30 Eylül 2025 Salı

ARİSTOTELES MANTIĞI VE İLİŞKİSEL FELSEFE BAĞLAMINDA ELEŞTİRİSİ

Giriş

Aristoteles’in kurduğu iki-değerli mantık, Batı düşünce tarihinin en güçlü, en sistematik ve en uzun süre etkili olmuş yapı taşlarından biridir. Bu mantık yalnızca bir düşünme aracı değil, aynı zamanda bütün bir metafiziğin temel dayanağıdır. Aristoteles’in üç büyük ilkesi “özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkânsızlığı” yalnızca mantıksal doğruluğu değil, aynı zamanda varlığın nasıl anlaşıldığını da belirler.

Bu sistem, yüzyıllar boyunca hakikat anlayışımızı, varlık kavrayışımızı ve bilgi kuramımızı derinden etkilemiştir. Ortaçağ skolastiğinde Tanrı’nın mutlak düzeni bu mantık aracılığıyla düşünülmüş; modern çağda bilimsel yöntemin kesinlik iddiaları yine bu mantığın mirası üzerine kurulmuştur. Kısacası Aristoteles’in mantığı, yalnızca felsefi bir yöntem değil, aynı zamanda düşünce tarihinin bütün bir zeminidir.

Ne var ki bu mantığın dayandığı temel ilkeler “değişmezlik, mutlaklık, aşkınlık, özcülük ve nesnellik” gerçekliği belirli bir çerçevede kavrar. Hakikati özlerde sabitleyen bu yaklaşım, kendi içinde güçlü bir içtutarlılık sağlasa da, bu gücünü tam da değişimi, belirsizliği ve ilişkisel gerçekleşmeyi dışarıda bırakmasından alır. Yani Aristoteles mantığı, sabit özler ve mutlak doğruluklar üzerinden işleyen bir kapalı sistemdir.

Bugün ise felsefe ve bilim bize göstermektedir ki gerçeklik, sabit özlerden ziyade ilişkiler, farklar ve gerçekleşmeler üzerinden anlaşılabilir, yani “değişmeyen tek şey değişimdir”. O nedenle Aristoteles mantığının tarihsel ve düşünsel önemini teslim etmekle birlikte, onun sınırlarını aşan yeni bir bakışa da ihtiyaç vardır. Bu yazıda önce Aristoteles mantığının temel ilkelerini ayrıntılı biçimde ele alacak, ardından ilişkisellik ve gerçekleşme felsefesi açısından bu yapının eleştirisini sunacağım.

Aristoteles Mantığının Temelleri: Değişmezlik, Mutlaklık, Aşkınlık, Özcülük ve Nesnellik

Aristoteles’in kurduğu mantık üç temel ilkeye dayanır ve bu ilkeler yalnızca mantığın işleyişi için değil, aynı zamanda onun ontolojisinin ve metafiziğinin taşıyıcı sütunlarıdır.

1. Özdeşlik İlkesi: “A, A’dır.”

Bu ilkeye göre bir şey, kendisiyle tam özdeştir. Bir varlık, kendi özünden farklı bir şey olamaz. Böylece öz, sabit ve değişmez olarak kabul edilir. Bu yaklaşım, varlığın sürekliliğini ve istikrarını garanti altına alır. Ancak aynı zamanda değişimin özsel bir gerçeklik değil, yalnızca “tesadüfi” bir eklenme olduğunu varsayar.

2. Çelişmezlik İlkesi: “A, aynı anda hem A hem de A olmayan olamaz.”

Bu ilke, bir şeyin kendi karşıtını aynı anda içeremeyeceğini söyler. Böylece dönüşüm süreçlerinde ortaya çıkan ara haller ve eşik durumları geçersiz kılar. Değişim, ya önce ya sonra olabilir; ama aynı anda hem önceki hem de sonraki durumda bulunmak mantıkça yasaktır. Bu nedenle gerçekleşme süreci kesintisiz bir akış değil, ayrık ve kapalı kategoriler halinde kavranır.

3. Üçüncü Halin İmkânsızlığı: “Bir şey ya A’dır ya da A değildir.”

Bu ilke, ara ihtimalleri, belirsizlikleri ve olasılık alanlarını dışlar. Hakikat yalnızca iki değere indirgenmiştir: doğru ya da yanlış. Dolayısıyla “hem A hem değil” ya da “ne A ne değil” gibi ara bölgeler imkânsızdır. Bu yaklaşım, mantığı keskin bir siyah–beyaz yapısına dönüştürür.

 

Bu İlkelerin Ontolojik Sonuçları

Aristoteles’in bu üç ilkesi, mantığın işleyişinin ötesinde, varlığın yapısını ve hakikatin doğasını tanımlayan birer ontolojik iddia haline gelir:

  • Değişmezlik: Varlık özünde sabittir. Değişim, özün dışında, yüzeysel bir görünüm ya da tesadüfi bir eklemedir. Hakikat özde saklıdır.
  • Mutlaklık: Doğru ile yanlış arasında üçüncü bir yol yoktur. Hakikat mutlak sınırlarla belirlenmiştir; bağlam ya da ilişkiler bu mutlaklığı etkilemez.
  • Aşkınlık: Hakikat, insandan ve zihinden bağımsızdır. O, özlerin dünyasında aşkın bir biçimde bulunur; insan aklı sadece buna uyum sağlamakla yükümlüdür.
  • Özcülük: Her varlığın özsel bir doğası vardır ve mantık, bu özleri dile getirmenin aracıdır. Mantığın görevi, varlığın özsel yapısını görünür kılmaktır.
  • Nesnellik: Doğruluk, öznel yorumdan bağımsızdır. İnsan ne düşünürse düşünsün, hakikat özün sabit yapısında bulunur ve değiştirilemez.

Bu çerçevede Aristoteles’in mantığı, hakikati özlerde temellenmiş, aşkın, mutlak ve nesnel bir düzen olarak kavrayan özsel bir yöntem haline gelir. Mantık, yalnızca düşünmenin aracı değil, aynı zamanda varlığın sabit özünü ifade eden bir dil konumundadır. Bu yüzden Aristoteles mantığı, tarihte sadece düşünce biçimimizi değil, hakikati kavrayışımızı da kalıcı şekilde biçimlendirmiştir.

İlişkisel ve Gerçekleşme Felsefesi Açısından Eleştiri

İlişkisel ve gerçekleşme felsefesi açısından temel sorun, Aristoteles’in mantığının değişimi dışlamasıdır. Aristoteles’in özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkânsızlığı ilkeleri, evreni sabit, özsel ve mutlak bir düzen içinde kavrar. Oysa ilişkisel felsefe, gerçekliğin özlerden değil, ilişkilerden ve farklardan doğduğunu savunur.

Özdeşlik İlkesi

Aristoteles için özdeşlik mutlak bir hakikattir: “A, A’dır.”
Ancak ilişkisel felsefede özdeşlik sabit bir özden değil, ilişkilerin sürekliliğinden kaynaklanır. Bir varlık, sürekli yeniden kurulan ilişkiler sayesinde kendisiyle özdeş görünür. Bu özdeşlik bir kez verilmiş bir hakikat değil, her an yeniden üretilen geçici bir dengedir.

Örneğin bir insan, biyolojik olarak hücrelerini sürekli yeniler, psikolojik olarak deneyimlerle dönüşür, toplumsal olarak bağlamlar içinde farklı roller üstlenir. Yine de biz onu “aynı kişi” olarak tanırız. Bu özdeşlik, mutlak bir özden değil, ilişkilerin sürekliliğinden doğar. Dolayısıyla ilişkisel felsefe açısından özdeşlik, statik değil, dinamik bir yeniden-kuruluş sürecidir.

Çelişmezlik İlkesi

Aristoteles’in çelişmezlik ilkesi, bir şeyin aynı anda hem kendisi hem de karşıtı olamayacağını ilan eder. Böylece ara haller, eşikler ve geçiş durumları mantığın dışında bırakılır.

Oysa ilişkisel ve gerçekleşme felsefesinde değişim daima ara haller üzerinden gerçekleşir. Su buza dönüşürken belirli bir sıcaklık aralığında “ne tamamen su ne de tamamen buz” olan bir eşik bölgesi oluşur. Bu, çelişki değil; doğanın kendi gerçekliğidir.

Aynı şekilde bir toplum, değişim süreçlerinde hem eski değerlerini taşır hem de yeni formlar üretir. Birey de bir karar anında hem eski düşüncesini hem de yeni eğilimini içinde barındırabilir. İlişkisel felsefe, bu ara halleri çelişki olarak değil, gerçekleşmelerin asli parçaları olarak kabul eder.

Üçüncü Halin İmkânsızlığı

Aristoteles’e göre bir şey ya A’dır ya da A değildir; üçüncü bir hal yoktur. Bu, düşünceyi keskin ikilikler içine hapseder: doğru/yanlış, var/yok, öz/özsüz.

İlişkisel ve gerçekleşme felsefesi ise hakikatin bu kadar basit ikiliklere indirgenemeyeceğini savunur. Gerçekleşme, ya/ya da mantığıyla değil, hem/hem de ya da ne/ne de biçiminde işleyen ara ihtimaller üzerinden gerçekleşir.

Modern bilim de bu noktada Aristoteles mantığını aşmıştır. Kuantum fiziğinde süperpozisyon, parçacığın aynı anda hem burada hem de orada olabileceğini gösterir. Bu durum Aristoteles’in mantığında imkânsızdır, ama ilişkisel felsefede doğal karşılanır. Çünkü burada hakikat sabit özlerde değil, ilişkilerin ürettiği olasılık alanlarında bulunur.

Aristoteles mantığı, evreni statik, özcü ve değişmez bir modelle kavrar. Hakikat, mutlak özlerde sabitlenmiştir. Buna karşılık ilişkisel ve gerçekleşme felsefesi, evreni dinamik, ilişkisel ve sürekli akış halinde bir süreç olarak görür. Hakikat, özlerde değil, farkların ve ilişkilerin yarattığı gerilimde doğar.

Dolayısıyla Aristoteles’in iki-değerli mantığı kapalı, özcü ve mutlak bir düzen kurarken; ilişkisel felsefe açık, bağlamsal ve sürekli gerçekleşen bir ontoloji önerir.

İçtutarlılık – Dışsal Eksiklik Ayrımı: Geometri ve Gödel Örneği

Bu meseleyi daha iyi anlamak için önce geometriden örnek alalım.

Öklid Geometrisi

Öklid, paralellik aksiyomunu şu şekilde kurar:
“Bir doğruya dışındaki bir noktadan yalnızca bir paralel çizilebilir.”
Bu aksiyomu kabul ettiğimiz anda sistem tamamen içtutarlıdır: üçgenin iç açıları her zaman 180° çıkar, teoremler birbirini destekler ve hiçbir çelişki ortaya çıkmaz. Ancak bu sistem yalnızca düzlem yüzeyler için geçerlidir. Yani içtutarlıdır ama gerçekliğin tümünü açıklayamaz.

Riemann Geometrisi

Riemann bu aksiyomu değiştirir:
“Bir doğruya dışındaki bir noktadan hiç paralel çizilemez.”
Bu yeni aksiyom da kendi içinde çelişkisizdir, yani yine içtutarlıdır. Fakat aynı zamanda evrenin eğriliğini, küresel yüzeyleri ve genel görelilikte uzayın yapısını açıklamada dışsal olarak daha geçerlidir.

Sonuç: Bir sistemin içtutarlılığı, onun dışsal geçerliliğini garanti etmez. Öklid sistemi kendi içinde kusursuz görünür, ama doğanın gerçek yapısını eksiksiz kavrayamaz.

Gödel’in Eksiklik Teoremleri

Geometri örneğini daha da derinleştiren bir diğer nokta Gödel’in eksiklik teoremleridir. Gödel 1931’de şunu göstermiştir:

  1. Yeterince güçlü ve kapalı bir biçimsel sistem kendi içinde çelişkisiz olabilir.
  2. Ama bu sistem, kendi doğruluğunu veya tamlığını içeriden ispatlayamaz.
  3. Her zaman sistemin içinde ifade edilebilen fakat kanıtlanamayan önermeler vardır.

Bu şu anlama gelir: Kapalı sistemler, ister matematikte ister mantıkta olsun, ya eksik kalır ya da çelişkiye düşer. Hem tam, hem tutarlı olmaları imkânsızdır.

Aristoteles Mantığına Uygulama

Aristoteles mantığı da tıpkı Öklid geometrisi gibi kapalıdır:

  • İçtutarlıdır çünkü değişmezlik, mutlaklık, özcülük ve nesnellik öncülleri üzerine kuruludur.
  • Ama dışsal geçerliliği sınırlıdır; çünkü değişimi, ara halleri, belirsizlikleri ve ilişkisel süreçleri dışarıda bırakır.

Gödel’in teoremleri bu noktayı daha da netleştirir: Aristoteles mantığı, kendi kabulleri içinde kusursuz görünse de, bu hiçbir zaman gerçekliğin bütününü kapsadığı anlamına gelmez. Tıpkı Öklid geometrisinin evreni eksiksiz temsil edememesi gibi, Aristoteles mantığı da gerçekleşme ve ilişkilerin gerçek doğasını tam anlamıyla kavrayamaz.

İlişkisel Felsefenin Alternatifi

İlişkisel ve gerçekleşme felsefesi, kapalı özsel sistemler yerine, ilişkilerden ve farklardan doğan açık bir sistem önerir. Burada hakikat, mutlak özlerde sabitlenmiş değildir; sürekli gerçekleşen ilişkilerin içinde ortaya çıkar. Belirsizlik ve değişim, sistemin dışında bırakılmaz; bilakis onun asli parçaları kabul edilir.

 Kısacası:

  • Öklid geometrisi = Aristoteles mantığı: İçtutarlı ama sınırlı.
  • Riemann geometrisi = İlişkisel felsefe: İçtutarlı ve dışsal olarak daha uygun.
  • Gödel’in teoremleri = Kapalı sistemlerin kaderi: Tutarlılık mümkündür ama tamlık asla sağlanamaz, Tamlık sağlanabilirse tutarlılık sağlanamaz.

Bu tablo bize gösterir ki, Aristoteles mantığı ne kadar güçlü görünse de, hakikati özlerde sabitleyen kapalı yapısı nedeniyle eksiktir. Gerçekliği kavramak için, tıpkı Riemann’ın Öklid’i aşması gibi, ilişkisel felsefenin Aristoteles mantığını aşması gerekir.

Sonuç

Aristoteles’in iki-değerli mantığı, Batı düşüncesine yalnızca bir yöntem değil, aynı zamanda bir düşünme kültürü kazandırmıştır. Hakikatin nesnel ve mutlak olduğunu güvence altına alarak, Ortaçağ skolastiğinden modern bilimin doğuşuna kadar uzanan geniş bir entelektüel miras bırakmıştır. Matematiğin kesinliği, fiziğin determinist yorumu, ahlakın evrensel kuralları ve teolojinin dogmatik yapıları hep bu mantığın sağladığı güven duygusu üzerine inşa edilmiştir.

Ancak bu paradigma, bütün gücünü tam da dışarıda bıraktıklarından alır. Değişim, belirsizlik, ara haller ve ilişkisel süreçler bu mantığın sınırları dışında tutulmuştur. Evrenin statik özlerden oluştuğu varsayımı, uzun süre düşünceye yön vermiştir ama modern bilimsel gelişmeler (özellikle kuantum mekaniği, görelilik teorisi, kaos kuramı) ve felsefi sorgulamalar bu varsayımın sınırlılığını açığa çıkarmıştır.

İlişkisel ve gerçekleşme felsefesi açısından bakıldığında hakikat, sabit özlerde saklı duran bir cevher değil; ilişkilerden doğan farklarda ve akışın içinde sürekli gerçekleşen bir süreçtir. Gerçeklik özsel değil, ilişkisel; statik değil, dinamik; aşkın değil, içkindir. Hakikatin kaynağı özlerin değişmezliğinde değil, ilişkilerin yarattığı gerilimde ve sürekli yeniden kurulan farklarda bulunur.

Dolayısıyla Aristoteles mantığı, kendi içinde içtutarlılığı güçlü, fakat dışsal gerçekliği açıklamada sınırlı bir modeldir. Onun gücü, önceden kabul edilmiş mutlaklık varsayımlarını korumasından gelir; fakat bu, evrenin akışkan doğasını bütünüyle kavramaya yetmez. Onu aşan bir bakış, hakikati mutlak özlerde değil, sürekli farklılaşan ilişkilerde ve gerçekleşme süreçlerinde aramak zorundadır.

Son söz: Aristoteles’in mirası küçümsenemez; çünkü o, düşünceye bir temel sağlamış ve mantığı sistemli hale getirmiştir. Fakat aynı zamanda bu mirasın sınırlarını görmek, bugünün görevidir. Onun bıraktığı kapalı, özsel ve statik mantığı aşmak; değişimi, belirsizliği ve ilişkisel gerçekleşmeyi merkeze alan yeni bir düşünce tarzı geliştirmek, hem felsefenin hem de bilimin geleceği için en temel zorunluluktur.

16 Eylül 2025 Salı

Bütünün Yanılsaması: Gerçekleşmelerin Ontolojisi

 

Giriş

“Aslında temel hata ‘bütün’ diye bir özün var olduğunu sanmaktır. Bütün denilen şey, sınırları çizilmiş ve kurallara göre işleyen bir sistemdir; yani ilişkilerin belirli çerçevede örgütlenmiş hali olan bir gerçekleşmedir. Sözün özü: ‘Bütün’ yoktur, yalnızca gerçekleşmeler vardır.”

Bu cümle, klasik metafiziğin binlerce yıldır üzerine kurulu olduğu bir aksiyomu tartışmaya açar. “Bütün” kavramı, Antik Yunan’dan modern bilime kadar düşüncenin merkezinde yer almış, parçaları kuşatan bir öz olarak kabul edilmiştir. Ancak bu kabul, özsel ve tamamlanmış bir birlik yanılsamasını da beraberinde taşır. Bu yazıda, “bütün” kavramının neden sorunlu olduğunu, yerine “sistem” ve “gerçekleşme” kavramlarının nasıl daha uygun bir düşünme zemini sunduğunu inceleyeceğiz.

1. Bütün Kavramının Metafizik Kökeni

“Bütün” fikri, Aristoteles’in “holon” kavramına kadar uzanır. Holon, parçaların üstünde duran, onları kuşatan, tamamlanmış bir birliği temsil eder. Bu yaklaşımda bütün, parçaların toplamını aşan ve parçaları anlamlı kılan özsel bir varlık olarak kabul edilir. Böylece, masa bir bütündür, orman bir bütündür, toplum bir bütündür.

Ne var ki bu bakış açısı, “bütün”ü sabit, değişmez ve özsel bir varlık gibi düşünmeye zorlar. Oysa doğada hiçbir şey tamamlanmış ve kapanmış bir bütün değildir. Evrende her şey ilişkiler içinde var olur, değişir ve dönüşür. “Bütün” fikri, işte bu akışkanlığı ve sürekliliği görmezden gelerek yanılsamalı bir özsellik yaratır.

2. Sistem Olarak Bütün: Sınırlandırılmış İlişkiler

Fizikte ve bilimsel düşüncede “sistem” kavramı, “bütün”ün yerini alabilecek daha tutarlı bir çerçeve sunar. Sistem, evrenden seçilmiş, sınırları belirlenmiş ve kurallara göre işleyen bir ilişkiler bütünüdür. Burada “bütün” kelimesi artık bir öz değil, sınırlandırılmış bir ilişkiler ağıdır.

  • İzole sistem: Çevresiyle hiçbir etkileşime girmeyen varsayımsal düzenek.
  • Kapalı sistem: Enerji alışverişine açık, madde alışverişine kapalı.
  • Açık sistem: Hem enerji hem madde alışverişine açık (örneğin canlı organizmalar).

Bu sınıflandırmalar bile bize gösterir ki, “bütün” dediğimiz şey aslında hiçbir zaman özsel bir birlik değildir; yalnızca ilişkilerin belli bir çerçevede sınırlandırılmış halidir.

3. Gerçekleşme: İlişkilerin Dinamiği

Burada asıl kritik nokta şudur: Sistem bile sabit bir varlık değildir. Sistem, ilişkilerin belli bir anda aldığı örgütlenme biçimidir. Yani sistem, bir gerçekleşmedir.

Örneğin, hidrojen ve oksijen atomlarının birleşmesi yalnızca parçaların toplamı değildir; ortaya çıkan su molekülü, yeni bir özellik, yeni bir gerçekleşmedir. Aynı şekilde, protonlar ve nötronlar çekirdekte birleştiğinde kütleleri azalır; çünkü bağlanma enerjisi açığa çıkar. Bu da bütünü parçaların toplamından farklı bir gerçekleşme haline getirir.

Demek ki “bütün” diye düşündüğümüz şey aslında parçaların ilişkilerinden doğan, süreklilik içinde değişen bir gerçekleşmedir.

 

4. İlişkisel Ontolojik Perspektif

İlişkisellik felsefesi açısından, “bütün” diye sabit bir öz yoktur. Varlık = ilişki, gerçekleşme = ilişkilerin ortaya çıkışı demektir. Dolayısıyla “bütün” dediğimiz her şey, aslında sınırlandırılmış ilişkilerin belirli bir anda aldığı biçimdir.

Bu noktada şu sonuca ulaşabiliriz:

  • Bütün = yanılsama (özsel, tamamlanmış birlik varsayımı).
  • Sistem = sınırlandırılmış ilişkiler ağı (bilimsel açıklamanın çerçevesi).
  • Gerçekleşme = ilişkilerin dinamik doğumu (ilişkisel felsefenin hakiki zemini).

5. Sözün Özü

Bütün kavramı, özcülüğün düşünceye sızdırdığı bir yanılsamadır. Gerçekte gördüğümüz şey, ilişkilerin belli çerçevelerde örgütlenerek yeni biçimler almasıdır. Yani “bütün” yoktur; yalnızca gerçekleşmeler vardır.

Bunu kavradığımızda, varlığı durağan bir öz olarak değil, ilişkisel bir akış olarak görürüz. Ve o zaman, her şeyin sabit bir bütün değil, sürekli yeniden gerçekleşen bir ilişkiler ağı olduğunu fark ederiz.

Son Aforizma:
“Aslında temel hata ‘bütün’ diye bir özün var olduğunu sanmaktır. Bütün denilen şey, sınırları çizilmiş ve kurallara göre işleyen bir sistemdir; yani ilişkilerin belirli çerçevede örgütlenmiş hali olan bir gerçekleşmedir. Sözün özü: ‘Bütün’ yoktur, yalnızca gerçekleşmeler vardır.”

8 Eylül 2025 Pazartesi

BİLİNÇ ÜSTÜNE

1. Bilinç (consciousness)

Bilinç davranışın ve deneyimin farkında olmaktır. Yani dış dünyada bir şeyleri algılamak, onlara tepki vermek ve bu süreçlerin farkında bulunmak. 

Örneğin acı duyduğunda “acı çektiğini bilmek” ya da yürürken “yürüdüğünü bilmek” bu düzeyde bilince girer.

Bu tanım, genellikle birinci-derece farkındalık diye anılır: doğrudan yaşantının ve etkinliğin farkında olmak.


2. Öz-bilinç (self-consciousness / self-awareness)

Burada bir üst basamak devreye giriyor: farkında olduğunun farkında olmak. Yani yalnızca acı çektiğini bilmek değil, aynı zamanda “ben acı çektiğimi biliyorum” diyebilmek. Bu, kendini zihinsel olarak modelleyebilme yeteneğidir.

Bu yüzden öz-bilinç, ikinci-derece farkındalık olarak görülür. “Ben” kavramını içeren, kendine göndermeli (refleksif) bir farkındalıktır. Bu, hayvanlarda tartışmalı olan ayna testleriyle de ölçülmeye çalışılmıştır.


3. Hayvanlarda Bilinç

Çoğu bilim insanı ve filozof, hayvanların bilince sahip olduğunu kabul ediyor. Çünkü acı, haz, korku, sevinç gibi deneyimlerinin farkındalar ve buna göre davranışlarını yönlendiriyorlar. 

Örneğin bir kedi acı çektiğinde bunu hisseder ve tepki verir; bu bilinçtir.


4. Hayvanlarda Öz-Bilinç

Öz-bilinç, yani “farkında olduğunun farkında olmak” ve kendini bir model olarak görebilmek, çok daha az sayıda türde gözlemleniyor.

Ayna testi (Gallup, 1970): Şempanzeler, orangutanlar, yunuslar, filler ve bazı kargagiller gibi hayvanlar kendilerini aynada tanıyabiliyor bu öz-bilincin bir işareti sayılıyor.

Ancak pek çok hayvan (örneğin kediler, köpekler) bu testi geçemiyor. Bu yüzden onlarda öz-bilinç olup olmadığı tartışmalı.


5. Sonuç

Şöyle diyebiliriz:

Evet, hayvanlarda bilinç vardır. (Davranışlarının ve deneyimlerinin farkındadırlar.)

Ama öz-bilinç her hayvanda yoktur. Bazı gelişmiş türlerde kısmen vardır, ama çoğunluğunda bulunmaz.

5 Eylül 2025 Cuma

YENİ BİR ÖZGÜR İRADE TANIMI

Özgür İrade Üzerine Yeni Bir Tanım: Bilinç ve Sorumluluk:

Özgür irade tartışmaları yüzyıllardır süregelen en kadim felsefi sorunlardan biridir. Klasik tanıma göre özgür irade, herhangi bir içsel ya da dışsal etkiden bağımsız olarak karar verebilme yetisidir ki bu saçma salak tanım üzerinden üretilen tartışmaları malesef tebessümle (aslında artık alay etmeliyim sanırım) izlemekteyim. Bu tanım ilk bakışta cazip görünse de, insana uygulandığında ciddi sorunlar barındırır. Çünkü insan daima doğanın yasaları, biyolojisi, toplumsal çevresi ve bilinçdışı süreçleriyle ilişki içindedir. Herhangi etkiden bağımsız olmak, aslında insanı insan yapan tüm boyutlardan soyutlamak anlamına gelir.

Dahası, “herhangi etkiden bağımsız” olmak karar verememeyi de beraberinde getirir. Çünkü karar almak, her zaman bir bağlam, bir referans noktası gerektirir. Tamamen etkisiz, ilişkisiz bir durumda verilen bir karar mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında, klasik tanım özgür iradenin varlığını değil, özgür iradenin imkânsızlığını tarif etmektedir.


Yeni Bir Tanım: Bilinçli Sorumluluk:

Bu açmazı aşmak için özgür iradeyi yeniden tanımlamak gerekir. Burada özgür irade, seçimden ziyade bilinç ile ilgilidir.

"Özgür irade, verilen kararın bilincinde olmaktır, yani bilerek karar vermektir"

Bu tanım, seçimi tamamen dışlamaz; ancak özgür iradenin özünü seçmekte değil, verilen kararın bilincinde olmakta bulur. Kararın bilincinde olmak, o kararın sonuçlarının da öngörüyor olmak demektir. Dolayısıyla özgür irade, kişinin kendi kararının bilincinde olmasından dolayı doğan yada doğacak sonuçların sorumluluğunu üstlenebilmesidir.

Bu yaklaşım özgürlüğü daha önce tanımlandığım gibi sorumluluk kavramıyla da çelişmez, aksine onu tamamlar. Özgürlük, sorumluluk olmadan boş bir soyutlama olarak kalırken; özgür irade, sorumluluğun bilinçli bir biçimde üstlenilmesiyle gerçeklik kazanır.


Nörobilimsel Destek:

Bu tanım yalnızca felsefi bir öneri değildir. Çağdaş nörobilim araştırmaları da bu yaklaşımı destekler niteliktedir.

Haynes (2015): Klasik Libet deneylerinin iddia ettiği gibi tüm kararların bilinçten önce verildiği fikrine temkinli yaklaşır. Özellikle veto sürecine dikkat çekmiştir. İnsanlar, başlamış bir kararı bilinçli olarak engelleyebilir. Bu durum, bilincin sadece pasif bir gözlemci değil, aktif bir müdahil olduğunu ortaya koyar. Karar sürecindeki bu bilinçli frenleme mekanizması, özgür iradenin sorumlulukla bağını güçlendirir.

Schurger et al. (2012): Hazırlık potansiyeli uzun süre “bilinçten önce verilen kararın işareti” olarak yorumlanmıştı. Schurger ve ekibi ise farklı bir açıklama getirdi: hazırlık potansiyeli aslında özel bir karar sinyali değil, beyindeki rastgele nöral dalgalanmaların bir eşiği aşması sonucu ortaya çıkan birikimdir. Bu nedenle hazırlık potansiyeli, özgür iradenin yokluğunu kanıtlamak zorunda değildir; daha çok beynin eyleme hazır olma durumunu ifade eder.

Shum (2024): Daha yakın tarihli bu araştırma, kararın başlangıç potansiyelinin (readiness potential) bilinçle ilişkilendirilebileceğini göstermiştir. Bu, kararların yalnızca bilinçdışı nöral hazırlıklardan doğmadığını, bilinçli süreçlerin en başından itibaren etkili olabileceğini gösterir. Böylece karar verme süreci baştan sona bilinçle iç içe düşünülebilir.

Ancak burada önemli bir uyarı yapmak gerekir: Nörobilimsel veriler hâlâ kesinlik değil, eğilim ve yorum sunmaktadır. Hem Schurger’in (2012) biriktirici modeli hem de Shum’un (2024) çalışması, özgür iradenin bilinçli süreçlerle ilişkili olabileceğini düşündürür; fakat bu bulguların yoruma açık olduğunu ve tek başına nihai sonuç sağlamadığını unutmamak gerekir.

Bu bulgular birlikte değerlendirildiğinde, bilinç hem kararın başlangıcında hem de sürecin gidişatında rol oynamaktadır.

Özgür İrade Bir Süreçtir:

Bütün bunlardan hareketle özgür irade, tek bir anlık seçim değil, bilinçli sorumlulukla işleyen bir süreçtir:

Başlangıç (Niyet): Kararın ortaya çıkışı bilinçle yönlendirilebilir.

Sürdürme (Karar): Karar alınırken kişi sürecin farkındadır.

Veto (Durdurma): Karar devam ederken bilinç gerektiğinde süreci engelleyebilir.

Bu üçlü yapı, özgür iradeyi soyut bir mutlaklık olmaktan çıkarır, somut bir bilinçli farkındalık sürecine dönüştürür.


Sonuç:

Özgür irade, herhangi etki olmadan seçme gücü değildir. İnsan zaten etkiler ve ilişkiler ağı içinde var olur. Özgür irade, bu ağ içinde kararlarının bilincinde olmak ve bu bilinçlilikten dolayı olası spnuçları öngörmek ve sorumluluğunu üstlenmektir.

Kısacası:

Özgür irade = verilen kararın bilincinde olmak, bilerek karar vermektir.

Bu tanım, hem klasik metafiziğin çıkmazlarını aşar hem de çağdaş nörobilim bulgularıyla uyumlu, sorumluluk merkezli bir perspektif sunar.

Saygılarımla

2 Eylül 2025 Salı

Özgür İrade Yoktur Savunusu Üzerine Bir Tartışma

Giriş

Özgür irade meselesi felsefenin en kadim sorularından biridir. Kimi düşünürler insanın kendi seçimlerini özgürce yapabileceğini savunurken, kimi düşünürler de özgür iradenin bir yanılsama olduğunu, aslında tüm kararların içsel ve dışsal faktörler tarafından belirlendiğini ileri sürer. Bu ikinci yaklaşımı, yani “özgür irade yoktur” savunusunu ele aldığımızda, ortaya çıkan sonuçlar oldukça çarpıcıdır.

