7 Ekim 2025 Salı

İLİŞKİSEL AHLAKIN DÖRT İLKESİ

 

1-OLMAK: ONTOLOJİK AÇIKLIK İLKESİ

Ahlak çoğu zaman normlar, yasalar ve görevlerle tanımlanır. Bu tanımlar, ahlakı dışsal bir düzen olarak görür  sanki insan, kendisine dışarıdan dayatılmış bir kurallar sistemine uymakla “iyi” olurmuş gibi. Oysa ahlak, dışsal bir yükümlülük değil, varlığın kendi içkin açıklığıyla mümkün olan bir katılım biçimidir.

Marcel, modern insanın krizini “sahip olmak” ile “olmak” arasındaki gerilimde görür. Modern insan, varlığını sahip oldukları üzerinden tanımlar: bilgiye sahip olmak, bedene, güce, nesneye, hatta sevgiye bile sahip olmak ister ve mevcut ahlakta bundan dolayı sahip olmak üstüne kurulmuştur yani muhafaza etmek üzerine. Ama “sahip olmak”, insanı varoluşun özünden, yani “olmak”tan koparır. Çünkü sahip olmak, ayrıştırır ve kapatır; oysa olmak, birlikte var olmanın açıklığıdır.

Marcel için “olmak”, bir mülkiyet biçimi değil, bir katılım deneyimidir (participation). İnsan, varlığına anlamı ancak başkasıyla kurduğu ilişkide bulur. “Olmak” demek, ötekinin varlığına açık olmak, onu yalnızca bir nesne olarak değil, bir “Sen” olarak tanımaktır. İşte bu açıklık, hem ontolojik hem etik bir köktür.

Benim bakış açımda ise “olmak” tam bu noktadan başlar: varlığı özsel bir sabite olarak değil, ilişkisel bir açıklık hâli olarak düşünür. Marcel’in “katılım olarak olmak” fikri burada daha geniş bir düzleme taşınır: artık sadece insanın ötekiyle ilişkisi değil, evrendeki her varlığın, her gerçekleşmenin temel kipidir bu açıklık.

a) Olmak Bir Durum Değil, İlişkisel Bir Katılımdır

Klasik metafizikte “olmak”, Aristoteles’ten beri hep bir öz taşır: töz, kendinde var olandır. Oysa Marcel bu tanımı kırar. Ona göre varlık, kendinde değil, ilişkide vardır. İnsan, yalnızca başkasına açık olduğu sürece “olur.” Bu düşünceyi benim felsefemde evrensel bir düzleme taşımak mümkündür: bir varlık, yalnızca ilişkiye girdiğinde var olur; çünkü ilişki, varlığın formu değil, kendisidir.

Bu durumda “olmak”, sahip olmak değil; kendinden çıkabilmektir. Açıklık, bir tür ontolojik geçirgenliktir: varlık kendi sınırlarını geçirgen kıldığında, farkı duyabilir ve ona yanıt verebilir. Bu açıklık, Marcel’in “katılım” dediği şeyi kozmik bir yasaya dönüştürür. Oluş, içkin bir açıklıktır: kapanmak değil, farkla birlikte genişleyebilmektir.

b) Ahlakın Başlangıcı: Açıklık

Marcel’de “olmak”, yalnızca varoluşsal bir duyarlılık değil, etik bir zorunluluktur. Çünkü kapanmış bir varlık ne ötekini duyabilir ne de ona yanıt verebilir. Ahlakın ilk kıvılcımı, buyruğa değil, açıklığa dayanır. Ahlak, ötekinin varlığını fark etme ve ona alan açma hareketiyle başlar.

Benim ilişkisel düşüncende bu açıklık daha da köklü bir anlam kazanır: açıklık yalnızca etik bir niyet değil, varlığın ontolojik koşuludur. Kapalı bir varlık, yalnızca kendi döngüsünde kalır; açık olan ise farkla karşılaşır, dönüşür, bilgi üretir, yeni bir gerçekleşme meydana getirir. Bu nedenle “olmak”, sadece iyi olmanın koşulu değil, var olmanın biçimidir.

c) Olmak ve Özgürlük Arasındaki Bağ

Marcel için özgürlük, “her şeyi yapabilmek” değildir; çünkü bu, yine sahip olmanın dilidir. Gerçek özgürlük, varlığın kendi açıklığıyla, yani ötekiyle ilişki kurabilme kudretiyle ilgilidir. Benim felsefemde bu düşünce ontolojik bir yasaya dönüşür: kapalı olan özgür değildir. Kapalı olan yalnızca kendi tekrarında yaşar; açık olan farkla karşılaşır, bu karşılaşmada kendini yeniden kurar.

Olmak, bu yüzden özgürlüğün ontolojik zemini olur. Özgürlük, açıklığın bilinçli sorumluluğudur. Bir varlık ne kadar açık, yani ilişkisel ise, o kadar özgürdür. Çünkü açıklık fark yaratır, fark da dönüşüm alanı doğurur. Özgürlük, bu farkın bilincine olabilmektir.

d) Olmak ve Sorumluluk

Marcel, “olmak”ı sevgiyle ve sadakatle ilişkilendirir. “Sahip olunan” şeyin kaybı korku yaratır; “olunan” şeyin dönüşümü ise sorumluluk. Benim yorumunda ise bu sorumluluk yalnızca kişiler arası değil, ontolojik bir nitelik taşır. Açıklık, ötekinin varlığını kendi alanına dahil etmektir — ama bu dahil etme, sahip olma değildir; aksine, etkileşimsel bir açıklıktır.

Varlık açık hale geldiğinde yalnız kalamaz. Her eylem bir dokunuştur, her dokunuş bir fark yaratır. Bu yüzden “olmak”, ilişkide bulunmanın ve dönüşmenin sorumluluğudur. Ahlaki varlık, eylemini başkalarından soyutlayarak değil, onlarla birlikte kurarak gerçekleştirir. Olmak ve sorumluluk, hem özgürlük hem de etik bir yüktür; çünkü olmak ve sorumluluk, hem ötekine alan açmakla mükelleftir hem de kendinin dönüşeceğini kabul eder.

e) Ontolojik Ahlakın İlkesel Tanımı

Olmak, varlığın kendini kapatmaması, farkla ilişki kurabilmesi, dokunmaya, dönüşmeye ve birlikte olmaya açık hale gelmesidir. Bu ilke, ilişkisel ahlakın ilk adımıdır. Çünkü ahlak, ancak açıklıkta mümkündür; kapanmış bir varlıkta ne iyilik, ne fark, ne de özgürlük doğabilir.

Olmak, etik bir görev değil, ontolojik bir gerekliliktir. Marcel’in “katılım olarak olmak” anlayışı, benim ilişkisel felsefemde evrenin kendi yapısına dönüşür. Artık yalnızca insan değil, her varlık, açıklığı oranında ahlakidir; çünkü açıklık, evrendeki her ilişkinin etik potansiyelidir.

Her ahlaki eylemin kökü, önce “olmak” cesaretindedir: kendini açabilmekte, dokunmaya izin verebilmekte ve farkı duymaktan korkmamaktadır.

f) Sonuç: Olmanın Ahlakı

Marcel’in “olmak” anlayışı, sahip olmanın kapanıklığını aşarak, insana katılımsal bir açıklık kazandırır. Benim ilişkisel ontolojimde bu açıklık, artık evrensel bir yasaya dönüşür. Ahlak, varlığın bu açıklığında doğar. “Olmak”, yalnızca insanın ahlaki sorumluluğunu değil, varoluşun etik yapısını da belirler.

Sahip olmaya dayalı sistemler ahlakı mülkiyetle karıştırır; oysa gerçek ahlak, yalnızca varlıkların birbirine açık olduğu yerde mümkündür. Bu yüzden “olmak”, sadece bir varoluş biçimi değil, aynı zamanda bir ahlaki kiptir.

Kapanmak yalnızlıktır; açılmak, birlikte var olmaktır.
Ve birlikte var olmak, ahlakın ilk nefesidir.

2-FARK: ETİK TANIMA İLKESİ

Fark, ilişkisel ontolojinin kurucu ilkesidir: varoluş, sabit ve yalıtık özlerden değil, ilişkiler ağında beliren farklılıkların dinamik örgüsünden doğar. Bu nedenle etik, özdeşliğin korunmasında değil, farkın kabulünde başlar. İyilik, tekil durumlarda iki farkın birbirini bastırmadan tanıyıp birlikte var olma cesaretidir; kötülük ise farkı tehdit sayarak bastırma, yok etme ya da asimile etme yönelimidir. Böyle bakıldığında etik, aşkın normların değil, karşılaşmaların; kötülük ise bireysel niyetlerin değil, ontolojik kapanmaların meselesi olur. Farkı duymak, yalnızca hoşgörü değil; karşılıklı tanıma ve dönüşme iradesidir. Çünkü varlık, ilişkiselliğinde anlam bulur; ilişki ise farkla mümkündür.

a)Farkın Ontolojik Değeri ve Etik Başlangıç

Fark, var olanı tanımlar ve sınırlarını kurar; dolayısıyla epistemolojik bir sınıflama değil, ontolojik bir gerekliliktir. Fark olmadan hiçbir şey gerçekleşmez.; gerçekleşme olmadan etik mümkün değildir. İlişkisel ontolojiye göre bireyleşme, sabitlikten değil, farkın iç gerilimlerinden ve dönüşüm olanaklarından doğar. Bu yüzden iyilik, başkasının varoluşsal özgüllüğüne saygı duyma ve onunla eş düzlemde ilişkiye girme pratiğidir. Buradaki “kabul”, bir tolerans jesti değil; tahakküm ilişkisini reddeden eşitlikçi bir karşılaşma iradesidir. Farkı kabul etmek, hem etik bir yükümlülük hem de varlığa saygının ifadesidir: “Varlık, farkların birbirini tanıyarak ördüğü bir ağdır”; iyilik, bu ağı koruyan ve genişleten bir yönelimdir.

b) İyilik: Farkın Kabulü Olarak İlişkisel Etik

İyilik, sabit normlara indirgenemeyecek kadar dinamik ve durumsal bir etik yönelimdir. İyinin ölçütü, karşılaşmanın tekilliğinde iki farkın birbirine alan açabilmesidir. Bu, ne tarafların benzerliğe zorlandığı bir sentez yani asimilaysaon ne de mesafeli bir “katlanma” hâlidir; diyalojik açıklık ve karşılıklı dönüşebilirliktir. Benim örneğimde olduğu gibi, bir ateist felsefeci ile dindar fizikçinin varlık üzerine tartışırken karşılıklı hayranlık ve saygı geliştirip birlikte sempozyum kararı alması, farkın kabulünün pratik bir ifadesidir: kimse inancını bırakmaz; ama herkes ötekinin anlam dünyasını var olmaya layık görür. Bu, “epistemik-etik ortak zemin”dir: anlaşma değil, anlama ve birlikte yaşama iradesi. Sonuçta iyilik, bir davranış kalıbı değil, bir varoluş tarzıdır: farkla birlikte yaşayabilme, onunla anlamlı ilişkiler kurabilme ve bu ilişkide kendini de dönüştürebilme cesareti.

c) Kötülüğün Ontolojisi: Farkın Bastırılması

Kötülük, aşkın bir güç ya da sırf bireysel sapma değil; farkla ilişki kuramayan ontolojik bir duruştur. Fark tehdit sayıldığında bastırma, yok etme, asimilasyon döngüsü işler. Bu, yalnızca etik ihlal değil, gerçekleşmenin kesilmesidir: farkın bastırılması bireyleşmeyi durdurur, farklılığı tektipliğe zorlar ve yaşamı tek tipleştirir. Kötülük burada bir “niyet”ten çok, ilişkisizliğin rejimidir: tek yönlü özne–nesne hiyerarşileri, aşkın belirlenimler ve sahte ilişki formları (temasın baskı ve kontrol olarak kurulması) kötülüğün gündelik işleyişidir. Ontolojik düzeyde kötülük, yalnızca bir varlığı değil, onunla birlikte mümkün olan bir dünyayı da yok eder.

d) Kötülüğün Üç Biçimi: Bastırma, Yok Etme, Asimilasyon

Bastırma, farklı olanın görünmezleştirilmesi ve marjinalleştirilmesidir; ifade alanlarının daraltılması, temsiliyetin engellenmesi, yapısal eşitsizlikler, medya ve hukuk yoluyla kültürel sessizleştirme.
Yok Etme, farkın fiziksel ya da sembolik olarak ortadan kaldırılmasıdır; soykırım, nefret cinayetleri, siyasi infazlar gibi çıplak şiddet biçimleri.
Asimilasyon, farkın tanınıyor gibi yapılıp egemen normda eritilmesidir; tek dil, tek kimlik, tek din dayatan eğitim, medya ve hukuk politikalarıyla farkın “zararsızlaştırılarak” yok edilmesi.
Bu üç biçim sıklıkla iç içe işler: bastırma, yok etmenin eşiğidir; asimilasyon, bastırmanın rafine aracıdır. Hepsi, farkla ilişkiye giremeyen kapalı ontolojilerin semptomudur.

e) Tarihsel İfşalar: Yapısal Kötülüğün Somutluğu

Kötülük soyut değil, kurumsallaşabilir bir gerçekliktir. Nazi Almanyası’nda Holokost, “toplumsal saflık” ideolojisiyle farkın imhasını programlaştırdı. Amerika kıtasında yerli halklara yönelik yok etme ve kültürel asimilasyon birlikte yürüdü. Çin’in Kültürel Devrimi, farklı düşünce ve gelenekleri hafızasıyla birlikte silmeyi hedefledi. Güncel cinsiyet temelli şiddet ve kadın cinayetleri, farkı norm sapması diye cezalandıran ataerkil düzenin sürdürülebilir şiddetidir. Bu örnekler, kötülüğün niyetle değil, farkı reddeden yapı ve pratiklerle işlendiğini gösterir.

f) Sahte Farklar: Patoloji ve İktidar Kılığındaki Fark

Gerçek fark, karşılıklı açıklık ve dönüşebilirlik üretir; şiddet ve tahakküm içermez. “Sahte fark” ise eleştiriye kapalı, kendini mutlaklaştıran ve fark kisvesiyle ötekini ezen kimlik formudur. “Benim farkım” diyerek dışlayan, bastıran tutum, farkı ilişki zemini olmaktan çıkarıp üstünlük aracına çevirir. İlişkisel etik, farkı tanımak kadar, sahte fark temsillerini de eleştirel bilinçle ifşa etmeyi gerektirir. Gerçek etik açıklık, yalnızca ötekine açılmak değil; bu açıklığın sorumluluğunu taşımaktır.

g) Etik Tanıma İlkesinin Tanımı

Fark: Etik Tanıma İlkesi, varlığın başkasını bastırmadan tanıyabilmesi ve özdeşleştirmeden ilişki kurabilmesi yetisidir. İyilik, farkın kabulü; kötülük, farkın inkârıdır. Etik ilişki, hoşgörü değil; karşılıklı alan açma ve birlikte dönüşme iradesidir. Bu ilke şunu söyler:
“İyi, farkın bastırılmasında değil, farkın tanınmasındadır.”
Ve şunu ekler: Özgürlüğün cömertlik borcu vardır. Özgürlük, kendini kapatmak değil; farkla ilişkiye cömertçe açılmaktır.

h) Sonuç: Farkla Yaşamak – İyilik ve Kötülüğün Eşiği

Etik bir gelecek, farkın tehdit değil imkân sayıldığı zeminde mümkündür. Kötülük, farkı yok sayan kapalı sistemlerin, aşkınlıkların ve mutlaklık taleplerinin sonucudur; iyilik, farkla birlikte var olmayı mümkün kılan açıklığın ve çoğulluğun pratiğidir. Farkla yaşamak, yalnız etik bir görev değil, varoluşsal bir sorumluluktur: çünkü bir başkasının farkını reddetmek, yalnız onu değil, onunla birlikte mümkün olan bir dünyayı da ortadan kaldırmaktır. İyilik, başkasına yer açma; onunla birlikte dönüşebilme; farkı tanırken kendini de dönüştürmeye gönüllü olma cesaretidir. Bu cesaretin olduğu yerde etik canlı kalır; ve en nihayetinde anlarız ki: bizim aynılığımız, farklılığımızda yatmaktadır.

3-ÖZGÜRLÜK: ETİK SORUMLULUK İLKESİ

a) Özgürlük: Sorumlulukla Var Olmak
Ahlakın üçüncü ilkesi olan özgürlük, insanın yaptıklarının farkında olmasından ve bu farkındalığın yüklediği sorumluluğu omuzlarında taşımasından doğar. Özgürlük, sınırların olmaması değil, sınırların farkında olma ve bu farkındalığın yüklediği etik sorumluluğu kabullenme hâlidir. Gerçek özgürlük, bir eylemin etkisini bilmek ve bu etkinin sorumluluğunu taşımaktır. İnsanı özgür kılan şey irade değil; iradesinin doğuracağı sonuçları bilme, onları dönüştürme ve bu farkındalığın getirdiği yükü kabul etme kudretidir. Bu nedenle özgürlük, yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir etik yükümlülüktür. Bir varlık özgür oldukça fark yaratır; fark yarattıkça da dönüşümün ağırlığını hisseder. Özgürlük bu yüzden bir ayrıcalık değil, sorumluluktur.

b) Özgürlük Sınırsızlık Değil, Farkındalıktır
Klasik düşünce özgürlüğü, hiçbir engel olmadan istediğini yapabilme durumu olarak tanımlar. Oysa ilişkisel felsefe bu tanımı tersine çevirir: gerçek özgürlük, bağımsızlıkta değil, farkındalıkta yatar. Çünkü insan, öz-bilinçli bir varlıktır; yaptığı her eylemin bir ilişki doğuracağını bilir. Her karar, görünmez biçimde başka varlıkların alanına dokunur. Bu nedenle özgürlük, ilişkisizlikte değil, ilişkinin bilincinde olmada anlam kazanır. Özgürlük, farkın varlığını hissetmektir; eylemin sınırını, etkisini ve yankısını duymaktır. Sınırsızlık bir tür körlüktür; farkındalık ise özgürlüğün etiğe dönüştüğü yerdir.

c) Ormandaki Mangal ve Etik Seçim
Bir örnek üzerinden düşünelim. Issız bir ormanda kimsenin bizi görmediği bir yerde mangal yapma özgürlüğüne sahibizdir. Ancak bu özgürlük, öz-bilinçle birleştiğinde bir etik sorumluluk alanı açar. Çünkü biliriz ki orada yakacağımız küçük bir ateş bile ormanı yakabilir, canlıların yaşamını yok edebilir, doğanın dengesini bozabilir. İşte bu farkındalık anı, özgürlüğün etikleştiği andır. Mangal yapmamayı seçtiğimizde bir şeyi reddetmiş olmayız; tam tersine, varoluşun bütünüyle ilişkimizi onarmış oluruz. Farkı tanır, doğaya zarar vermemeyi seçeriz. Bu “yapmama” eylemi, özgürlüğün en yüksek biçimidir; çünkü eylemsizlik burada pasiflik değil, farkın bilincidir. Gerçek özgürlük, her şeyi yapabilmek değil, yapmamanın anlamını kavrayabilmek, sorumluluğu iliklerimize kadar hissedebilmektir.

d) Özgürlük ve İlişkisellik
İlişkisel felsefede özgürlük, izolasyon değil etkileşimdir. Her eylem bir ilişki yaratır; her ilişki de bir sorumluluk doğurur. Bu nedenle özgürlük, başkasının özgürlüğünü kısıtlamak değil, onun varlık alanını fark etme sorumluluğudur. Özgürlük, ötekinin varoluşuna alan açabilmektir. Ötekinin varlığı, bizim özgürlüğümüzün sınırlarını belirleyen etik bir fark alanı oluşturur. Bu sınır bir engel değil, bilincin aynasıdır. Bir varlık, kendi özgürlüğünün başkasına dokunduğunu fark ettiğinde, etikleşir. Böylece özgürlük, bireysel bir ayrıcalıktan çıkar, varoluşun ortak bir biçimine dönüşür.

e) Özgürlük ve Bilinçli Karar
Özgürlük, her istediğin kararı verebilmek değildir, verdiğin kararın bilincinde olmak ve sorumluluğunu taşımaktır. Eğer özgürlüğü her istediğini yapabilmek yada her istediği kararı verebilmek olarak tanımlıyorsak “Caligula “ bu gezegendeki en özgür adamdır. Bir karar, eylemin sonuçları bilinerek alındığında etik bir değere kavuşur. Karar, bilginin sorumluluğa dönüştüğü andır. İnsan, seçtiği şeyin dünyada nasıl bir fark yaratacağını bildiği ölçüde özgürdür. Dolayısıyla özgürlük, her istediğin kararı verebilme kudreti değil, verilen kararın yada yapılan seçimin doğurduğu sorumluluğu taşıyabilme cesaretidir. Bilinçsiz özgürlük rastlantısaldır; bilinçli özgürlükse dönüşümseldir. Bu yüzden özgürlük, yalnızca iradenin değil, farkındalığın ürünüdür.

f) Özgürlüğün Ontolojik Anlamı: Açıklığın Dönüşümü
Ontolojik düzlemde özgürlük, varlığın açıklığıdır. Kapalı bir varlık özgür olamaz; çünkü farkla temas edemez. Açıklık, farkı duyabilme ve ona yanıt verebilme yetisidir. Özgürlük, “kendinde kalma” değil, “ilişkiye açılma” hâlidir. Bir varlık özgürleştikçe açıklığa kavuşur; açıklığa kavuştukça da etikleşir. Bu nedenle özgürlük yalnızca politik değil, aynı zamanda ontolojik bir ilkedir. Varlığın özgürlüğü, onun geçirgenliğiyle, yani farkı duyabilme kapasitesiyle ölçülür.

g) Sonuç: Özgürlük Bir Hak Değil, Bir Ahlak Biçimidir
Özgürlük, yapılabileceklerin sınırını genişletmek değil, yapılmaması gerekenin anlamını kavrayabilmektir. Gerçek özgürlük, iradenin değil, iradenin etkisinin bilincidir. Bu nedenle özgürlük, bir mülkiyet değil, bir ilişkiselliktir; bir ayrıcalık değil, bir ahlak biçimidir. Özgürlük, insanı dünyadan koparmaz, tam tersine ona daha derin bir bağla bağlar. Her özgür eylem bir fark yaratır, her fark bir ilişki doğurur ve her ilişki bir sorumluluk çağrısıdır. Özgürlük, yalnızca “kendi için” değil, “başkasıyla birlikte” var olmanın adıdır. İnsanın en yüksek özgürlüğü, kendini sınırlama bilincidir; çünkü bu bilinç, hem varoluşun çoğulluğunu hem de etik bütünlüğünü korur.

KARAR: ÖZGÜR İRADE İLKESİ

Ahlakın dördüncü ilkesi olan karar, insanın sadece eyleyen değil, eyleminin bilincine varan bir varlık olmasını ifade eder. Karar, özgürlüğün en yoğun, aynı zamanda en sorumlu biçimidir. Çünkü karar anı, bilginin eyleme dönüştüğü, farkın sorumluluk aldığı, bilincin özgürlüğe taç giydirdiği andır. Bu nedenle karar, yalnızca bir tercih değil, varlığın kendini bilinçli biçimde gerçekleştirmesidir.

a) Klasik Tanımın Açmazı: Etkisizlik, İlişkisizlik ve İmkânsızlık

Özgür irade, felsefe tarihinin en kadim tartışma konularından biridir. Klasik tanıma göre özgür irade, herhangi bir içsel ya da dışsal etkiden bağımsız olarak karar verebilme yetisidir. Ancak bu tanım, yüzeysel bir cazibeye sahip olsa da, insana uygulandığında ciddi bir çelişki üretir. Çünkü insan her zaman doğanın yasaları, biyolojik yapısı, toplumsal bağlamı ve bilinçdışı süreçleriyle ilişki içindedir.

Herhangi etkiden bağımsız bir varlık düşünmek, aslında insanı insan yapan tüm boyutlardan soyutlamaktır. Dahası, tüm etkilerden bağımsız olmak, karar verememeyi de beraberinde getirir. Çünkü karar, her zaman bir bağlam, bir fark ve bir referans noktası gerektirir. Tamamen ilişkisiz bir durumda verilen karar mümkün değildir. Bu nedenle klasik tanım, özgür iradenin varlığını değil, özgür iradenin imkânsızlığını tarif etmektedir.

b) Yeni Bir Tanım: Bilinçli Sorumluluk

Bu açmazı aşmak için özgür iradeyi yeniden tanımlamak gerekir. Özgür irade artık “etkiden bağımsız bir seçme gücü” değil, “kararın bilincinde olma” durumudur.
Kısaca:

“Özgür irade, verilen kararın bilincinde olmaktır; yani bilerek karar vermektir.”

Bu tanım, seçimi reddetmez ama özgürlüğün özünü seçimde değil, bilincinde bulur.
Kararın bilincinde olmak, o kararın olası sonuçlarını da öngörmektir. Dolayısıyla özgür irade, kişinin kendi kararının farkında olmasından kaynaklı olarak, doğacak sonuçların sorumluluğunu üstlenebilmesidir. Bu tanım özgürlüğü, sorumlulukla çelişen değil, onu tamamlayan bir nitelik olarak yeniden temellendirir ve etik bir yük yükler. Sorumluluk olmadan özgürlük, boş bir soyutlamadır; bilinç olmadan sorumluluk ise mekanik bir zorunluluktur.

Özgür irade, işte bu ikisini birleştirir: bilinçli sorumluluk.

c) Nörobilimsel Destek: Bilincin Karar Sürecindeki Rolü

Bu yeni tanım yalnızca felsefi bir öneri değil, çağdaş nörobilim araştırmalarıyla da desteklenmektedir.

Haynes (2015), klasik Libet deneylerinin iddia ettiği gibi tüm kararların bilinçten önce verildiği fikrine temkinli yaklaşır ve “veto süreci”ne dikkat çeker. İnsan, başlamış bir kararı bilinçli biçimde durdurabilir. Bu, bilincin pasif bir gözlemci değil, aktif bir müdahil olduğunu gösterir. Dolayısıyla özgür irade, sorumlulukla iç içe bir bilinç işlevi olarak kavranabilir.

Schurger et al. (2012), hazırlık potansiyelinin (readiness potential) bilinçten önce verilen kararın sinyali olmadığına dikkat çekmiştir. Onlara göre bu potansiyel, beyindeki rastgele nöral dalgalanmaların bir eşiği aşmasıyla ortaya çıkan birikimdir. Bu, özgür iradenin yokluğunu değil, beynin eyleme hazır olma durumunu ifade eder.

Shum (2024) ise kararın başlangıç potansiyelinin bilinçle doğrudan ilişkilendirilebileceğini göstermiştir. Bu bulgu, kararların yalnızca bilinçdışı süreçlerden doğmadığını, bilincin sürecin en başından itibaren etkin olduğunu ortaya koyar.

Bu araştırmaların tümü, özgür iradenin bir “anlık sıçrama” değil, bir bilinçli süreç olduğunu desteklemektedir. Ancak unutulmamalıdır ki nörobilim, mutlak doğrular değil, eğilim ve yorumlar sunar; bu nedenle bu veriler felsefi olarak yorumlanmalıdır.

d) Özgür İrade Bir Süreçtir

Özgür irade, tek bir anlık seçim değil, bilinçli sorumlulukla işleyen bir süreçtir. Bu süreç üç aşamalı biçimde düşünülebilir:

  • Başlangıç (Niyet): Kararın doğuşu bilinçle yönlendirilebilir.
  • Sürdürme (Karar): Eylem seçilirken kişi sürecin farkındadır.
  • Veto (Durdurma): Süreç devam ederken bilinç gerekirse müdahale edebilir.

Bu üçlü yapı, özgür iradeyi soyut bir mutlaklık olmaktan çıkarır; somut, farkındalığa dayalı bir ilişkisel süreç hâline getirir. Karar artık yalnızca “seçmek” değil, bilerek seçmek, farkın sonuçlarını gözeterek eylemde bulunmaktır.

e) Karar: Bilinçli Özgürlük İlkesi

Bu perspektiften bakıldığında karar, bilincin özgürlüğe dönüşmesidir. Özgürlük, rastgele seçim değil, sorumluluktur. Karar, farkın eyleme dönüşmüş hâlidir  bilmekle olmak arasındaki köprüdür.
Gerçek karar, bilgiyle sorumluluğu, farkla özgürlüğü birleştirir. Bu nedenle “Karar: Bilinçli Özgürlük İlkesi”, yalnızca bir etik ilke değil, aynı zamanda bir ontolojik açıklıktır. Varlık, kendi kararlarının bilincine vardığı ölçüde sorumluluğu artar.

f) Sonuç: Özgürlük Bilinçtir, Bilinç Sorumluluktur

Sonuç olarak, özgür irade herhangi etkiden bağımsız olma hali değildir. İnsan, her zaman ilişkiler, farklar ve etkiler ağı içinde var olur. Gerçek özgürlük, bu ağın bilincinde olmaktır. Özgür irade, bu ağ içindeki kararlarının bilincinde olmak, olası sonuçlarını öngörmek ve bu sonuçların sorumluluğunu üstlenmektir.

Kısacası:

Özgür irade = Verilen kararın bilincinde olmak, bilerek karar vermek ve sorumluluğunu  üstlenmektir.

İLİŞKİSEL AHLAKIN SONUÇ BÖLÜMÜ

1) Ontolojik Zemin: “Olmak” Açıklığı
İlişkisel ahlakın kökü “olmak”ta, yani varlığın içkin açıklık kipinde yatar. Marcel’in “katılım olarak olmak” sezgisinden genişleterek: varlık, kendini ancak ilişkiye açtığında kurar; kapalı varlık etik taşımayan, yalnızca tekrar eden bir düzenek hâline gelir. Dolayısıyla ahlak, dışarıdan dayatılan bir buyruk değil, varlığın açıklığıyla mümkün olan bir katılım biçimidir. Açıklık, başkasını “nesne” değil “Sen” olarak tanıyan ve temasın dönüşümünü göze alan ontolojik geçirgenliktir.

2) Kurucu İlke: “Fark”ın Tanınması
Açıklığın ilk etik sınavı, fark karşısında verilir. Varlık, farkla örülür; ilişki farkla mümkündür. Bu yüzden iyilik, farkın bastırılmadan tanınması ve birlikte dönüşüme alan açılmasıdır; kötülük ise farkın bastırılması, yok edilmesi ya da asimile edilmesidir. Sahte fark, üstünlük ve tahakkümün maskesidir; gerçek fark ise karşılıklı açıklık ve dönüşebilirlik üretir. Etik, aşkın normların değil, karşılaşmaların tekilliğinde kurulur.

3) Etik Dinamik: Özgürlüğün Sorumluluğu
Açıklık ve fark, özgürlüğü salt “yapabilme” gücü olmaktan çıkarır; özgürlük, ilişkinin farkında olma ve etkisini üstlenme kapasitesidir. Özgürlük, sınırsızlık değil farkındalıktır; varlığın geçirgenliğidir. Her özgür eylem bir fark üretir; her fark bir sorumluluk çağrısıdır. Bu nedenle özgürlük, bir hak kadar bir borçtur: birlikte var olmanın açtığı etik yük.

4) Taçlandırıcı İlke: “Karar”ın Bilinçli Özgürlüğü
Özgürlüğün etikleştiği an karardır. Karar, bilginin eyleme, farkın sorumluluğa, açıklığın fiile dönüşmesi; “bilerek seçme”dir. Klasik “etkisizlik” özgürlük anlayışının aksine, karar bağlam içinde verilir ve bu yüzden anlamlıdır. Özgür irade, verilen kararın bilincinde olmak ve sonuçlarını üstlenmektir. Bu, nörobilimsel açıdan da (niyet–sürdürme–veto döngüsü) süreçsel bir yapıya işaret eder: özgür irade bir sıçrama değil, bilinçli sorumluluk sürecidir.

Dört İlkenin Korelasyonu: Etikten Ontolojiye Geri Besleme

  • Olmak → Fark: Açıklık, farkı duymayı mümkün kılar.
  • Fark → Özgürlük: Farkın tanınması, özgürlüğü keyfiyetten ayırıp ilişkisel farkındalık ve sorumluluk düzeyine taşır.
  • Özgürlük → Karar: Özgürlük, bilerek seçme ve sorumluluğu alma cesaretinde karara varır.
  • Karar → Olmak: Bilinçli karar, varlığın açıklığını yeniden kurar, “olmak” ilkesini güçlendirir.

Bu döngü tek yönlü değildir; her halka diğerini besleyen bir geri dönüş üretir. Yani ilişkisel ahlak statik bir ilkeler listesi değil, dairesel ve canlı bir oluş mimarisidir.

Kötülüğün Haritası: Kapanma Rejimi

  • Olmak kapanırsa: Ontolojik geçirgenlik biter, ilişki kuruma; ahlakın zemini çöker.
  • Fark bastırılırsa: İyilik imkânı kapanır, asimilasyon–yok etme döngüsü başlar.
  • Özgürlük keyfiyete indirgenirse: Sorumluluk yitirilir, güç seviciliği ve buna bağlı olarak ne istersem yaparım keyfiyeti oluşur.
  • Karar bilinçsizleşirse: Tepkiler ve alışkanlıklar “karar”ın yerini alır; etik kırılma oluşur.

Bu dört kapanma birlikte yapısal kötülük üretir: farkı reddeden, sorumluluğu yok sayan, bilinci edilgenleştiren rejimler.

Uygulama İlkeleri: Bireysel, Kurumsal, Kamusal

Bireysel pratik:

  • Günlük eylemler için “fark denetimi”: Kim/neyi etkiliyorum? Etkim, alan açıyor mu, daraltıyor mu?
  • Yapmama erdemi: Yapabilmek kadar, gerektiğinde yapmamayı bilmek (orman örneğindeki gibi).
  • Karar günlüğü: Niyet–sürdürme–veto aşamalarını bilinçle izleme.

Kurumsal pratik:

  • Fark-koruyucu tasarım: Eğitim/iş/medya politikalarında tekleştirici değil çoğullaştırıcı çerçeve.
  • Asimilasyon denetimi: Temsil, dil, erişim ve katılımda “tanıyorum ama eritiyorum” tuzaklarını ifşa.
  • Şeffaf sorumluluk: Karar mekanizmalarında etki analizi ve gerekçelendirme zorunluluğu.

Kamusal etik:

  • Hukuki çoğulluk duyarlığı: Tek model vatandaş yerine farkların eşit tanınması.
  • Şiddetsiz dil politikası: Bastırma ve damgalamayı çoğaltan söylemlere karşı “açıklık etiği”.
  • Ortak iyiyi, farkların birlikte yaşayabildiği alan olarak: yeniden tanımlama.

Ölçütler: İlişkisel Ahlak Testi (kısa kontrol listesi)

  1. Açıklık: Bu eylem başkasına alan açıyor mu?
  2. Fark: Farkı tanıyor ve koruyor mu, yoksa eritiyor mu?
  3. Özgürlük: Etkisini biliyor ve sorumluluğunu üstleniyor mu?
  4. Karar: Niyet–sürdürme–veto süreçleri bilinçle işletildi mi?

Dört “evet”, ilişkisel ahlakın asgari doğrulamasıdır.

Son Söz: Birlikte-Varlığın Etiği

İlişkisel ahlak, “olmak”ın açıklığını, “fark”ın tanınmasını, “özgürlük”ün sorumluluğunu ve “karar”ın bilinçli özgürlüğünü aynı yapıda birleştirir. Burada iyilik, farkla birlikte yaşayabilme cesaretidir; kötülük ise farkı bastıran kapanma rejimidir. Özgürlük, kendini kapatmak değil, cömertçe açılmaktır; karar ise bu açıklığın eylemde aldığı etik biçimdir. Sonuçta ahlak, dışsal buyrukların değil, birlikte-varlığın içkin ritmidir: açıklıkta doğar, farkta derinleşir, özgürlükte sorumluluk kazanır ve kararda dünyaya dokunur.

Bizim aynılığımız, farklılığımızda yatar; ve bu fark, açıklığın diliyle konuştuğunda, ahlak nefes alır.

 

İLİŞKİSEL AHLAKIN DÖRT İLKESİ

  1-OLMAK: ONTOLOJİK AÇIKLIK İLKESİ Ahlak çoğu zaman normlar, yasalar ve görevlerle tanımlanır. Bu tanımlar, ahlakı dışsal bir düzen olara...