İnsanoğlu, tarihinin bir noktasında, belki doğayı gözlemleyerek, belki ölen atalarından ya da belki de rüyalarda beliren atalarından esinlenerek ölümden sonra sonsuz yaşam fikrini oluşturdu. Bunun sebebi, insanoğlunun başına gelen en büyük bela olan FARKINDALIK idi; ÖLECEĞİMİZİN FARKINDAYDIK ve bu bizim için büyük bir yük oldu. Bu yükü hafifletmek adına, ölümden sonra sonsuz bir yaşam kurguladık ve o andan itibaren, tek ve biricik olan YAŞAM'ın bir armağan olduğunu unuttuk. Adaleti, mutluluğu, huzuru dolayısıyla YAŞAMAYI ölümden sonraya bıraktık. Buna paralel olarak, öldükten sonraki yaşam için BU DÜNYADA HAYATTA KALMAYI VE YAŞAMAMAYI tercih ettik.
Bu düşünce, bu dünyada adaletin tesisine engel oldu; insanların yaşamasına, sevişmesine, bir kadeh rakı içmesine engel oldu. Doğa tarafından verilen en büyük armağan olan yaşamın ziyan olmasına ve israf edilmesine sebep oldu. Çünkü insan, mutlak adaleti YAŞAMDAN sonraya erteledi; sevişmeyi YAŞAMDAN sonraya erteledi; İNSAN YAŞAMAYI YAŞAMDAN SONRAYA erteledi.
Halbuki, YAŞAM'ın insana verilmiş biricik ve tekrarı olmayan bir armağan olduğunu anlayabilseydik, ne başımızda hırsızlar, ne zalimler, ne de hak yiyiciler barınabilirdi. Yaşamayı ertelememizi isteyen, ama kendileri her türlü zevk-ü sefa içinde olan ruhban sınıfı var olamazdı. Hakikat tüccarları var olamazdı. Rüşvet alacak bir siyasetçi buna cesaret edemezdi. Çünkü o zaman, tekrarı olmayan bu YAŞAMI dibine kadar yaşamak isteyecek ve kimsenin yanına kar kalmasına müsaade etmeyecektik. Firavunlar fare, krallar soytarı olacaktı. Ebu Zer el-Gıfârî'nin dediği gibi, o zaman geceyi aç geçiren sabaha kılıcına davranacaktı. O ZAMAN YAŞARKEN YAŞAMAK GEREKTİĞİNİ, ÖLDÜKTEN SONRA YAŞANMAYACAĞINI ANLAYACAKTIK!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder