27 Ağustos 2025 Çarşamba

GERÇEK VE GERÇEKLEŞME AYRIMI

 


İnsanlık tarihi boyunca en temel arayışlardan biri, var olanı anlamlandırmak olmuştur. Ancak bu arayışta sıkça gözden kaçırılan bir ayrım vardır: gerçek ile gerçekleşme arasındaki fark. İnsan çoğu kez bu iki kavramı birbirine karıştırmış; ilişkilerin ve süreçlerin ürünlerini değişmez ve mutlak gerçekler gibi yorumlamıştır. Oysa yakından bakıldığında, elimizdeki tek deneyim alanı, yalnızca gerçekleşmelerden ibarettir.

Gerçek Nedir?

Geleneksel anlayışta “gerçek”, ölçüm ve etkileşimden bağımsız olarak var olan, değişmeyen, ezelî ve ebedî bir şeydir. Yani ne zaman ve hangi koşulda olursa olsun varlığını koruyan, mutlak bir öz akla gelir. Böyle bir gerçek, her koşulda sabit kalır; zamanla değişmez, dönüşmez. Bu anlayışta gerçek, bir tür mutlak öz gibi kavranır.

Ne var ki tarihte böylesi bir mutlak özle karşılaşılmış mıdır? Hayır. Deneyimlediğimiz her şey, bir başlangıca ve sona sahiptir.

Kant’ın a priori anlayışı bu yanılgının tipik örneklerinden biridir. Kant, uzay ve zamanı insan zihninden bağımsız zorunlu formlar olarak düşünüyordu. Ona göre bunlar, deneyim öncesi bilginin değişmez çerçevesiydi. Fakat modern bilim bize şunu gösterdi: Uzay ve zaman, mutlak bir gerçek değil; Big Bang ile ortaya çıkmış bir gerçekleşmedir.

Gerçekleşme Nedir?

Gerçekleşme, bir ilişkinin, bir sürecin ürünü olan olaydır. Başlangıcı vardır, bir süre devam eder ve bir noktada son bulur. Yani gerçekleşme, sabit bir öz değil, ilişkisel bir oluştur.

-Evren: Big Bang bir olaydır; uzay ve zaman bu olayla birlikte ortaya çıkmıştır. Öncesinde ne boşluk ne de zaman vardı. Uzay-zamanın kendisi bile bir gerçekleşmedir ve gelecekte farklı bir sonlanma biçimine doğru gidecektir.

-İnsan: Evrimsel süreçlerle ortaya çıkmış bir gerçekleşmedir. Doğadaki ilişki ağlarının bir ürünü olarak belirli bir tarihte sahneye çıktı, bir süre var olacak ve sonunda yok olacaktır.

-Toplum ve kültürler: Roma İmparatorluğu, Osmanlı, günümüz ulus devletleri… Hepsi belirli koşullar altında ortaya çıkmış, bir süre devam etmiş ve bir noktada yok olmuş ya da dönüşmüştür. Onları mutlak gerçekler gibi görmek, tarihselliği göz ardı etmektir.

-Doğa olayları: Bir ağacın büyümesi, bir yıldızın doğuşu ve ölümü, bir insanın yaşam döngüsü… Bunların hepsi gerçekleşmedir. Hiçbiri ezelî ve ebedî değildir.

Neden Karıştırıyoruz?

İnsan zihni, süreklilik arar. Geçici olanın ardında kalıcı bir öz bulunduğunu düşünmek, güven verir. Bu nedenle değişen ve dönüşen şeylerin ötesinde “gerçek” arayışı doğar.

Platon’un idealar kuramı, bu eğilimin en güçlü örneğidir. Ona göre duyusal dünya gelip geçicidir; asıl gerçek, değişmez idealar dünyasında bulunur. Aristoteles’in töz anlayışı da varlığın arkasında sabit bir öz bulunduğunu ileri sürmüştür.

Oysa modern bilim ve ilişkisel felsefe bize şunu söylüyor: Kalıcı özler yoktur. Gözlemlediğimiz her şey ilişkilerden ve süreçlerden doğar. Evrenin en küçük parçacığından en büyük galaksisine kadar her şey bir gerçekleşmedir.

Gerçek Yerine Gerçekleşme

Bu ayrım bizi şu sonuca götürür:

-Gerçek; çoğu zaman felsefede bir hayal ya da bir ufuk olarak kalmıştır. Onu deneyimleyemeyiz, ölçemeyiz, ilişki kuramayız. Dolayısıyla “gerçek” kavramı, varlıktan çok bir varsayım olarak kalır.

-Gerçekleşme; ise evrenin doğrudan deneyimlediğimiz yüzüdür. Ölçümlerimiz, bilgimiz, yaşamımız, ilişkilerimiz hep gerçekleşmelerden ibarettir.

Evren, mutlak gerçeklerin değil, sonsuz gerçekleşmelerin sahnesidir.

Sonuç

İnsan, doğa, toplum, hatta uzay-zaman bile birer gerçekleşmedir. Bir noktada ortaya çıkar, bir süre var olur ve sonra kaybolur.

Gerçek yoktur, gerçekleşme vardır.

Ve belki de felsefenin en büyük yanılgılarından biri, gerçekleşmeleri “gerçek” sanmaktır. Bu yanılgıyı fark ettiğimizde, evreni ve kendimizi daha doğru bir ilişkisel çerçevede anlayabiliriz: Her şey bir süreçtir, bir ilişki ağıdır, bir gerçekleşmedir.

 

VARLIKTA BİRLİK YOKTUR!!!! TAM TERSİ BİRLİKTE VARLIK VARDIR!!!!

Gelelim Hegel’in tez, antitez, sentez modeline. Maalesef  doğada yok. Çünkü sentez olduğunda tez ve antitez yok olur, ama atomda elektron, proton, nötron sentezle yok olmaz, varlığını sürdürür. Hegelci modelin sorunlarından biri budur. Doğa örneklerinde, birleşen unsurlar yok olmaz, aksine ilişkisel birlik içinde varlıklarını sürdürürler. 

Atom buna çok net bir örnektir; proton + nötron + elektron birleşir ama atomda ayrı ayrı hâlâ vardırlar. İnsan bedeni de öyle; hücreler "sentez" olup kaybolmaz, bir arada işlev görür.

Hegel aslında "tez–antitez–sentez" üçlüsünüm (ki tamamıyla dinsel bir esntidir) birebir kullanmaz, ama "Aufhebung" (ortadan kaldırma-yükseltme) mantığında tez ve antitez "daha yüksek bir birliğe" dönüşür. Doğada "yükseltme" değil, VARLIKTA BİRLİK DEĞİL!!!! "birlikte varlık” var.

Ayrıca bir şey sentez olduktan sonra artık ayrışmaz. Ama doğada ayrışma mümkündür. Atom parçalanabilir, beden çözülür.

Eğer Hegelci anlamda sentez olsaydı, o bütün artık geri dönülmez bir birlik olurdu. Ama doğada her şey geçici birliklerdir: atom parçalanabilir, beden çözülür. Bu da  "sentez değil, ilişkisel birliktelik" iddiasını güçlendirir.

Camaron

DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY DEĞİŞİMDİR

1.İlk Bakışta Evren Simetrik Gibi Görünür

Fizik yasaları çoğu durumda simetriktir: Bir parçacığın sağa gitmesi ile sola gitmesi aynı yasaya uyar. Zamanı ileri ya da geri çevirmek çoğu denklemde matematiksel olarak mümkündür. Uzayın herhangi bir yönü seçkin değildir (dönme simetrisi). Bu yüzden bilim insanları uzun süre evrenin temelde tamamen simetrik olduğunu düşündüler.

2. Ama Gerçekte Simetri Kırılır

Evrenin içinde gözlemlediğimiz şeyler tam simetrik değildir.

Örneğin: Madde – Antimadde Asimetrisi; Büyük Patlama’da eşit miktarda madde ve antimadde oluşmalıydı, ama evrende madde baskın çıktı. Bu simetri kırılması olmasaydı sen, ben, yıldızlar var olmazdık. (Bknz. Leptogenez, Baryogenez) 

Kozmik Yapılar: Galaksiler, yıldızlar, gezegenler belli bölgelerde yoğunlaşmıştır. Uzay homojen gibi görünür ama yerel düzeyde simetri bozulmuştur.

Fizikte Simetri Kırılması: Higgs alanı, parçacıklara kütle verirken evrenin “mükemmel simetrisini” bozmuştur.

3. Ontolojik Yorum

“Evren simetrik midir?” sorusunun cevabı şu olabilir:

Yasalar simetriktir, Ama gerçekleşme simetrik değildir. Yani potansiyel düzeyde simetri vardır, ama fark gerçekleştiğinde simetri kırılır. Yani bir ilişki kurulduğunda, fark belirdiğinde simetri bozulur. Dolayısıyla evrenin doğası “mutlak simetri” değil, sürekli simetri kırılmasıyla doğan farklardır. Başka deyişle; Evren simetriden oluşmaz, ilişki ve farktan doğar.

4-Tekrar Yoksa Simetri de Yok

Simetri dediğimiz şey, bir şeyin aynı şekilde tekrarlanabilmesidir, yani değişmezliktir. Bir sistem belli bir dönüşüm geçiriyor ama özelliğini koruyorsa o sistem “simetrik”tir

Örneğin bir kareyi 90° döndürdüğünde yine aynı görünür → bu tekrar, simetriyi gösterir.

Ama evrende bir şey tam olarak aynı şekilde tekrar etmiyorsa, o zaman evrenin yapısı mutlak simetrik olamaz. Buda bize aynı olayın ayni şekilde olmasinin, yani degişmezligim imkansızlığını dikte eder. 

6. İlişkisel Yoruma Göre

 Benim bakış açımla :

Simetri, aslında fark doğmadan önceki potansiyel eşitliktir. Fark doğduğu anda simetri kırılır. Dolayısıyla evrenin var olması, simetrinin sürekli bozulmasıyla mümkündür. Eğer evren tam simetrik olsaydı hiçbir fark doğmaz, hiçbir ilişki gerçekleşmezdi yani hiçlik olurdu.

Sonuç:

Evrende bir şeyin tam tekrar etmemesi, evrenin mutlak simetrik olmadığının en açık kanıtıdır ve Evrenin işleyişi, simetri değil, ilişkiler ile simetri kırılmasıyla doğan farktır.

Yazımızı Efesli Heraklitosun meşhur ve hakikate temas eden sözüyle sonlandıralım; 

"Değişmeyen tek şey, değişimdir."


22 Ağustos 2025 Cuma

ÇAĞIMIZIN İNANCI SİCİM KURAMININ PROBLEMLERİ

 1.Deneysel Doğrulama Eksikliği;

Sicim kuramı doğrudan test edilememektedir. Tahmin ettiği etkiler (ekstra boyutlar, Planck ölçeği fenomenleri) ancak 10^-35 m gibi inanılmaz küçük ölçeklerde ortaya çıkıyor. Şu anki hızlandırıcılar (ör. LHC) bu ölçekte test yapamıyor. Yani teori matematiksel olarak şık olsa da fiziksel olarak henüz hiçbir gözlemsel kanıtı yoktur.

2. Ekstra Boyutlar Sorunu:

Kuram 10 veya 11 boyut gerektiriyor. Bizim gördüğümüz 4 boyut (3 uzay + 1 zaman) ise bu fazladan boyutların "bükülerek" (compactification) çok küçük ölçekte gizlendiği varsayılıyor. Ancak hangi boyutların nasıl büküldüğü konusunda milyarlarca olasılık var ve bu durum “peyzaj problemi”ne yol açıyor.

3. Peyzaj (Landscape) ve Çoklu Evren Çelişkisi:

Sicim kuramı, 10^500’den fazla olası evren çözümü üretiyor. Bu, kuramın özgül bir tahmin yapmasını imkânsız hale getiriyor. Her şey “bizim evrenimiz bunlardan sadece biri” denilerek açıklanıyor, ki bu bilimsel anlamda test edilemez çoklu evren hipotezine kayıyor. Bu yüzden birçok fizikçi teorinin “yanlışlanamaz” hale geldiğini söylüyor.

4. Matematiksel Aşırılık ve Fizikten Kopma :

Sicim kuramı çok gelişmiş matematiğe dayanıyor (ör. Calabi Yau manifoldları). Ancak bu kadar geniş matematiksel serbestlik, kuramı neredeyse her şeyi kapsayacak kadar esnek hale getiriyor. Bu da onu “fizik”ten çok "matematiksel spekülasyon" gibi gösteriyor.

5. Graviton ve Kütleçekim Sorunu:

Kuram teorik olarak gravitonun (kütleçekim kuvvetini taşıyan parçacık) ortaya çıkmasını sağlıyor. Fakat graviton hâlâ deneysel olarak bulunamadı. Ayrıca sicim kuramı kütleçekimin kuantum tanımını yaparken net, ölçülebilir bir öngörü sunamıyor.

6. Süpersimetri Problemi:

Sicim kuramının işlemesi için süpersimetri (her parçacığın bir süper ortağı olması) gerekir. Ama LHC dahil hiçbir deneyde süpersimetrik parçacıklara rastlanmadı. Bu, kuramın dayandığı en temel varsayımlardan birini boşa düşürüyor.

7. “Her Şeyi Açıklama” İddiasının Zayıflığı;

Sicim kuramı başlangıçta “her şeyin teorisi” olarak ortaya atıldı. Fakat şu ana kadar standart modelin kütleleri, sabitleri ya da kozmolojideki gözlemleri (ör. karanlık enerji, karanlık madde) net biçimde açıklayamadı. Yani pratikte “öngörü gücü” çok zayıf kaldı.

8. Fiziksel Anlam Sorunu:

Kuramın matematiği çok güçlü, ama fiziksel yorumu çok zayıf. “Titreşen sicim” metaforu güzel görünse de bu aslında görselleştirme için kullanılan bir anlatımdır. Gerçekte sicimlerin fiziksel bir karşılığı olup olmadığı hâlâ tartışmalıdır.

9. Alternatif Kuramlarla Çelişki

Kuantum kütleçekimi için başka aday teoriler var (ör. Döngü Kuantum Kütleçekimi, Causal Set Theory). Sicim kuramı ile bu teoriler arasında ciddi metodolojik ve ontolojik farklar var. Bazı fizikçiler sicim kuramının “yanlış” değil, “yetersiz” bir yol olduğunu söylüyor.

Sonuç olarak; Sicim kuramı, matematiksel açıdan çok zarig ama, deneysel desteği yok, sonsuz olasılık üretmesi nedeniyle yanlışlanabilirliği düşük, fizikten ziyade matematiksel bir çerçeveye kaymış durumda. Bu yüzden birçok fizikçi bugün onu bir “aday” kuram olarak görüyor, ama nihai teori olarak değil.


DEĞİŞMEYEN BİR ÖZ NEDEN YOKTUR

 Öz'ün ve Aynı Farkın Tekrarı Neden İmkânsız? 


No-Cloning Teoremi:  Aynı kuantum durumu iki kez gerçekleşemez.

Belirsizlik İlkesi: Konum ve momentum aynı anda tam bilinemiyor, çünkü aynı fark aynı anda iki ilişkide doğamaz.

Yani doğa tekrarı yasaklıyor, sadece farkın tekilliğine izin veriyor.


Değişmeyen Öz’ün Olmaması:

Klasik metafizikte (Platon, Aristoteles geleneği) "öz" (substantia, idea, töz) değişmez, sabit, tekrar eden bir yapıdır. Ama kuantum fiziği bize diyor ki; Hiçbir kuantum durumu birebir kopyalanamaz. Hiçbir fark mutlak tekrarlanamaz. Bu durumda değişmez öz yok  sadece sürekli doğan ve biricik olan ilişkiler var.


İlişkisel Ontoloji Açısından:

Varlık = öz değil, farkların ilişkisel akışıdır. Farklar bir kez doğar, kopyalanamaz, geri dönemez. Evren = özün değil, ilişkinin sürekliliği. Eğer öz olsaydı, aynı fark tekrar tekrar var olurdu. Ama olmuyor demek ki öz diye bir şey yok, sadece gerçekleşen ilişki ağları var.


Bilimsel Bağlantı

No-Cloning:Özün çoğaltılamaması.

Belirsizlik: Özün aynı anda kendini iki yerde göstermemesi.

Decoherence: Farkın ilişkilerle gerçekleşmesi, ama bir daha geri dönmemesi.

Hepsi aslında "değişmez öz yoktur" ilkesinin fiziksel düzeydeki izdüşümleri.


 Sonuç:

"Aynı fark iki kez gerçekleşemez"  gerçeği, evrende değişmeyen özün imkânsızlığının en büyük kanıtıdır. Evren özlerden değil, sürekli ilişki ve  farkların doğuşundan meydana gelir. 

Saygılarımla

EVRENDE AYNI TEKRAR İMKANSIZDIR

 Evrende aynı kısır döngü imkânsızdır. Her şey ilişkisel olarak tekil ve biricik farkların akışıdır.

Bunun en güzel örnegi;

Kuantumda  No-Cloning Teoremi; doğada aynı kuantum durumunun kusursuz şekilde çoğaltılamaz. 

Termodinamikte  Entropinin artışı; Aynı başlangıç koşullarına geri dönemeyiz.

İlişkisel Ontolojide; Aynı farkın kopyalanamaması, farkin tekrarinin olmasidir. 

Bu durumda Nietzsche’nin Ebedi Dönüşü cöker cünkü Nietzsche ebedi dönüşü şöyle tasarlar. Evren sonsuz zaman boyunca var olduysa, her şey eninde sonunda aynı biçimde tekrar edecektir. Buradaki dönüş aslında farklı değil, aynı olanın mutlak tekrarıdır. Yani bir gün sen, ben, bu konuşma hepsi aynı biçimde tekrar yaşanacaktır.

Ama yukarida belirttigim hem fizikalist hemde ilişkisel ontolojik etkiler buna müsade etmez, her fark biriciktir. 

Saygilarim.

19 Ağustos 2025 Salı

ÖZGÜR İRADE ÜZERİNE-2 ÖZGÜR İRADENİN ZARARLARI

 Peki Hazırsanız konuyu bira daha ters yüz edeceğim ve üstüne derinlemesine düşünürseniz şok olacaksınız, belki de iç dünyanızda  bu tartışmayı sonlandıracak bir duruma bile gelebilirsiniz


ÖZGÜR İRADENİN ZARARLARI:

Özgür irade kavramını biraz daha ters yüz edeyim bakalım neler çıkacak. Şimdi, klasik tanıma göre hiçbir dış zorlamanın veya belirleyici etkinin altında kalmadan seçme yetisi demektir dedik. Bu tanıma göre kişinin özgür iradesi olması için hiçbir şeyle hiçbir şekilde etkileşim kurmaması gerekmektedir ki bu, kendiyle de ilişki kuramaması anlamına gelir. Bu da öz farkındalığı olmamasını gerektirir; yani pür bir ilişkisizlik hali, yani hiçlik gerektirir, dedik.


Şimdi olayımız bununla mı  sınırlı? Tabiki hayır!!. Eğer kişi tam da yukarıdaki tanıma istinaden bir özgür iradeye sahip olursa, iyilik, kötülük, doğru ve yanlış gibi kavramları nesnelleştiremediği gibi aslında özgür iradesi olan bir kişinin temelde hiçbir karar alamayacağı gibi absürt bir sonuca ulaşırız ki bu klasik özgür irade tanımın doğal türeyenidir. Yani kişinin özgür iradesi, aslında kişinin özgür iradesini elinden alan bir paradoksa dönüşür.


Oysaki doğa bütünleşik ve karşılıklı bağımlı bir sistemdir. Yani karar, ilişkiler ağı içinde ve bağlamsal bir şekilde ve tamamıyla transdüksiyonel bir şekilde alınır. Kararın oluşması için etkileşim, ilişki olmazsa olmazdır; yani belirleyicilik, ilişki ağlarının toplamındadır.


Basit bir örnek vereyim: Bir çay bardağının bile üstümüzde belirleyici etkisi vardır. Karar mekanizmamız çay bardağından bağımsız olamaz. Bardağın alacağı kadar çay katarız, fazlasını katmayız; çünkü taşar ve ortalık kirlenir, bu bize çay bardağına bardağın alacağından fazla çay katmanın bizim zararımıza olduğunu gösterir ve toplum bu deneyimi nesnelleştirir, peki klasik anlamda özgür iradesi olan bir kişi açısından böyle bir karar gerçekleşebilir miydi, imkansız!!!!! Çünkü hiç bir dış ve iç etki olmaması gerekirdi ki özgür karar verebilelim. Peki hiç bir iç ve dış etki yoksa neye göre ve neyin kararı ortaya çıkacak, bırakın çay bardağının alacağı kadar çay katmayı eyleme bile başlayamazdık. Yani klasik özgür irade tanımı kişiye eylem imkanı bile vermeyen bir olgudur.  Bakın, bir çay bardağı nasıl üstümüzde belirleyici oldu. Ama dikkat edin, o çay bardağı öyle olmasa, kararı da alamayacaktık.


İyilik ve kötülük gibi kavramların nesnelleştirilmesinde de aynı süreç hakimdir. Bir şeyin kötü olduğunu nesnelleştirmemiz, yüzyıllarca edindiğimiz deneyimlere dayanır. O şeye “kötü” derken bir ilişkiler ağı olan toplum bir çok iç ve dış etken ışığında gayet ilişkisel bir şekilde bu kararı alır ve nesnelleştirir. İşte bu, tam da özgür irademiz olmadığı için yapabildiğimiz bir şeydir. Yani özgür irademiz olsa asla bir şeyin iyi ya da kötü olduğuna karar veremeyecektik; çünkü karar verilecek bir iç ve dış etki olmayacaktı, tamamıyla pür ilişkisizlik içinde olmak zorundaydık.


Ama hem birey bazında hem toplum bazında karşılıklı etkileşim ve paylaşılan ortak zeminde, bağlamsal anlamdaki etkileşim ve iç-dış etkenlerin toplamında gayet de özgür iradesiz bir şekilde iyi ve kötü kavramlarını nesnelleştirebilir ve ilişkisel ve bağlamsal anlamda bir karar ortaya koyabiliriz. Yani klasik tanımıyla özgür irademizin olmaması bize 1. derecenden sorumluluk yükleyen bir duruma dönüşüyor. İyi ki özgür irademiz yok.


Not: Yazının absürtlüğünün farkındayım ama üstüne biraz düşünün azıcık düşünün

ÖZGÜR İRADE ÜZERİNE

 Biraz ters köşe yapayım.

Biliyorsunuz, insanoğlunun en büyük tartışmalarından biri özgür irade olup olmadığıdır. Klasik tanıma göre hiçbir dış zorlamanın veya belirleyici etkinin altında kalmadan seçme yetisi demektir. Bunun için insanın, hiçbir referans noktasının bulunmadığı bir ortamda karar vermesi gerekir. Peki bu yeterli midir? Hayır. Çünkü insan, öz farkındalığı gereği kendi kendine gönderim yapabilen bir varlıktır. Dolayısıyla dış etkiler olmasa bile, insan kendi öz farkındalığının tesirinden kurtulamaz.

Buradan şu sonuç çıkar: Özgür iradenin olabilmesi için insanın öz farkındalığa da sahip olmaması gerekir. Ancak öz farkındalığı olmayan bir varlık, karar verebilen bir özne de olamaz. Yani özgür irade için gerekli koşullar sağlandığında, özgür iradeyi taşıyacak özne ortadan kalkar.

Demek ki klasik anlamda özgür irade tanımı baştan problemli ve kendi içinde çelişkili bir kavramdır. Dolayısıyla, bu tanım üzerinden yapılan özgür irade tartışması boş bir tartışmadır.

Saygılarımla

7 Ağustos 2025 Perşembe

ROGER PENROSEYE İTİRAZLAR SERİSİ

İTİRAZ 1

iyide Sir (Roger Penrose) Mandelbrot kümesi doğada doğrudan bulunan bir küme değildir,

evet,

-Kıyı çizgileri (her ölçekte benzer desenler gösterir),

-Bulutlar (ölçekten bağımsız karmaşıklık), -Dağ sıraları (kendine benzer yapı), -Kardiyoid ve spiral formlar (Mandelbrot kümesinin sınır bölgelerinde gözlenen formlara benzer), -Bitkiler (ferns, brokoli romanesco) (fraktal dallanma yapıları), -Nehir ağları ve yıldırım yolları (dallanma ve tekrar eden motifler) Ve fakat Mandelbrot kümesi, sonsuz ayrıntı barındırır. Doğadaki sistemler ise fiziksel sınırlamalardan dolayı (atom ölçeği, enerji, entropi vs.) sonsuz detay içermez. Ancak doğadaki kaotik sistemler (örneğin akışkanlar dinamiği, atmosferik hareketler) fraktal özellikler taşır ve Mandelbrot kümesine benzer matematiksel özellikler sergiler, ama benzer özellikler!! Özellikle karmaşık dinamikler (popülasyon modelleri, kalp ritimleri, elektriksel salınımlar) Mandelbrot kümesinin ürettiği diyagramlara benzer davranışlar gösterebilir. Lakin;Mandelbrot kümesi doğada doğrudan bulunmaz, sadece; doğadaki birçok süreç Mandelbrot’un temelindeki kaotik/fraktal prensiplere uygundur. Bu nedenle, Mandelbrot kümesi bir anlamda doğanın karmaşıklığının matematiksel bir dili olarak görülebilir. Ama siz burdan Platonist bir yaklaşımla matematiğin bir Platonik var oluşu var demektesiniz ve bunun mutlak olduğu gibi çok ileri uç bir idaa da bulunmaktasınız, Bu, deneysel olarak doğrulanabilir bir iddia değil, dolayısıyla bilimsel değil; felsefi bir pozisyon "With all due respect, Sir Penrose, this is ultimately a metaphysical belief rather than a scientific conclusion." Kind regards

İTİRAZ 2

Sayın Sir Mandelbrot kümesinin kuantum mekaniğinde birebir işlediği yönündeki görüşlere katılmam mümkün değil. Evet, bazı kuantum fenomenlerinde fraktal özellikler gözleniyor.

Kuantum Hall etkisi, elektronların manyetik alan altında hareketi sırasında fraktal enerji spektrumları (Hofstadter kelebeği) ortaya çıkarıyor. Anderson lokalizasyonu, bozunmuş sistemlerde elektron dalga fonksiyonlarının fraktal benzeri lokalizasyon yapıları sergilediğini gösteriyor. Kuantum kaosu, klasik kaotik sistemlerin kuantum karşılıklarında fraktal dalga fonksiyonlarının oluştuğunu ortaya koyuyor. Ancak bunların hiçbiri Mandelbrot kümesiyle özdeş değildir. Dahası, bu sistemlerin tamamı ölçümden bağımsız değildir ve decoherence süreciyle ilişkilidir. Evet, fraktal özellikler dalga fonksiyonunda ölçüm öncesi matematiksel olarak mevcut olabilir. Örneğin kuantum kaos çalışmalarında dalga fonksiyonlarının fraktal boyutları ölçümden bağımsız hesaplanabiliyor. Ancak burada ortaya çıkan yapı, fiziksel değil, matematiksel bir fonksiyonun sonucudur. Bu noktada sorulması gereken şudur: Matematiksel bir fonksiyonu, fiziksel gerçeklik olarak ne ölçüde kabul edebiliriz? Kuantum mekaniğinin temelinde zaten potansiyel (olasılıksal) bir yapı yok mu, Sir? Siz kuantum indeterministikliğinin gizli bir deterministik düzenden kaynaklanabileceğini ileri sürebilirsiniz. Bu, Mandelbrot’un evrende saklı bir matematiksel düzen olduğuna dair Platonist yorumu destekleyebilir. Ancak burada Anton Zeilinger ve ekibinin loophole’ları kapatan deneyleri devreye giriyor, bu çalışmalar yerel gizli değişkenlerin büyük ölçüde imkânsız olduğunu ortaya koyuyor. Bu nedenle, gizli deterministik bir yapının evreni açıklayabileceği iddiası hem teorik hem de deneysel açıdan oldukça zayıf kalıyor. Kısacası, Mandelbrot kümesinin Platonist bir gerçeklik ve mutlaklık taşıdığı görüşüne katılmıyorum. Heisenberg belirsizlik ilkesinin geçerli olduğu bir kuantum mekanik çerçevede, deterministik yapılar zaten imkânsızdır. Bana göre, biz daha büyük sistemler olarak, küçük sistemler üzerinde belirleyici/determine edici bir etki yapıyoruz (decoherence), Wojciech Zurek’in çevresel decoherence teorisi bu süreci çok iyi açıklar. Mandelbrot kümesini de bu bağlamda, klasikleşmiş, decoherence ile belirginleşmiş bir model olarak ele alıyorum. Sonuç olarak, Mandelbrot kümesi fiziksel bir mutlaklık ya da Platonist bir gerçeklik değildir; ancak felsefi bir pozisyon olarak savunulabilir. Saygılarımla.

İTİRAZ 3

Hayır Sir, katılmıyorum. Kitabınızda Brouwer’e değinmişsiniz, ancak onun üçüncü halin imkânsızlığına yönelik sezgici eleştirisini yeterince dikkate almamışsınız. Brouwer’in haklı olarak belirttiği gibi, bir nesnenin yokluğunun yanlışlığından, onun varlığını çıkaramazsınız.

Varoluş, yalnızca mantıksal bir çıkarımla değil, inşa yöntemi ile gösterilmelidir. İnşa süreci ve yöntemi ortaya konmadan, sadece üçüncü halin imkânsızlığına dayanarak varlık iddiasında bulunmak temelsizdir. Bu noktada, siz "Matematiksel varlıkların inşası değil, keşfi önemlidir; Gödel teoremleri bunların sistemden bağımsız olarak doğru olduğunu gösterir." diyebilirsiniz. Ancak Gödel yalnızca "doğru olduğu halde ispatlanamayan" önermelerden söz eder. Böyle bir önermenin doğruluğu ispatsız olduğundan, onu mutlak anlamda doğru sayamayız. Kaldı ki, doğruluğu kabul edilse bile, bu doğruluk sistemden bağımsız ilişkisiz değildir; sadece daha güçlü bir sistemde ilişki kurularak anlam kazanır. Dolayısıyla doğruluk, ilişkisiz bir mutlak olarak değil, sistemler arası ilişkide ortaya çıkar. Saygılarımla Sir

 

İTİRAZ 4

Ayrica Sir

 

Eserinizde "Truing'in hesaplanabilirlik fikri bağlaminda matematiksel felsefenin alışıldık çercevesinde incelenebildigine göre, matematiksel varoluş konusunda ayri bir konu olarak ele alabiliriz. Sezgiciligin izinde gidersek matematigin kapsadigi cok güclü önermelerden kendimizi alikoymamiz gerekir" demektesiniz. Ama şunu atlamayalim Sir Penrose Truingin hesaplanabilirlik tanimini algoritmalar üzerinden verir ve bu adım adım uygulanabilir yapici yani bir inşaa sürecidir ve bu durum Brouwer'ı.destekleyen bir durumdur kaldi ki Sir siz, bilinç için inşa edilemez bir süreç iddia ederken, matematiği yine de Platonik bir alanda konumlandırıyorsunuz. Oysa Turing’in algoritmik tanımı, yapıcı süreçlerin sezgiciliğe uygun olduğunu gösterir. ama maalesef eserinizde sezgiciliğin sunduğu yapıcı çerçeveyi görmezden gelmeniz, argümanınızın temeliyle çelişmektedir.

Saygilarimla

 

İTİRAZ 5

OOO Sir hile yapıyorsunuz ama "Sistem kapsamında kanıtlanamaz olan önermelerin yolunuza devam ederken terslerini almak suretiyle kanıtlıyormuş gibi kabul ettiğiniz için aynı zamanda tekrarlı sayılabilir küme oluşturduklarını söylüyorsunuz. Sezgicileri ekarte etmeye çalışıyorsunuz. Sistem kapsamında kanıtlanamayan önermelerin tersini kullanarak ilerlemek, aslında mantıksal bir hiledir, kanıtlanamaz olanı tersinden dolaşarak kanıtlanabilirlik kazandırıyor gibi bir yaklaşım sergiliyorsunuz Sir. Gödel’in teoremi bize doğru olduğu halde ispatlanamayan önermeler olduğunu söylerken, bu doğruluğu sistem dışından varsayar Sir, fakat siz sisteme kendi kendine gönderimle yani sistemi sistemin içinden ispatlamaya çalışıyorsunuz.

Saygılarımla

 

İTİRAZ 6

Sir Penrose Eserinizde diyorsunuz ki; Zihin Turing makineleriyle modellenemez.

Ama burda şöyle bir soru ortaya çıkar Sir: Bunu nasıl bilebiliriz? Eğer zihin kendini yineliyorsa, bu bir döngüye girmez mi? Döngü varsa bu durumda Turing'in durma problemi (halting problem) gibi bir sorun ortaya çıkmaz mı? Ve biz döngüde mi yoksa çözümlenmiş bir durumda mı olduğumuzu nasıl anlayabiliriz ki?” Sir sizin idaanız anladığım kadarıyla şudur; Zihin, bazı matematiksel doğruların doğru olduğunu görebilir, ama bu doğrular herhangi bir algoritmik sistem tarafından ispatlanamaz. Bu Gödel’in teoreminden esinlenilmiş bir iddiadır. Ancak burada çok önemli şu soru ortaya çıkar Sir; Peki biz gerçekten bu doğruların ‘doğru’ olduğunu bilebilir miyiz? Ya sadece döngüye girmiş bir sistemsek? Ya bu sezgi de yanılıyorsa? Sir burdaki eleştirim sanki çok haklı bir eleştiri gibi duruyor kendini ispatlamaya çalışan bir iddia içinde olduğunuz hissiyatına kapılmaktayım. Peki Sir Sezgi de bir yineleme ise? Eğer zihin kendini yineleyerek kuruyorsa (ki bu Hofstadter bu fikre yakındır), o zaman sezgiler de yineleme sonucu oluşan yapılardır. O zaman sizin sezgi dediği şey, aslında döngüsel bir yapı olabilir. Ve şunu eklemeliyimki Sir zihin Turing makinesi olamaz iddianız, kendi içinde ya bir sezgiye yaslanır (ama bu sezgi yineleyici olabilir), ya da yinelemenin sınırlarında döner durur. İşte tam da burası mantıksel kırılma noktasıdır. Zihni bir "halting machine" gibi mi düşünüyoruz? Aklımda olan şey şu Sir Penrose; Eğer insan zihni bir algoritma ise, durma problemi onun için de geçerli olmalı. Ama siz, zihnin algoritma-dışı olduğunu iddia ediyorsunuz. Fakat Zihin durup durmadığını nasıl anlıyorsunuz? Eğer bu sonsuz bir kontrol mekanizmasına sahipse, bu da bir algoritmadır ve yine halting problemiyle karşılaşır ve durup durmadığını sonsuza değin bekleyip tespit edemeyiz ki bu durum tamda Gödel Teoremlerine uygun hale gelmezmi sir yani doğru olsa bile doğruluğu ispat edilemeyecek bir hal almazmı sizce. Yani kısaca Sir; Eğer zihni algoritma dışı olarak kabul etsek bile, yine de onun "durduğunu" bilmemiz için bir kontrol mekanizması gerek ama bu mekanizma da bir algoritma olurdu ve yine halting problem’e tabi olurdu. Bu çok ciddi bir paradoks oluşturuyor. Siz yaklaşımınızda bu paradoks yokmuş gibi davranıyorsunuz. Ben ise; Sizin sezgi dediğiniz şeyi, fark üretimi, ilişkisel geri besleme ve sürekli yineleme ile oluşan dinamik bir yapı olarak görüyorum. Yani doğruyu doğrudan görmekten değil, oluşan farkların sürekliliğinde beliren yapısal bir örüntüden söz ediyorum. Bu nedenle sezgiyi aşkın bir alan olarak görmek yerine, bilişsel sistemin içinde beliren bir oluş olarak kavramak daha tutarlıdır. Saygılarımla Sir Penrose 

Not: Arkadaşlar adam delirdi demeyin, yazdıklarımı anlayabilecek tek adam Roger Penrose olduğu için hayali olarak onunla tartışıyorum

 


Bütünün Yanılsaması: Gerçekleşmelerin Ontolojisi

  Giriş “Aslında temel hata ‘bütün’ diye bir özün var olduğunu sanmaktır. Bütün denilen şey, sınırları çizilmiş ve kurallara göre işleyen ...