İnsanlık tarihi boyunca en temel arayışlardan biri, var olanı anlamlandırmak olmuştur. Ancak bu arayışta sıkça gözden kaçırılan bir ayrım vardır: gerçek ile gerçekleşme arasındaki fark. İnsan çoğu kez bu iki kavramı birbirine karıştırmış; ilişkilerin ve süreçlerin ürünlerini değişmez ve mutlak gerçekler gibi yorumlamıştır. Oysa yakından bakıldığında, elimizdeki tek deneyim alanı, yalnızca gerçekleşmelerden ibarettir.
Gerçek Nedir?
Geleneksel anlayışta “gerçek”, ölçüm ve etkileşimden bağımsız olarak var olan, değişmeyen, ezelî ve ebedî bir şeydir. Yani ne zaman ve hangi koşulda olursa olsun varlığını koruyan, mutlak bir öz akla gelir. Böyle bir gerçek, her koşulda
sabit kalır; zamanla değişmez, dönüşmez. Bu anlayışta gerçek, bir tür mutlak
öz gibi kavranır.
Ne var ki tarihte böylesi bir mutlak özle karşılaşılmış
mıdır? Hayır. Deneyimlediğimiz her şey, bir başlangıca ve sona sahiptir.
Kant’ın a priori anlayışı bu yanılgının tipik
örneklerinden biridir. Kant, uzay ve zamanı insan zihninden bağımsız zorunlu
formlar olarak düşünüyordu. Ona göre bunlar, deneyim öncesi bilginin değişmez
çerçevesiydi. Fakat modern bilim bize şunu gösterdi: Uzay ve zaman, mutlak bir
gerçek değil; Big Bang ile ortaya çıkmış bir gerçekleşmedir.
Gerçekleşme Nedir?
Gerçekleşme, bir ilişkinin, bir sürecin ürünü olan olaydır. Başlangıcı vardır, bir süre devam eder ve bir noktada son bulur. Yani gerçekleşme, sabit bir öz değil, ilişkisel bir oluştur.
-Evren: Big Bang bir olaydır; uzay ve zaman bu olayla birlikte ortaya çıkmıştır. Öncesinde ne boşluk ne de zaman vardı. Uzay-zamanın kendisi bile bir gerçekleşmedir ve gelecekte farklı bir sonlanma biçimine doğru gidecektir.
-İnsan: Evrimsel süreçlerle ortaya çıkmış bir gerçekleşmedir. Doğadaki ilişki ağlarının bir ürünü olarak belirli bir tarihte sahneye çıktı, bir süre var olacak ve sonunda yok olacaktır.
-Toplum ve kültürler: Roma İmparatorluğu, Osmanlı, günümüz ulus devletleri… Hepsi belirli koşullar altında ortaya çıkmış, bir süre devam etmiş ve bir noktada yok olmuş ya da dönüşmüştür. Onları mutlak gerçekler gibi görmek, tarihselliği göz ardı etmektir.
-Doğa olayları: Bir ağacın büyümesi, bir yıldızın doğuşu ve ölümü, bir insanın yaşam döngüsü… Bunların hepsi gerçekleşmedir. Hiçbiri ezelî ve ebedî değildir.
Neden Karıştırıyoruz?
İnsan zihni, süreklilik arar. Geçici olanın ardında kalıcı
bir öz bulunduğunu düşünmek, güven verir. Bu nedenle değişen ve dönüşen
şeylerin ötesinde “gerçek” arayışı doğar.
Platon’un idealar kuramı, bu eğilimin en güçlü
örneğidir. Ona göre duyusal dünya gelip geçicidir; asıl gerçek, değişmez
idealar dünyasında bulunur. Aristoteles’in töz anlayışı da varlığın
arkasında sabit bir öz bulunduğunu ileri sürmüştür.
Oysa modern bilim ve ilişkisel felsefe bize şunu söylüyor:
Kalıcı özler yoktur. Gözlemlediğimiz her şey ilişkilerden ve süreçlerden doğar.
Evrenin en küçük parçacığından en büyük galaksisine kadar her şey bir gerçekleşmedir.
Gerçek Yerine Gerçekleşme
Bu ayrım bizi şu sonuca götürür:
-Gerçek; çoğu zaman felsefede bir hayal ya da bir ufuk olarak kalmıştır. Onu deneyimleyemeyiz, ölçemeyiz, ilişki kuramayız. Dolayısıyla “gerçek” kavramı, varlıktan çok bir varsayım olarak kalır.
-Gerçekleşme; ise evrenin doğrudan deneyimlediğimiz yüzüdür. Ölçümlerimiz, bilgimiz, yaşamımız, ilişkilerimiz hep gerçekleşmelerden ibarettir.
Evren, mutlak gerçeklerin değil, sonsuz gerçekleşmelerin
sahnesidir.
Sonuç
İnsan, doğa, toplum, hatta uzay-zaman bile birer
gerçekleşmedir. Bir noktada ortaya çıkar, bir süre var olur ve sonra kaybolur.
Gerçek yoktur, gerçekleşme vardır.
Ve belki de felsefenin en büyük yanılgılarından biri,
gerçekleşmeleri “gerçek” sanmaktır. Bu yanılgıyı fark ettiğimizde, evreni ve
kendimizi daha doğru bir ilişkisel çerçevede anlayabiliriz: Her şey bir
süreçtir, bir ilişki ağıdır, bir gerçekleşmedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder