Sesli Dinlemek İçin Tıklayınız
Özet:
Bu yazı,
özgür irade sorununu ilişkisel ontoloji ve transdüktif düşünce bağlamında
yeniden değerlendirmektedir. Klasik özgürlük anlayışlarının öznede ya da dışsal
nedenlerde temellenen yaklaşımlarına karşılık olarak, özgürlüğün kararın değil,
farkın ve ilişkisel katılımın içinden doğduğunu savunur. Karar, birey ve çevre
arasındaki etkileşimsel, fark yaratan ve geri beslemeli bir bireyleşme süreci
olarak ele alınır. Bu model, etik, hukuk, politika ve psikoloji alanlarında
özgürlük kavramının yeniden inşasına imkân tanır. Kararın transdüktif doğası,
onu sabit özne ya da belirlenmiş çevre etkilerinden değil; ilişkisel oluşun
kendisinden türeyen bir fark alanı olarak tanımlar.
Giriş:
Özgür
irade sorunu, felsefi düşüncenin en temel meselelerinden biri olarak, insanın
eylemlerine yönelik sorumluluğunu, kararlarının kaynağını ve etik varoluşunu
doğrudan ilgilendiren bir tartışma alanı oluşturur. Antikçağ’dan günümüze kadar
özgür irade, kimi zaman tanrısal belirlenimcilik, kimi zaman doğa yasalarının
zorunluluğu, kimi zaman da rasyonel öznelliğin mutlaklığı bağlamında
değerlendirilmiştir. Determinizm ile indeterminizm arasındaki bu tarihsel
sarkaç, bireyin kararlarının ya tümüyle dışsal nedenlerle belirlendiği ya da
tümüyle nedensellikten azade bir iç özgürlükle verildiği yönünde iki ayrı uca
savrulmuştur. Ancak bu iki yaklaşımın da temelinde yatan ortak problem, özne ve
çevre arasında yapılan kategorik ayrımdır.
Klasik
özgürlük tartışmaları, bireyi ya edilgin bir tepki verici ya da mutlak bir
karar verici olarak konumlandırır. İlkinde birey, doğa yasaları, genetik
kodlar, sosyal yapı ya da psikolojik etkiler gibi dışsal belirleyiciler
karşısında nesneleşir. İkincisinde ise birey, çevreden izole edilmiş, kendi iç
mantığıyla işleyen özerk bir varlık gibi tasvir edilir. Oysa bu dikotomik
çerçeve, özgürlüğün gerçek dinamiklerini anlamamıza engel olur. Birey ve çevre,
birbirinden ayrık iki ilişkisel alan değil; birbirini sürekli olarak
dönüştüren, karşılıklı etkileşim içinde bulunan bir ilişkiler ağıdır. Bu
ilişkiler ağı içerisinde karar, ne bireyin salt içsel istemine ne de dışsal
koşulların zorunluluğuna indirgenebilir.
Bu
noktada klasik özgürlük kavrayışını aşan, çok daha dinamik ve süreçsel bir
anlayış öneriyoruz: İlişkisel Karar Alma Süreci. Bu kavrayış, özneyi
sabit bir yapı olarak değil, ilişkiler yoluyla sürekli bireyleşen ve dönüşen
bir oluş olarak düşünür. Karar, yalnızca bir irade beyanı değil, bireyin
kendisini ve çevresini birlikte dönüştürdüğü bir süreçtir. Bu dönüşüm, hem
bireyin geçmiş yaşantılarını, hem mevcut bağlamsal etkileri, hem de geleceğe
dair yönelimlerini içeren karmaşık bir etkileşim örüntüsüdür.
İlişkisel
karar alma sürecinin kavramsallaştırılmasında temel dayanak noktamız,
transdüktif modellemedir. Transdüksiyon, sabit özler ya da önceden belirlenmiş
yapılarla değil, süreç içinde doğan ve süreci yeniden şekillendiren fark
alanlarıyla işler. Karar, belirli bir neden-sonuç zincirinin ürünü değildir;
aksine, birey ile çevresi arasındaki ilişkisel gerilimden doğan yaratıcı bir
oluş alanıdır. Bu nedenle karar verme süreci, hem bireyin öz farkındalığını
içerir hem de bireyin çevreyle olan ilişkisel rezonansını yansıtır. Karar, bir
dışsal etkinin otomatik sonucu değildir; aynı zamanda bireyin bu etkiyle nasıl
bir ilişki kurduğunun, bu ilişkiye nasıl yanıt verdiğinin ve bu yanıtla nasıl
bir fark ortaya koyduğunun sonucudur.
Bu
yazı, özgürlük sorunsalına ilişkisel ontoloji temelinde ve transdüktif bir
düşünce modeli eşliğinde yaklaşmaktadır. İlerleyen bölümlerde, bu yaklaşımın
hem kavramsal hem de uygulamalı düzeyde etik, hukuk, siyaset ve psikoloji gibi
alanlarda ne tür dönüşümlere yol açabileceği detaylı bir biçimde ele alınacaktır.
1.
Kavramsal Temeller
1.1.
Özne-Nesne Ayrımı ve Hylomorfizm Eleştirisi:
Özgürlük
düşüncesinin geleneksel felsefi çerçevesi, büyük ölçüde özne-nesne ayrımına ve
bu ayrımın dayandığı metafizik temellere dayanır. Bu bağlamda özgür irade,
karar veren bir “özne” ile bu kararın nesnesi olan “dünya” ya da “çevre”
arasında kurulan hiyerarşik bir ilişki üzerinden anlaşılmıştır. Bu yaklaşım,
Aristotelesçi kökenlere dayanan hylomorfik (form-madde ayrımı) düşünce tarzının
modern formlarından biridir. Hylomorfizm, var olanları bir yanda aktif, biçim
verici bir “form”, diğer yanda pasif, biçimlenmeyi bekleyen bir “madde” olarak
ikiye ayırır. Bu ikilik, zamanla zihin-beden, özne-nesne, iç-dış gibi modern
dualitelere dönüşmüş; karar süreçleri de bu metafizik ayrımın epistemolojik bir
yansıması olarak şekillenmiştir.
Bu
çerçevede özne, karar veren, anlam yükleyen ve belirleyen aktif bir fail; çevre
ise bu kararın koşullarını sunan, edilgin bir arka plan olarak düşünülür.
Alternatif olarak bazı indirgemeci yaklaşımlar ise çevresel etkileri
mutlaklaştırarak özneyi neredeyse tümüyle pasifleştirir: birey yalnızca
çevresel faktörlerin bir yansımasıdır. Her iki bakış açısı da, özne ile dünya
arasında bir yönsüzlük ve tek yönlü etkililik varsayar: ya özne aktiftir ve
çevre edilgindir ya da çevre aktiftir ve özne tepkisel.
İlişki
Felsefsi bu dikotomiyi radikal biçimde sorgular. Özne ve nesne, form ve madde,
ben ve çevre gibi ikilikler, sabit ve aşkın varlık kategorileri olarak değil,
ilişkiler içinde ortaya çıkan ve birbirlerini koşullayan oluş süreçleri olarak
değerlendirilir. Yani karar verme, bir öznenin nesneye hükmetmesi ya da bir
çevresel zorunluluğun özneyi belirlemesi değil, bu iki kutbun birlikte
katıldığı etkileşimsel bir fark yaratımıdır. Karar, bu anlamda, hylomorfik
ayrımın ötesinde, ilişkisel bir eş-etkenlik alanında doğar.
Bu
eş-etkenlik, bir etkinin yalnızca tekil bir kaynaktan değil, bir ilişkiler ağı
içindeki karşılıklı rezonanslardan doğduğunu gösterir. Özne ve çevre, ayrı
varlıklar olarak değil, birbiriyle sürekli ilişki içinde oluşan
etki-alanlarıdır. Karar ise bu etki-alanlarının kesiştiği, farkın ve dönüşümün
mümkün hâle geldiği yaratıcı bir açıklıkta ortaya çıkar. Bu bağlamda özgürlük,
ne mutlak bir bağımsızlık ne de kaçınılmaz bir belirlenimdir; özgürlük,
ilişkisel gerilimlerin taşıdığı potansiyelin açığa çıkmasıdır.
