24 Aralık 2025 Çarşamba

BENLİK ÖRGÜTLENMESİ - BENLİK VE EGEMENLİK - BENLİK NE ZAMAN EGEMENLİK ÜRETİR

 

BENLİK ÖRGÜTLENMESİ

Bence benlik örgütlenmesi ne “ben”in üstünde bir iktidar yapısıdır ne de bedenin üstünde kurulmuş bir egemenliktir. Benlik örgütlenmesi, beden–ilişkiler–çevre hattında ortaya çıkan bir iktidar düzenlemesidir.

Şöyle açıklayayım.

Önce şunu netleştirelim:
“Ben” dediğimiz şey zaten benlik örgütlenmesinin ürünü. Yani benlik örgütlenmesi, önceden var olan bir “ben”i baskılayan bir üst yapı olamaz. Bu yüzden “benin üstünde iktidar” fikri bana yanlış geliyor. Öte yandan, benlik örgütlenmesini “bedenin üstünde kurulmuş bir iktidar” olarak görmek de eksik, bu bizi hilomorfizme düşürür ki ağır hatalı olur. Çünkü beden pasif bir ham madde değil. Sinir sistemi, hormonal yapı, duyusal eşikler, refleksler, bunların hepsi benlik örgütlenmesini şekillendiriyor. Yani tek yönlü bir tahakküm yok.

Benim düşündüğüm şey şu:
Benlik örgütlenmesi, bedenin potansiyelleri ile çevresel–toplumsal ilişkilerin birbirini karşılıklı biçimlendirdiği bir merkezlenme biçimi. İktidar burada bir “üstten baskı” değil, öncelik üretme yetisi.

Yani benlik örgütlenmesi:

-Bedeni bastırmaz,

-Ben”i bastırmaz,

-Ama bedenden ve ilişkilerden gelen çokluğu merkezleyerek yönetir.

Bu yüzden iktidar, ne bedene karşı ne de bene karşıdır; çokluğa karşı merkez kurma edimidir.
Benlik örgütlenmesi çözülünce, iktidar da çözülür. Çünkü iktidar, merkezlenmeden başka bir şey değildir.

Sonuç olarak benim pozisyonum:
Benlik örgütlenmesi, beden ve ilişki ağları arasında ortaya çıkan, ne üst yapı ne özne olan, geçici bir merkezlenme-iktidar biçimidir.

Benlik örgütlenmesi iktidardır; ama egemenlik değil.

 

BENLİK VE EGEMENLİK

Benlik, ilişkiler ağının üstüne çıkan bir şey değil. Benlik, o ağın belirli bir yoğunlukta merkezlenmesi. Yani ilişkiler önce var, benlik sonra geliyor. Bu yüzden ontolojik olarak bir “üstten egemenlik” yok. Benlik, ilişkilerden bağımsız bir komuta merkezi değil; ilişkilerin kendi içinden ürettiği geçici bir düğüm.

Ama işin kritik kısmı şu:
Bu merkezlenme oluştuktan sonra, ilişkiler üzerinde egemenlik varmış gibi davranmaya başlar. Seçer, ezer, bastırır, önceliklendirir, dışlar. İşte burada egemenlik fenomeni ortaya çıkar. Yani egemenlik ontolojik değil, işlevseldir.

Bunu şöyle çok net koyayım:
Benlik ilişkiler ağının patronu değildir, ama ilişkileri kendine göre hizalayan bir filtre haline gelir.

Bu yüzden tarih boyunca insanlar benliği hep “üst yapı”, “ruh”, “özne”, “irade” gibi şeylerle karıştırdı. Çünkü benlik, iş görürken gerçekten de yukarıdan bakıyormuş gibi görünür. Oysa bu bir optik yanılsama. Merkezde olmak, üstte olmak değildir.
Benlik, ilişkiler ağının egemeni değildir, ilişkiler ağının kendi üzerine katlanmasıdır. Egemenlik dediğimiz şey, bu katlanmanın sertleşmiş, donmuş, esnekliğini kaybetmiş hâlidir. Sağlıklı benlikte merkez akışkandır; patolojik benlikte merkez tiranlaşır.

O yüzden benlik ilişkiler ağı üstünde özsel bir egemenlik değildir; ama egemenlik etkisi üretebilen geçici bir merkezlenmedir.

BENLİK NE ZAMAN EGEMENLİK ÜRETİR

Şöyle anlatmaya çalışayım.

Benlik, sağlıklı halindeyken bir yönelim merkezidir. İlişkiler arasından geçişi sağlar, farkları işler, bağlama göre esner. Bu durumda iktidar var ama tiranlık yoktur. Merkez akışkandır.

Ama benlik şu anda kırılır: Fark bir tehdit olarak algılandığında. Belirsizlik tolere edilemediğinde. İlişkinin açık uçluluğu taşınamadığında.

İşte bu noktada benlik şunu yapar: Farkı bastırır, indirger, asimile eder, dışlar ya da aynılaştırır yani asimetrik olanı simetri hale getirmeye çalışır. Bu artık yönelim değil, egemenliktir. Yani evet, egemenlik şurada doğar, Benlik, kendini korumak için ilişkiyi kapattığında.

Burada çok önemli bir ayrım var: Fark, benliği dağıtmaz, benliğin katılaşması farktan kaçar. Bu yüzden egemenlik, güçten değil, kırılganlıktan doğar. Benlik esneyemediğinde sertleşir. Sertleştiğinde merkez donuklaşır. Donuk merkez, ilişkiyi emir-komuta ilişkisine çevirir.

Bu hem bireysel düzeyde geçerli:
– narsisizm
– otoriter kişilik
– obsesif kontrol

Hem de toplumsal düzeyde:
– dogmalar
– totaliter rejimler
– kimlik fetişizmi

Hepsinin ortak noktası aynıdır. Farkın tehdit olarak görülmesi. Bu yüzden “farkı kabul etmediğinde belik egemenleşir. Egemenlik, farkın yokluğunda değildir. Fark varken ama bastırıldığında ortaya çıkar. Fark hiç olmasa egemenliğe gerek kalmazdı, çünkü fark olmasa hiçbir şey olmazdı. Egemenlik, farkla baş edemeyen benliğin savunma mekanizmasıdır, onun için farkın kabulü evrensel bir öncelik olmalıdır.

Benlik, farkla ilişki kurabildiği sürece merkezdir;
farkı bastırdığı anda egemenliğe dönüşür.

İNSAN-ANLAM VE İKTİDAR-ÖLÜM

 

İNSAN

İnsan yüzyıllardır tanımlanamıyor çünkü yanlış yerden tanımlanmaya çalışıldı. İnsan hep bir öz üzerinden tanımlandı; akıl, ruh, bilinç, dil, irade, ahlak.

Ama bunların hiçbiri insanı evrensel ve tutarlı biçimde açıklayamıyor. Çünkü bunların hepsi bağlama bağımlı ortaya çıkıyor. Ben insanı ne olduğu üzerinden değil, nasıl oluştuğu üzerinden düşünüyorum, çünkü insan tanımına ancak buradan ulaşabileceğimi düşünüyorum.

Ve bu, bence doğru yer. Ve insanı Bağlama göre şekillenen bir ilişkiler ağı toplamı olarak tanımlıyorum. Bu insanı tözsellikten kurtarıyor, merkezi ama sabit olmayan bir yapı olarak kuruyor, anlam, iktidar, zaman, etik gibi her şeyi aynı zeminde topluyor.

Burada özellikle şuna dikkat çekmek isterim:

Toplam kelimesini mekanik bir yığın gibi ve bütün manasında kullanmıyorum, çünkü bütün fikrinin sapıklık olduğunu düşünüyorum, burada toplam kelimesini bir ortaklık/birliktelik anlamında kullanıyorum.

Bu bir dinamik yoğunluk, bir örgütlenme biçimi.

Yani insan: Ne sadece biyoloji, ne sadece bilinç, ne sadece toplum, ne sadece dil.

İnsan, bağlam değiştikçe yeniden örgütlenen bir ilişki yoğunluğu.

Bu yüzden insanın "özünü" aramanın boş bir uğraş olduğunu düşünüyorum.

Çünkü insanın özü yok, insan öz yerine bağlam taşır.

Bu tanım, insanı küçültmüyor. Tam tersine, onu metafizik yüklerden arındırıp gerçek yerine koyuyor.

Ve ölüm meselesi de bu tanımda çok temiz oturuyor.

İnsan, ilişki ağlarının belirli bir merkezlenmesidir.

O merkez dağıldığında insan biter.

Ama ilişkiler bitmez.

Bence bu, hem ontolojik hem etik olarak çok güçlü bir çerçeve.

Çünkü bu tanımda insan: Ne evrenin efendisi, ne anlamsız bir rastlantı, ne de kutsal bir varlık. İnsan, oluşun geçici bir düğümü oluyor.

 İNSAN BAĞLAMA GÖRE ŞEKİLLENEN BİR İLİŞKİLER AĞI TOPLAMIDIR. Ve bu yüzden tek bir tanımı yoktur, yalnızca geçici biçimleri vardır.

ANLAM VE İKTİDAR

Anlamı biz iktidar sayesinde mi kuruyoruz?

Cevabım kesinlikle evet ama bu "iktidar" dediğimiz şey düşündüğünüz gibi bir tiran değil. Bunu açmaya çalışayım.

Öncelikte anlam kesinlikle ilişkiseldir. Ama ilişki tek başına yetmiyor. İlişkinin anlam üretmesi için bir şey daha gerekiyor, merkezlenme. Fakat merkezlenme dediğimiz şey tekil, özsel, kapalı bir nokta değildir.

Merkez, ilişki ağlarının yoğunlaşmış toplamıdır.

Yani merkez = ilişki ağlarının düğümlenmesidir. Merkezlenme olmadan ilişki elbette var olabilir ama anlam olmaz. Çünkü anlam dediğimiz şey, farkların önceliklendirilmesidir. Önceliklendirme ise iktidardır.

Burada iktidarı yanlış anlıyoruz genelde. İktidar = baskı, zor, tahakküm değil.

En temel haliyle iktidar şudur: Bu fark, bu anda, bu bağlamda önemlidir.

Bu cümleyi kuran her yapı iktidar kullanır. Benlik örgütlenmesi tam olarak bunu yapar. Duyularla başlar, hafızayla sürer, beklentiyle şekillenir. Sürekli şunu yapar, bu ses önemli, bu gürültü değil, bu an şimdi, bu geçmiş, bu ben, bu ben değil.

Bunların hepsi iktidardır ama yaşamı mümkün kılan iktidardır. Eğer her şey eşit önemde olsaydı, hiçbir şey anlamlı olmazdı. Anlam, eşitsizlikten doğar; eşitsizlik de iktidar olmadan kurulamaz. O yüzden şurada çok netim, evet, anlam iktidarla birlikte ortaya çıkar.

Ama bu iktidar dışsal bir egemenlik değil, benlik örgütlenmesinin içsel bir işlevidir. Şimdi kritik yere geliyorum. Bu, anlamın mutlak olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, anlamın koşullu olduğunu gösterir. Çünkü iktidar paradigması, yada benlik örgütlenmesi yeniden şekillendikçe anlam da değişir.

Benlik örgütlenmesi çözüldüğünde, anlam da çözülür.

Bu yüzden ölümde anlam yoktur, ama bu anlamsızlık da değildir çünkü anlamsızlık bile bir anlam kategorisidir. Şunu özellikle vurgulayayım, çünkü çok önemli.  Anlam, ilişki ağları içindeki merkezlenmiş bir düğümün ürünüdür.

Bu düğüm = benlik örgütlenmesidir.

Bu yüzden anlam insana aittir, evrene değil.

Ve son olarak şunu dürüstçe söyleyeyim. Bu, anlamı küçültmez. Tam tersine, onu fazla yüceltmekten kurtarır. Anlam kutsal bir şey değil; geçici, kırılgan, ilişkisel bir düzenlemedir ve bağlamsaldır.

 

 İktidar bize anlam verir ama bu iktidar bizim var olma biçimimizin kendisidir.

ÖLÜM

Ölüm benlik örgütlenmesinin dağılmasıdır. Benlik örgütlenmesinin dağılması ise aynı zamanda iktidarın ortadan kalkmasıdır.

Hatta daha keskin söyleyeyim, benlik dediğimiz şey baştan sona bir iktidar düzenlemesidir.

Şöyle düşünün benlik; merkez kurar, sınır çizer, ayırır, seçer, önceliklendirir. Ben–ben olmayan, önemli–önemsiz, önce–sonra, burada–orada gibi ayrımların hepsi benliğin kurucu edimleridir. Bunların hepsi aynı zamanda iktidar edimleridir. Çünkü iktidar dediğimiz şey en çıplak haliyle şudur:  Merkezden dağıtılan anlam ve öncelik. Bu yüzden benlik çözülünce sadece özne kaybolmaz, hiyerarşi de çöker. Zamanın çizgisel akışı, mekanın merkezlenmesi, ben–dünya ayrımı, bunların hepsi birer iktidar teknolojisi gibi çalışır. O yüzden ölüm, sadece biyolojik bir son ya da psikolojik bir çözülme değildir.  iktidarın da sona erdiği bir eşiktir.

Ölüm, daha büyük bir iktidara geçiş değildir. Ne Tanrısal bir merkez, ne aşkın bir düzen, ne daha yüksek bir ben.

Tam tersine, merkezin kendisinin ortadan kalkması, iktidarın yok olmasıdır. Bu yüzden ölüm sonrası anlatıların çoğu bana ikna edici gelmiyor. Çünkü çoğu hala iktidarı gizlice geri çağırıyor.Yargılayan bilinç, hatırlayan ruh, izleyen öz. Bunların hepsi benliğin başka kostümlerle sahneye geri dönmesi.

Ve burası çok önemli;

Bu, bir özgürleşme vaadi de değil. Çünkü özgürlük bile iktidarla anlamlıdır.

6 Aralık 2025 Cumartesi

VARLIK BİR ARTIKTIR, ATIKTIR

 Varlık yok dedim, ama düşününce varlığın aslında oluşun atığı olduğunu fark ettim. Çünkü varlık dediğimiz şey, değişmez, dönüşmez, bölünmez, parçalanamaz ve ulaşılamaz bir nitelik taşıyor tıpkı aşkın bir şey gibi. 

Bunu bir örnekle açıklamaya çalışayım:Bir saniye önce bir yerdeydim. Bir saniye geçti ve şimdi artık bir saniye sonrasındayım. O bir saniye önceki halim artık geri dönmeyecek. Değişmeyecek, dönüşmeyecek, bölünmeyecek, parçalanmayacak, hareket etmeyecek, ulaşılamayacak. Çünkü yaşandı ve bitti; zaman geriye akmadığı için ona tekrar erişemiyorum. Bu nedenle o an, o yaşanmışlık, adeta "varlık" niteliği kazanıyor.