İnsan Bir Uygulayıcı mı?

Özgür irade yoktur diyen biri, kararlarımızın tamamen çevresel ve biyolojik etkenlerle belirlendiğini, bilinçli birbşekilde müdahil olmadığımızı kabul etmek zorundadır. Bu durumda insan, kendi kararlarının faili değil, doğa yasalarının uygulayıcısı olur.

Çevresel faktörler: Kültür, aile, toplum, eğitim, ideoloji gibi dış etkenler.

İçsel faktörler: Genetik yapı, hormonlar, nöral ağlar, bilinçdışı dürtüler gibi biyolojik süreçler.

İnsan, bu içsel ve dışsal faktörlerin etkileşimiyle belirlenen sonuçları sadece “uygulayan” bir varlık haline gelir. Böylece özne olma özelliği geri plana düşer ve insan, doğanın kendini icra eden bir aracı konumuna indirgenmiş olur.

Bilincin Reddi

Bu yaklaşım, kaçınılmaz olarak bilincin rolünü de reddeder. Çünkü eğer kararlarımızı biz vermiyorsak, bilincimiz bu sürecin belirleyicisi değildir. “Ben karar verdim” deneyimi, sadece beynin zaten vermiş olduğu kararların ardından oluşan bir yanılsama olarak görülür. Bu durumda öz farkındalık işlevsizleşir.

Fakat burada bir çelişki vardır: Bilinci tamamen reddetmek, aslında “bilinç yoktur” diyen kişinin de bilinçli olmadığını söylemek anlamına gelir. Oysa bu cümleyi kurmak için bile bilinç gerekir. Dolayısıyla bu bakış açısı, kendi varlık koşulunu ortadan kaldıran bir paradoksa düşer.

Doğa Tanrı mı Olur?

Özgür iradeyi reddeden bakış açısında insan uygulayıcı, doğa ise gerçek faildir. Bu durumda bütün kararların ve oluşların arkasında doğa bulunur. Bu mantık bizi, doğayı fiillerin nihai kaynağı olarak görmeye götürür.

Burada ortaya şu soru çıkar: Eğer doğa bütün fiillerin kaynağı ise, doğa Tanrı yerine mi geçmiş olur?

Klasik teolojide Tanrı, her şeyin faili ve belirleyicisi olarak görülür.

Özgür iradeyi reddeden determinist bakışta ise aynı rolü doğa üstlenmiş olur.

Böylece doğa, insan üzerinden kendi zorunluluklarını icra eden bir “tanrı” gibi konumlanır.

Bu düşünce, Spinoza’nın ünlü “Deus sive Natura” (Tanrı ya da Doğa) fikrine çok benzer. Spinoza’ya göre Tanrı doğadan ayrı bir varlık değildir; doğanın zorunlu bütünlüğünün ta kendisidir. Dolayısıyla “özgür irade yoktur” savunusu, farkında olsunlar ya da olmasınlar, savunucularını Spinozacı bir çizgiye yaklaştırır.

Çıkmaz Nokta

Ancak özgür iradeyi reddedenlerin çoğu bu sonuca varmaz. Onlar genellikle “doğa tanrıdır” demek yerine, sadece “tanrı yoktur, doğa vardır” demekle yetinirler. Böylece kendi mantıklarının onları götürdüğü noktayı görmezden gelirler.

Oysa mantıksal zincir açıktır:

  1. Özgür irade yoktur.

  2. Kararlar tamamen içsel/dışsal faktörlerin ürünüdür. Bu durum bilincin reddini gerektirir.

  3. İnsan bu kararların faili değil, sadece uygulayıcısıdır.

  4. Fiillerin gerçek faili doğadır.

  5. Doğa, fiillerin nihai kaynağı olarak Tanrı’nın yerini alır.

Bu zincir, özgür iradeyi reddeden pozisyonun kendi içinden doğan en radikal sonucudur.

Sonuç

“Özgür irade yoktur” savunusu, ilk bakışta insanı daha bilimsel bir açıklamayla konumlandırıyor gibi görünse de, derinlemesine düşünüldüğünde insanı sadece edilgen bir uygulayıcıya indirger, bilinci işlevsiz hale getirir ve doğayı Tanrılaştıran bir noktaya varır. Bu nedenle bu yaklaşım, kendi içinde tutarlı görünse bile, insan deneyimini ve bilincin anlamını açıklamada ciddi açmazlar barındırır.

İLİŞKİSEL AHLAKIN DÖRT İLKESİ

  1-OLMAK: ONTOLOJİK AÇIKLIK İLKESİ Ahlak çoğu zaman normlar, yasalar ve görevlerle tanımlanır. Bu tanımlar, ahlakı dışsal bir düzen olara...