Dolayısıyla,
karar verme süreci, önceden verilmiş sabit özne ya da belirleyici nesne
kategorilerinden ziyade, etkileşim halinde ortaya çıkan fark alanlarına
dayanır. Bu fark alanı, kararın hem bireysel hem bağlamsal karakterini ortaya
koyar. Bu yaklaşım, özgürlük sorununu yeniden formüle ederken, felsefi
düşüncenin temel ayrımlarını da dönüştürme potansiyeline sahiptir.
1.2.
Etki ve Etkilenme Kavramlarının Ontolojik Yeniden İnşası
Klasik
özgür irade tartışmaları, etki ve etkilenme kavramlarını çoğu zaman tek yönlü
bir nedensellik ilkesi üzerinden değerlendirir. Bu çerçevede ya çevre
etkileyen, özne etkilenen konumundadır ya da karar veren özne, edilgin bir dış
dünyaya yön veren fail olarak konumlandırılır. Bu yaklaşımlar, etkenliği ve
edilgenliği sabit roller olarak varsayarak, ilişkilerin doğasında bulunan
karşılıklılığı ve eş zamanlı etkileşimi göz ardı eder. Böylece karar süreci, ya
dışsal nedenlerin kaçınılmaz sonucu ya da soyut bir öznenin içsel yaratımı gibi
iki uç modele indirgenir.
İlişkisel
ontoloji ise bu ayrımı aşarak, etki ve etkilenmeyi hiyerarşik değil, karşılıklı
ve eşzamanlı bir etkileşim olarak kavramsallaştırır. Etki, bir oluşun diğerini
belirlemesi değil, iki oluşun karşılaşmasıyla açığa çıkan farkın kendisidir.
Etkilenmek, edilgen bir maruz kalma değil; bir ilişkinin içine katılarak
dönüşmeye ve dönüştürmeye yönelik aktif bir oluş biçimidir. Bu durumda ne çevre
mutlak etken ne de özne mutlak edilgendir. Her ilişki, içinde yer alan tüm oluşları
yeniden yapılandıran bir potansiyele sahiptir.
Bu
bağlamda, karar verme süreci, klasik nedenselliğin öngördüğü gibi tek bir
nedenin zorunlu sonucu değildir. Karar, çoklu etkilerin gerilimi içinde
beliren, süregiden bir oluş sürecidir. Bu oluş süreci, sabit neden-sonuç
zincirlerinden değil; karşılıklı rezonanslardan ve geri beslemeli
etkileşimlerden doğan bir fark alanı üretir. Bu fark alanı, kararın özünü
oluşturur. Dolayısıyla karar, belirli nedenlerin zorunlu sonucu değil; belirli
ilişkilerin içinde açığa çıkan yaratıcı bir bireyleşme/oluş edimidir.
İlişkisel
nedensellik çerçevesinde etki, bir varlığı biçimlendirmek ya da kontrol etmek
değil; onunla birlikte yeni bir oluş alanı yaratmaktır. Etki bu anlamda, tek
taraflı bir güç uygulaması değil; karşılıklı açıklığın, dönüşüm kapasitesinin
ve fark yaratma yetisinin göstergesidir. Bu nedenle karar, yalnızca öznenin bir
tercihi değil, çevresel etkilerle birlikte yaratılan bir olasılıklar alanında
ortaya çıkan dinamik bir bireyleşmedir.
Özgürlük
burada nedensizlik olarak değil, belirlenmişliğin ötesinde bir açıklık ve fark
yaratımı olarak anlaşılır. Karar verme, ne mutlak bir rastlantı ne de
zorunluluğun sonucu olarak kavranabilir. Aksine, karar, etkilerin özneleştiği,
öznenin etkiselleştiği, her iki yönün de aktif fail olduğu ilişkisel bir oluş
pratiğidir. Böylece özgürlük, etki ve etkilenme arasında kurulan yaratıcı,
eş-etken ve dinamik ilişkinin açığa çıkardığı bir fark alanı olarak
temellendirilmiş olur.
1.3.
İlişkisel Ontoloji Nedir?
İlişkisel
Ontoloji, oluşu sabit ve yalıtılmış ya da bir öz temelinde tanımlamak yerine,
onun ilişkiler içerisindeki belirme, dönüşüm ve süreklilik kazanma biçimi
olarak kavrar. Bu yaklaşım, metafizik özcülüğün aksine, hiçbir oluşun kendi
başına, bağımsız ve içsel bir töz olarak “var” olmadığını; her oluşun ancak
diğer oluşlarla kurduğu ilişkiler aracılığıyla ortaya çıkan sınırlandırılmış
ilişki ağları olduğu ve anlam kazandığını ileri sürer. Bu bağlamda oluş,
“kendinde” değil, “ilişki içinde” olandır. Özne, nesne, çevre, hatta kararın
kendisi bile sabit birimler değil; dinamik, çok katmanlı ve karşılıklı
etkileşimlerden türeyen süreçsel alanlardır.
İlişkisel
ontoloji temel önermesi şudur: Her oluş bir fark alanıdır, potansiyel
barındırır ve bu fark, ancak diğer farklarla kurulan ilişkiler aracılığıyla
belirginleşir. Dolayısıyla hiçbir birey, hiçbir şey ya da hiçbir durum, başlı
başına, kendi içinde anlam taşımaz. Anlam ve oluş, sadece ilişkisel
konumlanışlar içinde mümkündür. Bu yaklaşım, ontolojik olanı bir ağ olarak
düşünmeyi gerektirir; sabit varlıklar değil, ilişkisel vektörler,
farklılaşmalar ve gerilimli etkileşimler ön plana çıkar.
Bu
ontolojik çerçevede özne de yeniden tanımlanır. “Ben” dediğimiz şey, aşkın ya
da içkin bir merkez değil; çok sayıda ilişkiselliğin düğümlendiği geçici bir oluş
yani ilişkiler ağı formudur. Özne, bir birey olarak değil; ilişkiler içinde
geçici olarak sabitleşen, sonra tekrar dönüşen bir fark taşıyıcısıdır. Aynı
şekilde, karar da özneye ait bir irade edimi olarak değil; bu ilişkiler ağı
içinde, çoklu etkenlerin ve potansiyellerin geriliminden doğan bir oluş biçimi
olarak kavranır. Karar vermek, öznenin dışsal koşullara rağmen bir iç merkezden
yönelim göstermesi değil; ilişkiler içinde beliren fark olanaklarını
gerçekleştirme kapasitesidir.
İlişkisel
ontoloji bu yaklaşımı, özgürlük kavramını da radikal biçimde dönüştürür.
Özgürlük, artık bireyin dış etkilere karşı bağımsızlığı değil; birey ile
çevresi arasındaki ilişkinin taşıdığı yaratıcı potansiyel olur. Bu yaratım
potansiyeli, yalnızca bireyde değil, bireyle birlikte çevrede, zamanda,
geçmişte, kültürde ve duygulanımsal süreçlerde etkinleşir. Özgürlük, bir iç
niyetin dışa vurumu değil; karşılıklı etkenliğin açığa çıkardığı, süreç içinde
gelişen, çok yönlü bir fark yaratımıdır.
Bu
nedenle ilişkisel ontoloji bağlamında özgür irade, bir “özgür seçim” edimi
değil; “ilişki içinde beliren yaratıcı fark”ın kendisidir. Bu fark, ne yalnızca
bireye aittir ne de yalnızca çevreye. O, her iki yönün karşılıklı açıklığında,
geçişkenliğinde ve birbirini dönüştürme kapasitesinde doğar. Kararın ontolojik
temeli, sabit bir özne ya da belirleyici bir çevre değil; bu ikisinin birlikte
yarattığı ilişkisel alanın iç dinamiğidir. Böylece karar, ilişkisel bir
bireyleşmenin edimi, özgürlük ise bu bireyleşmenin açıklık ve fark yaratma
kapasitesi olarak anlaşılır.
1.4.
Transdüksiyon Kavramı ve Karar Süreciyle İlişkisi
Transdüksiyon,
Gilbert Simondon’un bireyleşme felsefesinde temel bir yere sahip olan ve klasik
nedensellik anlayışını kökten dönüştüren bir kavramdır. Simondon’a göre birey,
önceden verilmiş sabit bir forma göre şekillenen bir varlık değil; bir
farklılık alanı içinde, gerilimlerin taşıyıcısı olarak ortaya çıkan bir
süreçtir. Transdüksiyon, bu sürecin hem ontolojik hem de mantıksal yapısını
tanımlar. Bir farkın bir alan boyunca yayılması ve bu yayılımın her noktada
yeni farklar üretmesi, kararın sabit bir özne ya da neden tarafından değil,
etkileşimli bir alan tarafından belirlendiği anlamına gelir.
Karar
verme süreci, bu bağlamda transdüktif bir bireyleşme hareketidir. Karar,
önceden verilmiş seçenekler arasından yapılan bir tercihin sonucu değil;
ilişkisel gerilimlerin içinden doğan ve hem karar vereni hem de bağlamı
dönüştüren bir olaydır. Bu olay, klasik anlamda bir nedensellik zincirine
değil; dinamik, geri beslemeli, potansiyel taşıyan bir oluş mantığına dayanır.
Transdüksiyonun
karar süreciyle ilişkisi üç temel boyutta ele alınabilir:
1.
Gerilim ve Farkın Kaynağı:
Karar,
özne ve çevre arasındaki karşılıklı gerilimlerin içinde belirir. Bu gerilim,
belirli bir sabite değil; ilişki içindeki fark potansiyeline dayanır. Karar, bu
potansiyelin açığa çıktığı andır. Etki eden ve etkilenen ayrımı yerine,
karşılıklı etkenlik içinde fark yaratan bir oluş süreci söz konusudur.
2.
Alan Boyunca Yayılım ve Zamanla Bireyleşme:
Karar,
tekil bir âna sıkışmış bir eylem değil; alan boyunca yayılan, zamansal olarak
genişleyen ve yeni bağlamları biçimlendiren bir bireyleşmedir. Verilen bir
karar, yalnızca geçmişin izlerini taşımaz; aynı zamanda geleceğin olanaklarını
da şekillendirir. Bu açıdan karar, hem nedensel geçmişin hem de potansiyel
geleceğin düğümlendiği bir eşik olarak iş görür.
3.
Geri Besleme ve Kendilik Dönüşümü:
Karar,
sadece dışsal koşulları değiştiren bir eylem değil; karar vereni de dönüştüren
içsel bir edimdir. Karar süreci, öznenin kendilik yapısını yeniden
yapılandırır, onu farklı bir bireyleşme düzeyine taşır. Böylece karar, hem dışa
dönük bir etkide bulunur hem de içsel bir dönüşüm yaratır.
Bu
çerçevede transdüksiyon, kararın sabit oluşlar ya da tekil nedenlerle
açıklanamayacağını; kararın, ilişkisel alanın iç dinamiklerinden doğan,
yaratıcı, geri beslemeli ve bireyleştirici bir süreç olduğunu ileri sürer.
Karar verme, bir oluşun edimi değil; sınırlandırılmış ilişkinin (oluş) kendini
ilişkisel olarak gerçekleştirme biçimidir. Özgürlük ise bu süreçteki yaratıcı
açıklığın adıdır. Böylece özgürlük, ne salt bireyin içsel kararlılığına ne de
dışsal koşulların rastlantısallığına indirgenebilir; o, ilişki içindeki farkın
transdüktif doğuşudur.
2.
Karar Süreci: Etkilerin Eş Etkenliği
2.1.
Karar “Verilmez”, “Doğar”: Kararın Neden Değil, Farkın Ürünü Olması
Klasik
özgür irade tartışmalarında karar verme, çoğunlukla iki ana paradigma arasında
şekillenmiştir: determinist yaklaşıma göre karar, neden-sonuç zincirinin
zorunlu bir halkasıdır; libertaryen yaklaşıma göre ise bireyin kendi içinden,
dış etkilerden bağımsız olarak verdiği özerk bir tercihtir. Her iki model de,
kararın ya dışsal nedenlere ya da içsel iradeye bağlanarak açıklanabileceği
varsayımını temel alır. Ancak bu yaklaşımlar, kararı ya edilgin bir tepki ya da
mutlak bir öznellik olarak konumlandırmak suretiyle kararın oluşsal, süreçsel
ve ilişkisel doğasını ihmal eder.
İlişkisel
özgürlük anlayışı, bu ikili yapıyı aşarak kararın ontolojik temelini yeniden
kurar. Bu perspektifte karar, ne yalnızca geçmişin belirleyiciliğiyle ortaya
çıkan bir sonuçtur ne de özerk bir bilinçten aniden fışkıran bir irade
edimidir. Aksine, karar, farkın ortaya çıktığı bir ilişkisel oluş alanıdır.
Karar, "verilen" değil, "doğan" bir şeydir. Bu doğuş, özne
ile çevre arasındaki çok katmanlı, dinamik ve gerilimli ilişkiler alanında
gerçekleşir.
Kararın
doğumu, alternatifler arasında yapılan rasyonel bir seçim süreci olarak değil,
farklı etkilerin ve potansiyellerin bir araya gelerek belli bir yoğunluk
düzeyinde yeni bir fark oluşturduğu bir bireyleşme momenti olarak kavranır.
Karar, bu anlamda bir sonuç değil; oluşsal bir eşiktir. Bu eşik, önceden
belirlenmiş seçeneklerin bulunduğu bir alan değil; ilişkisellik içindeki
dinamik farkların belirdiği, geçmişin ve geleceğin düğümlendiği yaratıcı bir
alandır.
Bu
süreçte karar, yalnızca geçmişin etkileriyle şekillenmez; aynı zamanda
geleceğin henüz gerçekleşmemiş olanaklarına da açıklıkla alınır. Karar,
geçmişin izlerini taşırken aynı zamanda geleceğin potansiyelini biçimlendirir.
Böylece karar, yalnızca retrospektif değil, prospektif bir anlam kazanır.
Geçmişin izinden gelen değil, geleceğe yönelen bir yaratım eylemi olarak iş
görür.
İlişkisel
ontoloji temelinde kavranan bu anlayışta karar, sabit bir özne tarafından
alınan bir eylem kararı değil; ilişki içindeki farkın belirme noktasıdır. Bu
fark, yalnızca özneye ya da çevreye atfedilemez; her ikisinin karşılıklı
açıklığında, birbirini etkileyerek dönüştürdüğü bir sürecin ürünüdür. Bu
nedenle karar, “kimin verdiği” sorusuyla değil, “hangi ilişkisel oluşun sonucu
olarak doğduğu” sorusuyla anlam kazanır.
Kararın
bu bağlamda "doğması", yalnızca bir eylem anını değil, çok sayıda
etki ve karşılaşmanın eşzamanlı örgütlendiği bir yaratı alanını ifade eder. Bu
yönüyle karar, önceden tasarlanmış ya da sabitlenmiş seçeneklerin seçimi değil;
o anın özgül ilişkilerinde ortaya çıkan yeni bir fark üretimidir. Bu fark,
sadece bireyin değil, bağlamın da birlikte dönüşüme katıldığı bir yaratı
sürecini başlatır.
Sonuç
olarak, karar verme eylemi, ne belirlenmiş bir öznenin yönlendirdiği içsel bir
işlem ne de çevrenin zorlayıcı etkisiyle şekillenmiş edilgin bir tepki olarak
açıklanabilir. Karar, ilişkisel alanın içsel gerilimlerinden doğan bir
bireyleşme hareketidir. Bu bireyleşme, hem kararı hem de karar vereni
dönüştürür. Özgürlük ise bu dönüşümde beliren fark yaratma kapasitesidir.
Dolayısıyla karar, bir irade anı değil; farkın ilişkisel doğumudur.
2.2.
Etki – Tepki Değil, Etkileşim – Dönüşüm: Karar Süreci Bir Karşılaşma Alanıdır
Klasik
nedensellik modelleri, karar verme süreçlerini çoğu zaman doğrusal, tek yönlü
ve hiyerarşik bir çerçevede kavramlaştırır. Bu anlayışa göre, dışsal bir etki
özne üzerinde bir tepkiye yol açar; bir neden belirli bir sonucu doğurur. Bu
modelde karar, ya bireyin iç dünyasından kaynaklanan bir tepki ya da çevresel
koşulların doğrudan belirlediği bir sonuç olarak yorumlanır. Etki eden ve
etkilenen arasında kurulan bu dikotomik yapı, kararın süreçsel, ilişkisel ve
dönüşümsel boyutunu göz ardı eder.
İlişkisel
özgürlük anlayışı, bu indirgemeci çerçeveyi aşarak, etki ve tepki kavramlarının
yerine “etkileşim” ve “dönüşüm” kavramlarını koyar. Etkileşim, özne ile çevre
arasında karşılıklı açıklık, geçirgenlik ve ortaklaşa yaratım anlamına gelir.
Taraflardan biri yalnızca etkileyen, diğeri yalnızca etkilenen değildir. Her
iki taraf da bu ilişkisel süreçte dönüşür ve dönüşüm yaratır. Bu nedenle karar
verme, yalnızca özne-merkezli bir tercih değil, çok yönlü bir karşılaşmanın
ürünü olan ontolojik bir olaydır.
Karar
süreci, sabit bir öznenin belirli seçenekler arasında yaptığı bilinçli bir
seçimden ibaret değildir. Aksine, özne ve çevrenin çok katmanlı
etkileşimlerinin belli bir yoğunluk düzeyinde eşzamanlı biçimde örüldüğü bir
“karşılaşma alanı”dır. Bu alan, zamansal ve mekânsal olarak yayılmış etkilerin,
geçmiş deneyimlerin, toplumsal ve duygusal bağlamların, bedensel itkilerin ve
bilişsel süreçlerin bir araya geldiği bir eşiktir. Karar, bu eşiğin içindeki
gerilimli oluşta belirir.
Bu
bağlamda karar, bir irade beyanı olmaktan çok, farkın oluştuğu ve fark
aracılığıyla dönüşümün başladığı ilişkisel bir geçittir. Özne, yalnızca kendi
içsel motivasyonlarıyla değil, aynı zamanda dış dünyanın sunduğu imkânlar ve
engellerle, geçmişin izleriyle ve geleceğin olasılıklarıyla birlikte
şekillenir. Karar, bu çoklu etkilerin sentezlenmesi değil; onların etkileşiminden
doğan yaratıcı bir farktır.
Karar
sürecinde özne, edilgin bir alıcı değil; ilişkiye katılan aktif bir bileşendir.
Ancak aynı şekilde çevre de pasif bir arka plan değil, özneyle birlikte karar
sürecini şekillendiren etkin bir aktördür. Bu nedenle karar, yalnızca bireyin
gerçekleştirdiği bir işlem değil, hem özneyi hem çevreyi dönüştüren bir yaratım
alanıdır. Karar, bu yaratım süreci içinde bireyin kendi oluşunu da dönüştürdüğü
bir bireyleşme pratiğidir.
Özgürlük
de bu perspektifte yeniden tanımlanır: Artık özgürlük, yalnızca bireyin dışsal
koşullardan bağımsız bir şekilde karar verebilme yetisi değil; ilişkisel bir ağ
içinde fark yaratabilme ve bu fark aracılığıyla kendini ve çevresini
dönüştürebilme kapasitesidir. Bu kapasite, sadece bireyin içsel kaynaklarına
değil; ilişki kurduğu dünyayla birlikte yaratabildiği alanlara dayanır.
Sonuç
olarak, karar süreci, etki ve tepki gibi hiyerarşik ve doğrusal ilişkilerle
açıklanamaz. Bu süreç, etkileşimsel ve dönüşümsel bir karşılaşma alanıdır.
Karar, bu alanda beliren bir farktır; bir irade değil, ilişkisel bir doğumdur.
Bu bağlamda özgürlük, bir özerklik miti değil, fark yaratma edimidir.
Dolayısıyla karar, yalnızca neyin seçildiği değil, nasıl bir ilişkisel oluş
içinde belirdiğidir.
2.3.
Olasılık Sonsuzluğu Problemi ve Sınırlandırmanın Özgürleştirici İşlevi
Klasik
özgürlük kuramları genellikle bireyin önünde ne kadar çok seçenek bulunuyorsa,
o kadar özgür olduğuna dayanır. Bu anlayışta özgürlük, olasılıkların sayısıyla
orantılı olarak tanımlanır ve bireyin iradesi, bu seçenekler arasından yapacağı
seçime indirgenir. Ancak bu bakış açısı, ilk bakışta çekici görünse de,
derinlemesine incelendiğinde içsel bir çelişki barındırır. Zira seçeneklerin
sayısının sonsuz olması, karar verebilme yetisini felç eder. Karar, ancak
ayrıştırılabilir, kıyaslanabilir ve anlamlandırılabilir seçenekler arasında
mümkündür. Sonsuzluk karşısında bu türden kıyaslamalar anlamını yitirir; karar
verme işlemi, yönsüzlük ve belirsizlik içinde çözülür.
İlişkisel
özgürlük modeli, bu noktada radikal bir kavramsal yeniden inşa önerir. Bu
yaklaşıma göre, olasılıkların sınırlandırılması bir yoksunluk değil, kararın
ontolojik olarak ortaya çıkabilmesini mümkün kılan kurucu bir koşuldur. Kararın
oluşabilmesi için yalnızca bir tercih alanı değil, bu alanın içsel gerilimlerle
yapılandırılmış olması gerekir. Sınırlandırılmış olasılık alanı, bu gerilimin
üretilebileceği zemini hazırlar; bireyin ilişkisel olarak dahil olduğu çevresel
bağlamda belirli yönelimlerin, tercihlerin, tepkilerin ve anlamların
yoğunlaşmasına imkân tanır. Bu yoğunlaşma, farkın açığa çıkabileceği bir eşik
yaratır.
Bu
bağlamda karar süreci, ne mutlak bir serbestlikte ortaya çıkar ne de mutlak bir
zorunluluğun sonucu olarak şekillenir. Aksine, bu süreç; bireyin kendisiyle,
başkalarıyla, mekânsal ve zamansal bağlamla kurduğu ilişkilerin bir yoğunluk
alanında, fark üretmeye elverişli sınırların çizdiği bir potansiyel yapı içinde
gerçekleşir. Karar, bu yapının merkezinde, bir fark yaratımına dönüşerek ortaya
çıkar. Dolayısıyla karar, önceden belirlenmiş bir özne tarafından verilmez;
ilişkisel gerilimlerin yarattığı dinamik alanın bir sonucu olarak doğar.
Bu
yaklaşım, özgürlüğün tanımında da köklü bir dönüşüm gerektirir. Özgürlük, artık
bir sonsuz seçenekler katalogunda serbestçe gezinen bir irade olarak değil;
sınırlı bir bağlamda, fark üretme kapasitesiyle tanımlanır. Fark, yalnızca
sınırda, yani bir ayrımın, bir seçilebilirliğin ve bir yönelimin mümkün olduğu
noktada doğar. Bu nedenle sınır, özgürlüğün engeli değil; sahnesi ve zemini
olarak görülmelidir.
İlişkisel
ontoloji açısından düşünüldüğünde, her sınır aynı zamanda bir açıklık
barındırır; çünkü sınır, ayrımı ve ayrım üzerinden farkı mümkün kılar. Fark ise
kararın, karar ise özgürlüğün temelidir. O hâlde özgürlük, yalnızca sınırların
ötesine geçme kudreti değil, aynı zamanda sınırlar içinde yaratıcı bir dönüşüm
gerçekleştirme kapasitesidir. Bu dönüşüm, sabit bir özneye ait edilgin bir
güçle değil; ilişkisel bir oluş alanında beliren etken bir fark yaratımıyla
meydana gelir. Böylece sınırlandırma, özgürleşmenin imkânsızlığı değil, bizzat
zemini olur: karar verilebilen, fark üretilebilen ve yön belirlenebilen bir
alanın mümkün kılınmasıdır.
3.
İlişkisel Özgürlük Kuramı
3.1.
Özgürlük Nedir: Karar mı, Fark mı, Katılım mı?
Klasik
özgürlük kuramları, özgürlüğü çoğunlukla bireyin sahip olduğu seçenekler
arasından serbestçe seçim yapabilme yetisine indirger. Bu anlayışta özgürlük,
sabit ve özerk bir öznenin, önceden belirlenmiş ve dışsal olarak sunulmuş
alternatifler arasındaki tercihiyle tanımlanır. Ancak bu model, özgürlüğü hem
bireye ait bir içsel kapasiteye hem de dışsal koşullara dayalı bir işlem olarak
kavrar. İlişkisel özgürlük anlayışı ise bu ikiliği aşarak, özgürlüğü ne
yalnızca karar verme edimiyle ne de yalnızca bireysel irade beyanıyla
özdeşleştirir. Özgürlük, sabit bir öznenin eylemi değil, ilişkisel bir alanda
ortaya çıkan dinamik bir katılım biçimidir.
İlişkisel
ontolojide özgürlük, varlıkların birbirleriyle kurdukları ilişkiler içinden
doğan farklara katılım kapasitesiyle tanımlanır. Burada özgürlük, belirli
seçenekler arasında seçim yapma yetisinden çok daha fazlasıdır: Özgürlük,
ilişki alanı içinde beliren farkları algılama, bu farklara tepki değil etkin
yanıt üretme ve bu yanıtla birlikte hem kendini hem ilişkisel ağı dönüştürme
yetisidir. Bu bağlamda özgürlük, kararın sonucu değil, kararın mümkün olduğu
ontolojik eşiktir.
Bu
anlayışa göre karar, ilişkisel alanda beliren farkın bir ifadesidir. Fark,
yalnızca seçeneklerin belirli olduğu yerde değil; ilişkisel yoğunlukların,
gerilimlerin ve potansiyellerin bir araya gelerek yeni bir yönelimi mümkün
kıldığı yerde doğar. Karar da bu farkın belirginleştiği, eyleme dönüştüğü
andır. Bu nedenle özgürlük, karardan önce gelir; çünkü fark yaratılmadıkça
karar verilemez. Karar vermek, bir oluşun içindeki bir dönüşüm ânına katılmak;
bu dönüşüme kendi farkını katmak anlamına gelir.
Özgürlük
bu anlamda bir sahiplik durumu değildir. Özne, özgürlüğü "taşımaz";
özgürlük, öznenin ilişkilere katılımı içinde her defasında yeniden üretilir. Bu
üretim, sabit bir benliğin içsel iradesiyle değil; değişen ve dönüşen bir
ilişkiler ağı içinde ortaya çıkan fark yaratımıyla gerçekleşir. Özgürlük,
edilgen olarak sahip olunan bir güç değil, etken olarak katılınan bir oluş
sürecidir.
İlişkisel
özgürlük anlayışında karar süreci, sabit bir özne tarafından yönlendirilen tek
yönlü bir işlem değildir. Karar, bir karşılaşma alanında, bir ilişkisel eşikte,
hem bireyin hem bağlamın birlikte dönüşmesiyle doğar. Bu yönüyle özgürlük,
yalnızca özneye ait bir irade beyanı değil; bağlamla birlikte kurulan bir
ortaklaşa yaratım sürecidir.
Bu
nedenle özgürlük, klasik anlamda yalnızca "karar verme" olarak değil,
daha geniş bir oluş kategorisi olan "katılım" üzerinden
düşünülmelidir. Katılım, fark yaratacak şekilde ilişkilere dâhil olma, bu
ilişkilerde dönüşme ve dönüştürme kapasitesidir. Bu bağlamda özgürlük, ilişki
içindeki farkı duyumsama ve bu farkla birlikte yeni anlam alanları açma
yetisidir. Özgürlük, yalnızca tercihte bulunmak değil; fark yaratabilmektir. Ve
bu fark, kararın ötesinde, katılımın derinliğinde belirir.
3.2.
Eş Etkenlik İlkesi: Etki ile Etkilenme Arasındaki Hiyerarşinin Reddi
Klasik
özgürlük ve nedensellik kuramları, genellikle karar süreçlerini tek yönlü bir
etkenliğe dayandırır. Bu yaklaşımlarda ya çevresel faktörler birey üzerinde
belirleyici olur ya da bireyin içsel iradesi çevreye hâkim bir biçimde karar
verir. Böylece karar, ya dışsal nedenlerin ürünü ya da içsel bir öznenin
inisiyatifi olarak tanımlanır. Ancak bu tür açıklamalar, karar sürecindeki
etkenlerin karşılıklı ve dinamik doğasını göz ardı eder. İlişkisel özgürlük
modeli, bu tek yönlü ve hiyerarşik anlayışı aşarak, kararın çoklu ve karşılıklı
etkenliklerin ürünü olduğunu savunan eş etkenlik ilkesini önerir.
Eş
etkenlik ilkesi, karar sürecinde yer alan tüm unsurların — birey, çevre,
bağlam, tarihsel deneyim, duygulanım ve potansiyel olasılıklar — aktif rol
oynadığını kabul eder. Burada her unsurun etkenliği, onun diğer unsurlarla
kurduğu ilişkilerde belirir. Hiçbir unsur, mutlak anlamda belirleyici ya da
edilgin değildir; her unsur, karşılıklı ilişkiler ağı içinde hem etkileyen hem
etkilenen konumdadır. Karar, işte bu çoklu ve karşılıklı etkenlikler arasında
doğan farkın bir ürünüdür.
Bu
yaklaşım, özne-nesne ayrımına dayalı klasik bilgi ve eylem modellerine köklü
bir eleştiri getirir. Karar artık ne özerk bir öznenin mutlak kontrolüne ne de
dışsal belirleyicilerin zorunlu sonucuna indirgenebilir. Aksine karar,
etkileşimsel alanın içkin gerilimlerinden doğan, özgün ve tekil bir oluşsal
sıçramadır. Bu sıçrama, yalnızca bireysel bir niyetin değil, aynı zamanda
ilişkisel bağlamın ve çevresel potansiyellerin eş zamanlı etkileşimiyle ortaya
çıkar.
Eş
etkenlik ilkesinin özgürlük anlayışı üzerindeki etkisi derindir. Özgürlük artık
bir üstünlük, hâkimiyet ya da kontrol meselesi değil; karşılaşmalara açık olma,
bu karşılaşmalar aracılığıyla dönüşebilme ve dönüştürebilme kapasitesidir. Bu
bağlamda özgürlük, çevrenin belirlenimlerine karşı bir direnç değil; bu
belirlenimlerle kurulan ilişkinin dönüştürücü potansiyeline aktif katılımdır.
Özgürlük, çokluk içinde fark yaratma; etkileşimde açıklık içinde yön bulma
kapasitesidir.
Bu
nedenle karar verme süreci, tekil bir irade beyanı değil; ilişkisel alanda eş
zamanlı olarak işleyen çok sayıda etkinin ortak üretimidir. Karar, öznenin tek
başına taşıdığı bir yük değil; kolektif bir oluşun belirli bir anda, belirli
bir fark üzerinden somutlaşmasıdır. Eş etkenlik ilkesi, böylece kararın
öznesini tekil bir fail olarak değil, ilişkiler ağında yer alan bir fark
noktası olarak tanımlar. Özgürlük ise bu ağ içindeki açıklık ve katılım
kapasitesidir.
3.3.
Öz Farkındalık ve Geribildirim: Karar Alanında Bireyleşme ve Etik Sorumluluk
İlişkisel
özgürlük modeli, karar verme sürecini yalnızca dışsal etkenlerin ve içsel
niyetlerin karşılaşması olarak değil, aynı zamanda bu sürece katılan
varlıkların kendi etkilerini fark ettikleri ve bu farkındalıkla dönüşüme
katıldıkları bir alan olarak değerlendirir. Bu bağlamda öz farkındalık, karar
sürecinde yalnızca bilişsel bir içgörü değil, etik ve ontolojik bir dönüşüm
kapasitesi olarak belirir. Öz farkındalık, bireyin yalnızca etkilenmediğini,
aynı zamanda etkilediğini; yalnızca bir nesne değil, aynı zamanda bir etken
olduğunu kavramasıdır. Bu kavrayış, bireyi edilgin bir konumdan çıkararak
sürecin yaratıcı, dönüştürücü ve sorumluluk taşıyan bir öznesi hâline getirir.
Karar
alanı, bu yönüyle yalnızca bir karşılaşma değil; aynı zamanda bireyleşmenin
dinamik bir zemini olarak işler. Her karar süreci, bireyin dışsal koşullara
verdiği tepkilerden çok, bu tepkiler aracılığıyla kendi varoluşunu yeniden
kurma biçimidir. Bu süreçte geribildirim, sadece çevreden alınan bilgi değil;
bireyin kendi eylemlerine ve etkilerine dair geliştirdiği etik ve ontolojik
farkındalıktır. Bu farkındalık sayesinde birey, kararlarının yalnızca
sonuçlarını değil, bu sonuçların diğer varlıklar ve ilişkiler üzerindeki
etkilerini de göz önünde bulundurur.
Etik
sorumluluk da bu noktada devreye girer. İlişkisel özgürlük anlayışında etik,
aşkın ve evrensel normlardan türeyen bir yükümlülükler dizisi değil; bireyin
ilişkisel ağlarda taşıdığı farkın sorumluluğunu üstlenme kapasitesidir. Bu,
bireyin hem kendi etkinliğini tanıması hem de bu etkinliğin yaratabileceği
dönüşümler karşısında konumlanabilmesi anlamına gelir. Böylece etik, yalnızca
başkalarına zarar vermemek ya da belirli normlara uymak değil; ilişkiler içinde
doğan farkın sorumluluğunu almak ve bu farkla birlikte yeni bir ortaklaşma
zemini kurma çabasıdır.
Öz
farkındalık bu bağlamda yalnızca bireysel bir bilinç durumu değil; ilişkisel
bir açıklık, etkileşime dair bir duyarlılık ve yaratıcı bir dönüşüm
kapasitesidir. Karar verme, bu nedenle yalnızca seçenekler arasında bir tercih
değil; bireyleşmenin etik olarak içeriğe kavuştuğu, ilişkisel bir eşikte
gerçekleşen dönüşümsel bir edimdir. Bu edim sayesinde birey, yalnızca karar
alanına katılmaz; bu alan tarafından yeniden şekillendirilir. Karar verme
süreci, böylece bir kendini tanıma, yeniden kurma ve ilişkisel olarak etik
sorumluluğu üstlenme pratiği hâline gelir.
İlişkisel
özgürlük anlayışı açısından özgürlük ile etik sorumluluk birbirinden
ayrılmazdır. Özgürlük, yalnızca eylemde bulunma kapasitesi değil; bu eylemlerin
sonuçlarına ilişkin etik bir sahipleniştir. Bu nedenle özgürlük, ancak bu
sorumluluğun kabulüyle anlam kazanır. Karar verme, ilişkiler içinde fark
yaratma ve bu farkın sonuçlarını üstlenebilme süreci olarak, öz farkındalığın
taşıyıcılığında bireyleşmenin etik boyutunu ortaya koyar.
3.4.
Kararın Transdüktif
Doğası: Süreç, Fark, İlişki ve Oluş
Karar,
klasik düşünce sistemlerinde genellikle iki uç arasında tanımlanır: ya bireyin
iradi ve bilinçli tercihi olarak, ya da dışsal etkenlerin zorunlu sonucu
olarak. Oysa ilişkisel özgürlük anlayışında karar, bu ikili yapının ötesine
geçer; ne yalnızca bir özneye ait bir irade beyanıdır ne de dışsal koşullarla
belirlenmiş bir zorunluluktur. Aksine karar, ilişkisel bir oluşun eşik
noktasında beliren bir farktır; sabit bir yapının içinde değil, dinamik bir
sürecin akışında ortaya çıkar. Bu bağlamda karar, bir "var olan"
değil; bir "oluş"tur. Bu oluş, ilişkilerin geriliminden doğan, farkın
görünür hâle geldiği, yeni yönelimlerin şekillendiği yaratıcı bir
hareketliliktir.
Transdüktif
düşünce, kararı, sabit özneler veya önceden belirlenmiş yapılar üzerinden
değil; süregelen ilişkilerde doğan farklılıkların taşıyıcısı ve üreticisi
olarak kavrar. Karar, yalnızca bir eylemin başlangıcı değil; o eylemin hem
bireyi hem de ilişkisel ağı dönüştürdüğü bir eşiktir. Karar vermek, bir oluş
sürecine dâhil olmakla kalmaz; aynı zamanda o süreci yeni bir şekilde örer. Bu
yönüyle karar, özdeşlik değil fark; sabitlik değil oluş; edilginlik değil
etkenliktir.
Kararın
transdüktif doğası üç temel kavramsal eksende açıklanabilir:
Süreç: Karar, geçmişten gelen
deneyimlerin, şimdiki ilişkisel koşulların ve geleceğe dair potansiyellerin iç
içe geçtiği bir akışta doğar. Anlık bir tercih değil; bir sürecin
taşıyıcısıdır. Bu süreçte karar, yalnızca geçmişin devamı değil; geleceğin
olasılıklarını açan yaratıcı bir eylemdir.
Fark: Karar, sabit seçenekler arasında
yapılan bir tercihten ziyade, yeni farkların belirdiği, anlamların yeniden
düzenlendiği bir eşiktir. Fark, yalnızca dışsal alternatifler arasında değil;
ilişkinin kendi iç geriliminde doğar. Karar da bu farkın taşıyıcısıdır.
İlişki
ve Oluş:
Karar, özne ve nesne arasında kurulmuş sabit bir bağlamda değil; ilişki
içindeki oluşta doğar. Özne, karar anında sabit bir fail değil; ilişkisel
oluşun bir noktasında fark yaratan bir etkendir. Karar, bu oluşsal gerilim
içinde belirir ve o gerilimi dönüştürür.
Bu
üç boyut, kararın transdüktif karakterini ortaya koyar: Karar, yalnızca bireyi
belirlemez; birey de kararla birlikte yeniden biçimlenir. Karar, geçmişin
zorunluluğu değil; geleceğin yaratıcı olanağıdır. Karar, öznenin bir bildirimi
değil; ilişkisel bir dönüşümün tetikleyici eşiğidir.
İlişkisel
özgürlük anlayışı, karar sürecini yalnızca bir tercihler dizisi olarak değil;
oluşun içinden geçen yaratıcı bir fark hareketi olarak tanımlar. Transdüksiyon,
bu yaratıcı hareketin mantığını verir: farkın bir ilişkisel alan içinde
yayılması, etkilerin birbirine katılarak yeni bireyleşme yollarının açılması.
Karar, işte bu yolların belirip görünür hâle geldiği ontolojik ve etik bir
eşiği temsil eder.
4.
Uygulamalar ve Açılımlar
4.1.
Etik: Sorumluluk Yalnızca Bireyin Değil, İlişkinin Ürünüdür
Klasik
etik anlayışları, bireyi özerk ve kararlarını bağımsız biçimde alan bir fail
olarak merkeze koyar. Bu çerçevede sorumluluk, bireyin niyetine, iradesine ve
eylemine indirgenir. Ahlaki yükümlülükler bireyin kendi iç dünyasında başlar ve
yine bireyin kendi eylemlerinde son bulur. Oysa bu model, bireyin toplumsal,
tarihsel ve ilişkisel bağlam içindeki varoluşunu ihmal eder. Kararın, yalnızca
bireyin içsel yapısından değil, aynı zamanda içinde bulunduğu ilişkiler ağından
doğduğunu varsaymak, etik sorumluluğun doğasını kökten dönüştürür. İlişkisel
özgürlük modeli, etik sorumluluğu tekil bir özneye değil, birey ile ilişkide
olduğu oluşlara ve bağlamlar arasındaki karşılıklı etkileşimlere dağıtır.
Bu
modele göre etik, aşkın ve evrensel normların uygulanması değil, ilişki
alanında doğan farkların tanınması ve bu farklarla birlikte dönüştürücü bir
katılıma girebilme kapasitesidir. Kararın etik değeri, yalnızca onun sonucunda
değil; kararın alındığı sürecin ilişkisel doğasında, bu sürecin yarattığı
dönüşümde ve bu dönüşümün taşıdığı farkta belirir. Bu nedenle etik, yalnızca
dış dünyaya yönelik bir eylemin sonucunu değil; bu eylemin oluştuğu ilişkisel
alanın bütününü kapsayan bir süreçtir.
İlişkisel
etik, özneyi yalnızlaştırmaz; onu ilişkilerden sorumlu kılar. Etik özne,
yalnızca ne yaptığını bilen değil; neye neden olduğunu, kimleri nasıl
etkilediğini ve bu etkinin nasıl bir ilişkisel dönüşüm yarattığını görebilen
bir farkındalık düzeyine ulaşmış özne olarak tanımlanır. Sorumluluk, burada
bireyin içsel ahlaki pusulasıyla sınırlı kalmaz; bireyin etkilediği ve
etkilendiği ağlarda farkın taşıyıcısı olabilme sorumluluğuna dönüşür.
Bu
bağlamda etik, belirli ahlaki kurallara uymakla eşdeğer değildir. Aksine etik,
ilişkiler içinde beliren gerilimleri tanıma, bu gerilimleri yapıcı bir biçimde
dönüştürebilme ve bu dönüşüm sürecinde ortaya çıkan farkı sahiplenebilme
kapasitesidir. Kararın etikliği, yalnızca belirli bir davranışın doğruluğuna
değil; bu davranışın ilişkisel bütünlüğe nasıl katkı sunduğuna ve yeni
olanaklar yaratma potansiyeline de bağlıdır.
İlişkisel
özgürlük anlayışında etik, bireysel bir yükümlülük değil; ortak bir yaratımın
sorumluluğudur. Karar verme süreci, etik olarak yalnızca bir bireysel irade
beyanı değil; bir ilişki alanına verilen yaratıcı bir tepkidir. Bu tepki, hem
bireyi hem ilişkiyi dönüştürme potansiyeli taşır. Etik, bu yaratıcı gerilimde
doğar: farkın tanınması, kabul edilmesi ve bu farkla birlikte ortak bir anlam
alanının kurulmasıdır.
Sonuç
olarak etik sorumluluk, sabit bir bireysel failin taşıdığı bir yük değil;
ilişkisel alanda beliren farkın taşıyıcısı olma cesaretidir. Bu cesaret,
bireyin kendisini aşkın bir yasa ya da dışsal bir otoriteye değil; karşılaştığı
diğer oluilara ve ilişkisel bağlama karşı sorumlu hissetmesiyle ortaya çıkar.
Bu nedenle etik, ilişkisel özgürlüğün kaçınılmaz bir sonucudur; çünkü özgürlük,
yalnızca eylemde bulunma değil, bu eylemin diğerleriyle nasıl bir bağ kurduğunu
ve bu bağın nasıl bir dönüşüm ürettiğini üstlenme iradesidir.
4.2.
Hukuk: İlişkisel Karar Süreci Adalet Anlayışını Dönüştürür mü?
Klasik
hukuk teorileri, bireyi kendi kararlarını rasyonel olarak alan özerk bir fail
olarak merkeze yerleştirir. Bu anlayışta birey, eylemlerinden tek başına
sorumlu tutulur; hukuki değerlendirme ise bu bireyin kastı (mens rea) ve fiili
(actus reus) üzerinden yapılır. Ancak bu yaklaşım, bireyin kararlarını
etkileyen toplumsal, kültürel ve ilişkisel koşulları göz ardı eder. Karar,
sadece bireysel bir içsel süreç değil, çok katmanlı bir ilişkisel dinamiğin
ürünüdür. Bu nedenle klasik hukuk, kararın içkin ilişkisel doğasını yeterince
hesaba katmaz.
İlişkisel
özgürlük modeli, hukuki sorumluluğu yalnızca bireyin niyetine indirgemek
yerine, bireyin karar alma sürecine katılan tüm ilişkisel etkenlikler ağı
içerisinde konumlandırır. Bu modelde karar, birey ile çevresi arasında örülen
çoklu etkileşimler içinde ortaya çıkar ve dolayısıyla hukuki anlamı da bu
ilişkiler içinde taşıdığı fark ve yarattığı dönüşüm bağlamında
değerlendirilmelidir. Suç, bu bağlamda yalnızca bireysel bir kusur değil;
ilişkisel bir kopuş, bir bütünlüğün ihlali, bir etkileşim ağındaki bozulma
olarak ele alınır.
Bu
yeni yaklaşım, adaletin sabit normların mekanik biçimde uygulanmasından ibaret
olmadığını; aksine, her somut olayda ilişkisel bağlamların özgüllüğüne duyarlı
olunması gerektiğini savunur. Hukuk, burada yalnızca yasa uygulayıcı değil;
farkları tanıyan, anlamlandıran ve dönüştüren bir oluş alanı hâline gelir.
Suçun değerlendirilmesi, yalnızca “ne yaptı?” sorusuyla sınırlı kalmaz; bunun
yerine “hangi ilişkide, hangi bağlamda ve nasıl bir fark yarattı?” soruları da
hukukî yargının ayrılmaz bir parçası hâline gelir.
İlişkisel
hukuk anlayışı, cezalandırıcı değil, onarıcı ve dönüştürücü süreçleri merkeze
alır. Restorative justice (onarıcı adalet) ve transformative justice
(dönüştürücü adalet) yaklaşımları, bu bağlamda öncü örnekler sunar. Ancak
ilişkisel özgürlük modeli, bu yaklaşımları da aşarak, hukuku sabit özne-fiil
paradigmalarından kurtarıp, çoklu ilişkisel etkilerin iç içe geçtiği yaratıcı
bir adalet pratiğine dönüştürmeyi önerir. Bu adalet anlayışı, yalnızca hakkın
teslimi değil, ilişkisel bütünlüğün yeniden inşası ve sürdürülebilir dönüşümün
sağlanması olarak tanımlanır.
Bu
modelde hukuki karar, yalnızca normatif bir yargı değil; ilişkisel düzlemde
beliren farkı tanıma, dönüştürme ve bu dönüşümün sorumluluğunu paylaşma
eylemidir. Böylece hukuk, yalnızca bireyleri yargılayan değil; toplumsal
ilişkileri yeniden kuran, onaran ve dönüştüren bir etik alan olarak yeniden
tanımlanır. Adalet, sabit bir normlar dizisi değil; değişen, dönüşen ve
farklılıkları tanıyarak ilişkisel bütünlük kurmaya çalışan dinamik bir
süreçtir.
4.3.
Politika: Özgür Birey Değil, Fark Yaratıcı İlişki
Modern
siyaset kuramları, genellikle bireyin özerkliğini ve rasyonel iradesini temel
alarak politika yapma süreçlerini inşa etmiştir. Bu çerçevede birey, haklara
sahip, karar verme yetisi olan ve bu kararlarıyla kamusal alanda temsili bir
güç kazanan bir özne olarak görülür. Liberal gelenek, bu anlayışı “özgür birey”
fikriyle kurumsallaştırır. Ancak bu model, bireyi ilişkisel bağlamından koparır
ve onun politik varoluşunu yalnızca tercihler beyan eden bir tüketiciye
indirger. Bu, politik olanın yalnızca yönetime katılım ve oy hakkı gibi araçsal
boyutlarına yoğunlaşarak daha derin yapısal ilişkileri görünmez kılar.
İlişkisel
özgürlük anlayışı, politik özneyi yalnızca taleplerini ifade eden bir birey
değil; ilişkiler içindeki farkların taşıyıcısı, dönüştürücüsü ve üreticisi
olarak kavrar. Bu bakış, politikayı çıkarların rekabeti olarak değil; farkların
karşılaştığı, tanındığı ve dönüştüğü yaratıcı bir alan olarak yeniden kurar.
Burada politik özne, önceden belirlenmiş bir kimlik değil; ilişkisel oluşumlar
içinde farklılaşan ve bu farklılığı ilişkiye taşıyarak yeniden inşa edilen bir
varlıktır.