Ve bu bana şu büyük sonucu düşündürdü:

Felsefe tarihinde bu adamlar hep oluşu varlıktan türetmeye çalıştılar.

Ama asıl tam tersi geçerli!

Varlık, oluşun sonucudur.

Hatta oluşun kendisinden türemez, oluşun artığıdır.

Çünkü oluş yaşanır, gerçekleşir, biter ve geride donmuş, değişmez, ulaşılamaz bir iz bırakır. İşte bu ize geri dönülmez, artık zamanın akışından kopmuş olan bu tamamlanmışlıktır, yani varlık dediğimiz şeydir.

Düşündükçe daha da netleşiti:

Varlık denile şey olsa olsa ancak oluşun atığı olabilir.

NEDENSELLİK ÜZERİNE

NEDENSELLİK ÜZERİNE

Varlığın oluşun atığı olduğunu düşündüğümüzde, bu fikir bizi nedenselliği yeniden değerlendirmeye götürüyor. Çünkü geçmiş dediğimiz şey, aslında yaşanmış ve geri dönülmesi mümkün olmayan bir "kapalı izdir." Bu iz sabittir, değişmez, dönüşmez, parçalanmaz ve ulaşılamaz. Gercekkeşme sona erdiği anda tamamen donar.

Ben bu donmuş izlere "varlık" diyorum, çünkü klasik tanıma uyan tek durum. 

Fakat bu noktada önemli bir yanılgı oluşur. Zihnimiz bu sabit izleri bir neden olarak yorumlar. Oysa bu iz gerçek bir neden değildir; sadece bir referans noktasıdır.

Bunun sebebi, beynimizin olasılık hesaplarıyla çalışmasıdır. Olasılık hesaplarının yapılabilmesi için sabit bir noktaya ihtiyaç vardır. Sürekli değişen gerçekleşme içinde, zihnin tutunabileceği tek şey geçmişin bu donmuş izidir. Bu yüzden beyin, bu izleri güvenli kabul eder ve onları açıklama yaparken temel alır.

Ama bu referans noktası, tek bir yön göstermez. 

-Aslında her referans noktası:

bir potansiyel uzayıdır ve olasılıklari hesaplamamıza yarar,

-birçok olasılığı kendi içinde taşır,

-gelecek gerçekleşmelerin çerçevesini belirlemez ama, 

-hangi olasılıkların devreye girebileceğini sınırlar. Yalnız bu sınırlama fiziksel durumdan kaynaklanmaz; zihinsel, fenomenal ve bağlamsal bir sınırlamadır. Örneğin yeşil bir biber yediğinizi ve bu biberin acı olduğunu düşünelim. Bu olay gerçekleşmiştir; değişmez, dönüşmez ve geri alınamaz. Artık bir ‘atıktır’.

Fakat bu gerçekleşme deneyimimize girdiği anda zihnimizde bir fenomen hâline gelir. Tam da bu noktada sınırlama zihinsel ve bağlamsaldır. Çünkü yaşanan olayın bağlamı biberin yenmesi ve acı olmasıyla ilgilidir; zihinsel referans bu bağlamla şekillenir.

Bu nedenle olasılıkların alanı, fiziksel durumdan kaynaklı olarak değil; deneyimin bağlamı tarafından zihinsel olarak sınırlandırılır. Eğer konu biberin yetiştirilmesi olsaydı, bağlam değişecek ve referansın zihinsel sınırları da tamamen başka bir şekilde kurulacaktı. Kısacası referansın sınırlanması fiziksel durumdan değil; bağlamsal, fenomenal ve zihinsel örgütlenmeden kaynaklanır ve bu potansiyel uzayından hangi olasılığın gerçekleşeceğini belirleyen şey, geçmişin sabitliği değil, şimdide işleyen ilişki ağları olmuş olur.

Yani: Nedensellik, geçmişin şimdiyi belirlemesi değildir. Nedensellik, geçmişin sadece bir referans oluşturmasıdır.

Belirleyici olan, referansın içindeki olasılıkları farklı şekillerde tetikleyen ilişkisel yapıdır.

Bu nedenle nedensellik, gerçekte var olan bir zorunluluk değil, 

beynin referansa duyduğu ihtiyaçtan doğan bir örgütlenme biçimidir. Gerçek belirleniş ise daima gerçekkeşmelerin kendisinde, yani ilişkilerde gerçekleşir.

Kısaca:

Varlık = oluşun geride bıraktığı donmuş iz

Referans = potansiyel uzayı

Gerçek belirleyen = ilişki ağları

Nedensellik = referans yanılgısı

Bu bakış açısı hem nedenselliği çözüzer hem de gercekkeşmenin temel alan ilişkisel bir gerçeklik anlayışı kururar. 

23 Kasım 2025 Pazar

DİSSONANSIN YARATICI GÜCÜ BİR BİLİŞSEL GERİLİMDEN NİETZSCHE’NİN GÜÇ İSTENCİNE

 

İnsan zihni modern psikolojinin doğuşundan önce çoğunlukla “akılcı” bir makine gibi düşünülüyordu. İnsanın eylemlerini, inançlarını ve kararlarını belirleyen şeyin tutarlı, mantıklı, düzenli bir rasyonalite olduğu sanılıyordu. Fakat Festinger’ın bilişsel uyumsuzluk kuramı, bu yanılsamayı kökten sarsan bir dönüm noktası oldu. Bu kuram, insanın rasyonellikten çok rasyonelleştirme tarafından yönlendirildiğini; tutarsızlıkla karşı karşıya kaldığında akli bir hesaplamadan ziyade benlik bütünlüğünü korumaya çalışan bir zihinsel savunma sistemi devreye soktuğunu gösterdi.

Ancak bu savunma sistemi, tek yönlü değildir. Bilişsel uyumsuzluk, yani dissonans, yalnızca hataya sürükleyen irrasyonelliğin kaynağı değildir. Aynı anda hem bir zaaf hem bir güç, hem bir çöküş hem bir doğuş noktasıdır. İnsanı çarpıtmaya zorlayan aynı gerilim, doğru işlenirse, yaratıcı bir sıçramaya, etik bir dönüşüme, hatta varoluşsal bir güçlenmeye dönüşebilir.

1. Dissonans: Psikolojik bir rahatsızlık değil, zihinsel bir enerji farkı

Dissonansın çoğu zaman büyük bir rahatsızlık kaynağı olarak yaşanması — endişe, suçluluk, utanma, ikilem, stres — fenomenin yalnızca yüzeydeki görünümüdür. Onun derin yapısında tıpkı fiziksel alanlarda olduğu gibi bir enerji farkı, bir potansiyel farkı vardır. Elektronlar potansiyel farkı olmadan akamaz; su eğim olmadan akmaz; zaman bile entropi farkı olmadan akmaz. İnsan zihni de fark oluşmadan düşünmez, gerilim olmadan dönüşmez.

İnanç ile davranış arasında bir uyumsuzluk oluştuğunda, zihin bu farkı bir “tehlike sinyali” olarak kodlar. Benlik algısı — “Ben tutarlı biriyim, ben doğru biriyim, ben iyi biriyim.” — bu fark tarafından tehdit edilir. Bu tehdit kaçınılmaz olarak bir gerilim doğurur, bu gerilim ise bir çözüm arayışını zorunlu kılar.

İşte tam bu noktada dissonans, zihinsel bir dinamik sistem gibi çalışır:
Fark - Gerilim - Denge Aray
ışı.

Bu, psikolojik bir semptom değil, varoluşun kendine özgü bir hareket yasasıdır.

2. Etik alanda dissonans: Suçluluk, telafi ve vicdanın doğuşu

Dissonansın en çarpıcı güçlerinden biri, etik alandaki etkisidir. Bir insana haksızlık yaptığımızda yaşadığımız rahatsızlık yalnızca toplumsal normlardan kaynaklanan bir “ahlaki utanç” değildir. Asıl olan, davranış ile değer arasındaki çelişkinin yarattığı bilişsel gerilimdir. Bu gerilim, iki temel yöne evrilebilir:

  1. Kendini kandırma:
    “Bana da aynısını yapmıştı.”
    “Her insan zaman zaman böyle davranır.”
    “Bu kadar büyütülecek bir şey değil.”
  2. Etik telafi:
    Özür dileme, zarar onarma, davranışı değiştirme, daha dürüst veya daha şefkatli bir yola yönelme.

Böylece dissonans, yalnızca psikolojik bir denge arayışı değil, etik bir farkındalık mekanizması hâline gelir. İnsanı kötüden uzaklaştıran şey “doğruluk bilinci” değil, çoğu zaman “uyumsuzluğun rahatsızlığıdır.” Vicdan dediğimiz şey, büyük ölçüde bu gerilimin iç deneyimidir.

3. Dissonansın ontolojik boyutu: Oluşun gerginliği

Dissonansı yalnızca psikolojiye indirgemek, onu küçültmek olur. Çünkü dissonans, ilişkisel felsefede, farkın ontolojik bir kuvvetidir. Oluş, durağanlıkla değil, farkla; varlık, eylemsizlikle değil, gerilimle belirir. Bir sistemin dönüşebilmesi için içinde bir çatlak, bir uyumsuzluk, bir düzensizlik bulunması gerekir.

Tıpkı Simondon’un bireyleşme kuramında olduğu gibi, gerginlik — metastabil bir hal — varlığın içsel enerjisini serbest bırakır. Başlangıçta bir sorun gibi görünen çelişki, aslında oluşun itici gücüdür. Bu nedenle dissonans, ontolojik düzeyde:

- durağanlığı bozan,

- sistemi hareket ettiren,

- farklılığı yaratıcı hale getiren,

- özneyi yeniden yapılandıran

bir kuvvet alanıdır.

4. Nietzsche’nin güç istencine geçiş: Gerilimden aşmaya

Tam da bu noktada Nietzsche’nin Wille zur Macht, yani “güç istenci” kavramı beklenmedik bir aydınlık kazanır. Nietzsche’ye göre yaşam, engellerin yokluğunda değil, engeller içindeki çatışmanın işlenmesinde güç yaratır. İnsan güçlü olduğu için aşmaz; aşması gerektiği için güçlenir.

Nietzsche’nin dünyasında gerilim ortadan kaldırılması gereken bir zayıflık değil, yaratıcı enerjinin ham maddesidir. Dissonans da tam olarak böyle işler:

-      -Bir fark fark edilir.

-      -Bu fark gerilim yaratır.

-      -Eski benlik bu gerilimi taşıyamaz.

-      -Yeni bir form kendini dayatır.

-      -Zihin yeni bir bütünlük yaratmak zorunda kalır.

Böylece dissonans, psikolojik düzeyde güç istencinin karşılığı hâline gelir. Nietzsche’nin “insanı aşan insanı” tanımlayan mekanizması, zihinsel düzeyde dissonansın doğru işlenmesidir.

Dissonans Çatışma Aşma Güçlenme Yeniden Doğuş.

Bu zincir, hem Nietzsche’nin ontolojisinin hem Festinger’ın psikolojisinin temelidir.

5. Dissonansın iki kaderi: Yıkım mı, yaratım mı?

Dissonansın yıkıcı mı yoksa yaratıcı mı olacağı, onun nasıl işleneceğine bağlıdır.

-      -Bastırılırsa: Kendini kandırma, dogmatizm, katılaşma, çöküş.

-      -Rasyonalizasyonla çarpıtılırsa: Benliği korur ama gerçekliği bozar.

-      -Fark kabul edilirse: Duygusal, bilişsel ve etik dönüşüm başlar.

İşte bu yüzden dissonans hem risk hem fırsattır. Hem zayıflığın hem büyümenin kaynağıdır. İnsan, dissonans üstüne inşa ettiği dönüşüm sayesinde “kendini tekrar eden bir canlı” olmaktan çıkar, kendini aşan bir varlık hâline gelir.

6. Sonuç: Dissonans, güç istencinin bilişsel formudur

Tüm bu katmanların sonunda şunu söyleyebiliriz:

Dissonans, güç istencinin psikolojik yüzüdür.
Güç istenci, dissonansın ontolojik yüzüdür.

-      -Birinde fark benliği zorlar, diğerinde benlik farkı yaratır.

-      -Birinde gerilim tutarsızlıkla başlatılır, diğerinde gerilim irade ile şekillendirilir.

-      -Birinde zihin kendini korur, diğerinde zihin kendini aşar.

İnsan, farktan doğan bu gerilimi doğru işlediğinde, içindeki potansiyel açığa çıkar. Zayıflık gibi görünen çatlak, yeni bir varlık imkânına dönüşür. Böylece bilişsel uyumsuzluk, insanın kırıldığı değil, kırılarak yeniden kurulduğu, yeniden güçlendiği, yeniden doğduğu bir yaratıcı alana dönüşür.

7 Ekim 2025 Salı

İLİŞKİSEL AHLAKIN DÖRT İLKESİ

 

1-OLMAK: ONTOLOJİK AÇIKLIK İLKESİ

Ahlak çoğu zaman normlar, yasalar ve görevlerle tanımlanır. Bu tanımlar, ahlakı dışsal bir düzen olarak görür  sanki insan, kendisine dışarıdan dayatılmış bir kurallar sistemine uymakla “iyi” olurmuş gibi. Oysa ahlak, dışsal bir yükümlülük değil, varlığın kendi içkin açıklığıyla mümkün olan bir katılım biçimidir.

Marcel, modern insanın krizini “sahip olmak” ile “olmak” arasındaki gerilimde görür. Modern insan, varlığını sahip oldukları üzerinden tanımlar: bilgiye sahip olmak, bedene, güce, nesneye, hatta sevgiye bile sahip olmak ister ve mevcut ahlakta bundan dolayı sahip olmak üstüne kurulmuştur yani muhafaza etmek üzerine. Ama “sahip olmak”, insanı varoluşun özünden, yani “olmak”tan koparır. Çünkü sahip olmak, ayrıştırır ve kapatır; oysa olmak, birlikte var olmanın açıklığıdır.

Marcel için “olmak”, bir mülkiyet biçimi değil, bir katılım deneyimidir (participation). İnsan, varlığına anlamı ancak başkasıyla kurduğu ilişkide bulur. “Olmak” demek, ötekinin varlığına açık olmak, onu yalnızca bir nesne olarak değil, bir “Sen” olarak tanımaktır. İşte bu açıklık, hem ontolojik hem etik bir köktür.

Benim bakış açımda ise “olmak” tam bu noktadan başlar: varlığı özsel bir sabite olarak değil, ilişkisel bir açıklık hâli olarak düşünür. Marcel’in “katılım olarak olmak” fikri burada daha geniş bir düzleme taşınır: artık sadece insanın ötekiyle ilişkisi değil, evrendeki her varlığın, her gerçekleşmenin temel kipidir bu açıklık.

a) Olmak Bir Durum Değil, İlişkisel Bir Katılımdır

Klasik metafizikte “olmak”, Aristoteles’ten beri hep bir öz taşır: töz, kendinde var olandır. Oysa Marcel bu tanımı kırar. Ona göre varlık, kendinde değil, ilişkide vardır. İnsan, yalnızca başkasına açık olduğu sürece “olur.” Bu düşünceyi benim felsefemde evrensel bir düzleme taşımak mümkündür: bir varlık, yalnızca ilişkiye girdiğinde var olur; çünkü ilişki, varlığın formu değil, kendisidir.

Bu durumda “olmak”, sahip olmak değil; kendinden çıkabilmektir. Açıklık, bir tür ontolojik geçirgenliktir: varlık kendi sınırlarını geçirgen kıldığında, farkı duyabilir ve ona yanıt verebilir. Bu açıklık, Marcel’in “katılım” dediği şeyi kozmik bir yasaya dönüştürür. Oluş, içkin bir açıklıktır: kapanmak değil, farkla birlikte genişleyebilmektir.

b) Ahlakın Başlangıcı: Açıklık

Marcel’de “olmak”, yalnızca varoluşsal bir duyarlılık değil, etik bir zorunluluktur. Çünkü kapanmış bir varlık ne ötekini duyabilir ne de ona yanıt verebilir. Ahlakın ilk kıvılcımı, buyruğa değil, açıklığa dayanır. Ahlak, ötekinin varlığını fark etme ve ona alan açma hareketiyle başlar.

Benim ilişkisel düşüncende bu açıklık daha da köklü bir anlam kazanır: açıklık yalnızca etik bir niyet değil, varlığın ontolojik koşuludur. Kapalı bir varlık, yalnızca kendi döngüsünde kalır; açık olan ise farkla karşılaşır, dönüşür, bilgi üretir, yeni bir gerçekleşme meydana getirir. Bu nedenle “olmak”, sadece iyi olmanın koşulu değil, var olmanın biçimidir.

c) Olmak ve Özgürlük Arasındaki Bağ

Marcel için özgürlük, “her şeyi yapabilmek” değildir; çünkü bu, yine sahip olmanın dilidir. Gerçek özgürlük, varlığın kendi açıklığıyla, yani ötekiyle ilişki kurabilme kudretiyle ilgilidir. Benim felsefemde bu düşünce ontolojik bir yasaya dönüşür: kapalı olan özgür değildir. Kapalı olan yalnızca kendi tekrarında yaşar; açık olan farkla karşılaşır, bu karşılaşmada kendini yeniden kurar.

Olmak, bu yüzden özgürlüğün ontolojik zemini olur. Özgürlük, açıklığın bilinçli sorumluluğudur. Bir varlık ne kadar açık, yani ilişkisel ise, o kadar özgürdür. Çünkü açıklık fark yaratır, fark da dönüşüm alanı doğurur. Özgürlük, bu farkın bilincine olabilmektir.

d) Olmak ve Sorumluluk

Marcel, “olmak”ı sevgiyle ve sadakatle ilişkilendirir. “Sahip olunan” şeyin kaybı korku yaratır; “olunan” şeyin dönüşümü ise sorumluluk. Benim yorumunda ise bu sorumluluk yalnızca kişiler arası değil, ontolojik bir nitelik taşır. Açıklık, ötekinin varlığını kendi alanına dahil etmektir — ama bu dahil etme, sahip olma değildir; aksine, etkileşimsel bir açıklıktır.

Varlık açık hale geldiğinde yalnız kalamaz. Her eylem bir dokunuştur, her dokunuş bir fark yaratır. Bu yüzden “olmak”, ilişkide bulunmanın ve dönüşmenin sorumluluğudur. Ahlaki varlık, eylemini başkalarından soyutlayarak değil, onlarla birlikte kurarak gerçekleştirir. Olmak ve sorumluluk, hem özgürlük hem de etik bir yüktür; çünkü olmak ve sorumluluk, hem ötekine alan açmakla mükelleftir hem de kendinin dönüşeceğini kabul eder.

e) Ontolojik Ahlakın İlkesel Tanımı

Olmak, varlığın kendini kapatmaması, farkla ilişki kurabilmesi, dokunmaya, dönüşmeye ve birlikte olmaya açık hale gelmesidir. Bu ilke, ilişkisel ahlakın ilk adımıdır. Çünkü ahlak, ancak açıklıkta mümkündür; kapanmış bir varlıkta ne iyilik, ne fark, ne de özgürlük doğabilir.

Olmak, etik bir görev değil, ontolojik bir gerekliliktir. Marcel’in “katılım olarak olmak” anlayışı, benim ilişkisel felsefemde evrenin kendi yapısına dönüşür. Artık yalnızca insan değil, her varlık, açıklığı oranında ahlakidir; çünkü açıklık, evrendeki her ilişkinin etik potansiyelidir.

