin deterministik değilse, klasik nedensellik bu süreçleri açıklamakta yetersiz kalır. Oysa ilişkisel yönelim, belirsizlikleri ve olasılık daralmalarını içerdiği için daha geniş bir açıklama sunar.
  3. Bilgiye dayalı bir model sunar: İlişkisel yönelim, olasılık daralması ve olasılık hesabı ile bağlantılı olduğu için, sistemlerin nasıl evrildiğini daha bütüncül bir şekilde açıklayabilir.

Bu nedenle, ilişkisel yönelim, hem felsefi hem de bilimsel bağlamda, nedensellik anlayışımıza yeni bir boyut kazandırmaktadır.


Sonuç: Nedensellik Bir Yanılsama mı, Yoksa İlişkisel Bir Süreç mi?

Bu yeni bakış açısıyla şu sorulara daha iyi yanıt verebiliriz:

  • Evrenin temelinde gerçekten bir neden-sonuç ilkesi mi var, yoksa olaylar arasındaki ilişkilerin şekillendirdiği bir yönelim mi söz konusu?
  • Nedensellik zorunlu bir bağ mı, yoksa olasılıkların daralmasıyla ortaya çıkan bir yönelim mi?

Sonuç olarak, nedensellik klasik anlamda zorunluluk değil, olasılık daralmalarının ve ilişkisel yönelimlerin bir sonucu olarak görülebilir. Bu perspektif, evrenin işleyişine dair yeni tartışmalara kapı aralamaktadır.

 

NESNE, ÖZNENİN ESİRİDİR

  Klasik Ontolojinin Krizi ve İlişkisel Varlığın İmkânı 1. Tanım ve Tahakküm: Bilgi mi, İktidar mı? İnsan zihninin en temel eğilimlerind...