Bu
yaklaşımda özgürlük, salt biçimde oy verme ya da söz alma yetisiyle
sınırlanmaz; aksine özgürlük, ilişkiler içinde yaratıcı bir fark yaratabilme
kapasitesidir. Dolayısıyla kamusal alan, yalnızca bireylerin taleplerini
yönetime sunduğu bir forum değil; farklı varoluş biçimlerinin karşılaştığı,
dönüştüğü ve yeni kolektif anlamların üretildiği bir ilişkisellik alanı hâline
gelir.
İlişkisel
politika, çoğulculuğu yalnızca fikirlerin veya kimliklerin çokluğu olarak
değil; farklı varoluş kiplerinin bir arada var olabilmesinin ontolojik koşulu
olarak görür. Bu bağlamda temsil, artık sabit kimliklerin temsili değil; ilişki
içindeki farkların söze, eyleme ve kolektif oluşa dönüşmesidir. Siyasal temsil
böylece sabit çıkarların dile gelişi değil; ilişkisel olarak beliren
farklılıkların yaratıcı ve dönüşümsel ifadesi olur.
Bu
model, hem liberal bireycilikten hem de kolektivist totalitarizmden uzak durur.
Ne bireyi soyut özerkliği içinde mutlaklaştırır ne de kolektif yapılar içinde
eritir. Aksine, bireyin fark taşıyıcılığı ve ilişkiler içindeki yaratıcı
katılımını merkeze alarak, politikayı anlamlı karşılaşmaların ve ortaklaşa
dönüşümlerin alanı olarak yeniden tanımlar.
Bu
doğrultuda siyaset, artık sadece iktidar mücadelesi değil; etik bir fark
üretimi ve bu farkın ortak yaşam alanlarına yayılması sürecidir. Karar alma
yalnızca çoğunluğun iradesini değil; azınlıkta kalan farkların da
duyulabildiği, tanınabildiği ve dönüşebildiği bir ilişkisellik zeminini
gerektirir. Böylece ilişkisel özgürlük modeli, politikanın yalnızca yönetimsel
değil; varoluşsal, ontolojik ve etik bir mesele olduğunu ilan eder.
4.4.
Psikoloji: Seçim ve Karar Mekanizmaları Yeniden Nasıl Anlaşılabilir?
Klasik
psikoloji kuramları, bireyin karar alma süreçlerini çoğunlukla içsel zihinsel
işleyişe indirgemiştir. Bu bakış açısı, karar verme mekanizmalarını bireyin
bilişsel şemaları, bellek işleyişi, bilinçdışı yönelimleri ya da davranışsal
koşullanmalara bağlı olarak açıklar. Birey, bu anlayışta çevresinden
yalıtılmış, bilgi işleyen bir sistem gibi ele alınır. Karar, bu sistemde
işlenen verilerin çıktısıdır. Ancak bu model, bireyin çevresiyle olan dinamik
etkileşimlerini, kararın ilişkisellik içindeki doğuşunu büyük ölçüde göz ardı
eder.
İlişkisel
özgürlük modeli, psikolojik süreçleri bireyin içsel işleyişiyle sınırlamaktan
ziyade, bireyin çevresiyle kurduğu çok katmanlı ilişkisel ağlar üzerinden
yeniden düşünür. Karar, yalnızca bireyin zihninde beliren bir işlem değil;
bireyin dahil olduğu ilişkisel alanlarda açığa çıkan, farkın taşıdığı gerilimle
doğan bir bireyleşme eylemidir. Yani karar, yalnızca bir içerik seçimi değil;
ilişkisel bağlamda kendilik-inşasına katılım ve fark üretme kapasitesidir.
Bu
perspektife göre bireyin iç dünyası da dış çevreyle sürekli alışveriş içinde
olan açık bir sistemdir. Düşünceler, duygular ve kararlar, sadece içsel
mekanizmaların değil, ilişki içindeki etkileşimlerin ürünüdür. Bu bağlamda
psikolojik özgürlük, karar verebilme becerisiyle sınırlı olmayan; ilişki içinde
fark yaratabilme ve bu farkla birlikte dönüşebilme kapasitesiyle tanımlanır.
Bu
yaklaşım, klinik psikoloji, gelişim psikolojisi, sosyal psikoloji gibi birçok
alanda dönüştürücü bir potansiyel taşır. Örneğin, psikolojik bozuklukları
yalnızca bireyin içsel patolojileri olarak değil, ilişkisel alanlardaki
bozulmalar, bastırılmış farklar ya da fark yaratamama durumları olarak
yorumlamak mümkündür. Bu durumda terapi, bireyin içsel tutarlılığını yeniden
kazanmaktan çok, ilişkisel farkındalığını artırmak, yaratıcı fark üretimini
desteklemek ve yeni ilişkisel alanlara açılmasını sağlamak olarak yeniden
tanımlanır.
İlişkisel
özgürlük modeli, bireyin karar süreçlerini yalnızca rasyonel tercihlere ya da
duygusal dürtülere bağlamaz. Bunun yerine karar, bireyle çevresi arasında
örülen etkileşimli bir fark alanında, her iki yönlü gerilim ve etkileşimle
açığa çıkan yaratıcı bir süreçtir. Psikoloji, bu modelle birlikte sadece bireyi
çözümleyen değil, bireyin ilişkisel varoluşunu fark eden, destekleyen ve
dönüştüren bir bilim hâline gelir.
Sonuç
Klasik
özgürlük anlayışları, ya bireyin tümüyle belirlenmiş nedenlere tabi olduğunu ya
da nedensellikten bütünüyle bağımsız bir iradeye sahip olduğunu varsayarak
özgürlük sorusunu çözmeye çalışmışlardır. Ancak bu yaklaşımlar, kararın
doğasını ya indirgemeci bir determinizme ya da metafizik bir öznelciliğe teslim
eder. Bu çalışma, bu iki uç arasında üçüncü bir yol olarak ilişkisel özgürlük
anlayışını ileri sürmüştür.
İlişkisel
özgürlük, kararın ne yalnızca bireye ne de yalnızca çevreye ait olduğunu;
kararın, birey ile çevre arasındaki ilişkisel gerilimde, farkın ortaya çıktığı
anda beliren bir oluş olduğunu savunur. Bu oluş, ne sabit bir öznenin eylemidir
ne de dışsal etkenlerin sonucu. Aksine, karar; süreçsel, fark yaratıcı, geri
beslemeli ve dönüşümsel bir bireyleşme alanıdır. Bu bakış açısı, hem etik hem
hukuk hem politika hem de psikoloji alanlarında özgürlük kavramına dair köklü
dönüşümler önermektedir.
Karar
süreci burada transdüktif bir yapıya sahiptir: önceden belirlenmiş sabit
kimliklere ya da mutlak nedenlere değil, ilişkilerin dinamiğinde beliren
farklara dayanır. Bu farklar hem bireyi hem bağlamı dönüştürür. Özgürlük, bu
dönüşümde aktif olarak yer alma, ilişkisel katılım gösterme ve farkı
taşıyabilme kapasitesidir.
Bu
çalışma boyunca özgürlüğü bir “eylem” değil, bir “ilişki içindeki fark
yaratımı” olarak kavramsallaştırdık. Sorumluluğu bireyin tek başına üstlendiği
bir yük olarak değil, ilişkilerin ortaklaşa taşıdığı bir dönüşüm imkânı olarak
düşündük. Adaleti yalnızca hakkın dağılımı değil, farkın tanınması ve ilişki
alanlarının onarımı olarak yeniden çerçeveledik. Psikolojiyi bireyin içsel
süreçlerine indirgemek yerine, bireyin fark yaratıcı etkenliğini vurgulayan bir
bakışla yeniden ele aldık.
Sonuç
olarak, ilişkisel özgürlük, kararın yalnızca bir tercih değil, bir oluş;
yalnızca bir irade değil, bir fark; yalnızca bir hak değil, bir katılım
olduğunu ortaya koyar. Bu model, özgürlüğü bireyde değil, ilişkinin kendisinde,
yani hayatın akışında, karşılaşmalarda ve dönüşümlerde bulur. Ve belki de en
önemlisi: bu model, bizi sadece özgür olmaya değil, fark yaratmaya ve bu farkı
birlikte taşımaya davet eder.