Her ahlaki eylemin kökü, önce “olmak” cesaretindedir: kendini açabilmekte, dokunmaya izin verebilmekte ve farkı duymaktan korkmamaktadır.

f) Sonuç: Olmanın Ahlakı

Marcel’in “olmak” anlayışı, sahip olmanın kapanıklığını aşarak, insana katılımsal bir açıklık kazandırır. Benim ilişkisel ontolojimde bu açıklık, artık evrensel bir yasaya dönüşür. Ahlak, varlığın bu açıklığında doğar. “Olmak”, yalnızca insanın ahlaki sorumluluğunu değil, varoluşun etik yapısını da belirler.

Sahip olmaya dayalı sistemler ahlakı mülkiyetle karıştırır; oysa gerçek ahlak, yalnızca varlıkların birbirine açık olduğu yerde mümkündür. Bu yüzden “olmak”, sadece bir varoluş biçimi değil, aynı zamanda bir ahlaki kiptir.

Kapanmak yalnızlıktır; açılmak, birlikte var olmaktır.
Ve birlikte var olmak, ahlakın ilk nefesidir.

2-FARK: ETİK TANIMA İLKESİ

Fark, ilişkisel ontolojinin kurucu ilkesidir: varoluş, sabit ve yalıtık özlerden değil, ilişkiler ağında beliren farklılıkların dinamik örgüsünden doğar. Bu nedenle etik, özdeşliğin korunmasında değil, farkın kabulünde başlar. İyilik, tekil durumlarda iki farkın birbirini bastırmadan tanıyıp birlikte var olma cesaretidir; kötülük ise farkı tehdit sayarak bastırma, yok etme ya da asimile etme yönelimidir. Böyle bakıldığında etik, aşkın normların değil, karşılaşmaların; kötülük ise bireysel niyetlerin değil, ontolojik kapanmaların meselesi olur. Farkı duymak, yalnızca hoşgörü değil; karşılıklı tanıma ve dönüşme iradesidir. Çünkü varlık, ilişkiselliğinde anlam bulur; ilişki ise farkla mümkündür.

a)Farkın Ontolojik Değeri ve Etik Başlangıç

Fark, var olanı tanımlar ve sınırlarını kurar; dolayısıyla epistemolojik bir sınıflama değil, ontolojik bir gerekliliktir. Fark olmadan hiçbir şey gerçekleşmez.; gerçekleşme olmadan etik mümkün değildir. İlişkisel ontolojiye göre bireyleşme, sabitlikten değil, farkın iç gerilimlerinden ve dönüşüm olanaklarından doğar. Bu yüzden iyilik, başkasının varoluşsal özgüllüğüne saygı duyma ve onunla eş düzlemde ilişkiye girme pratiğidir. Buradaki “kabul”, bir tolerans jesti değil; tahakküm ilişkisini reddeden eşitlikçi bir karşılaşma iradesidir. Farkı kabul etmek, hem etik bir yükümlülük hem de varlığa saygının ifadesidir: “Varlık, farkların birbirini tanıyarak ördüğü bir ağdır”; iyilik, bu ağı koruyan ve genişleten bir yönelimdir.

b) İyilik: Farkın Kabulü Olarak İlişkisel Etik

İyilik, sabit normlara indirgenemeyecek kadar dinamik ve durumsal bir etik yönelimdir. İyinin ölçütü, karşılaşmanın tekilliğinde iki farkın birbirine alan açabilmesidir. Bu, ne tarafların benzerliğe zorlandığı bir sentez yani asimilaysaon ne de mesafeli bir “katlanma” hâlidir; diyalojik açıklık ve karşılıklı dönüşebilirliktir. Benim örneğimde olduğu gibi, bir ateist felsefeci ile dindar fizikçinin varlık üzerine tartışırken karşılıklı hayranlık ve saygı geliştirip birlikte sempozyum kararı alması, farkın kabulünün pratik bir ifadesidir: kimse inancını bırakmaz; ama herkes ötekinin anlam dünyasını var olmaya layık görür. Bu, “epistemik-etik ortak zemin”dir: anlaşma değil, anlama ve birlikte yaşama iradesi. Sonuçta iyilik, bir davranış kalıbı değil, bir varoluş tarzıdır: farkla birlikte yaşayabilme, onunla anlamlı ilişkiler kurabilme ve bu ilişkide kendini de dönüştürebilme cesareti.

c) Kötülüğün Ontolojisi: Farkın Bastırılması

Kötülük, aşkın bir güç ya da sırf bireysel sapma değil; farkla ilişki kuramayan ontolojik bir duruştur. Fark tehdit sayıldığında bastırma, yok etme, asimilasyon döngüsü işler. Bu, yalnızca etik ihlal değil, gerçekleşmenin kesilmesidir: farkın bastırılması bireyleşmeyi durdurur, farklılığı tektipliğe zorlar ve yaşamı tek tipleştirir. Kötülük burada bir “niyet”ten çok, ilişkisizliğin rejimidir: tek yönlü özne–nesne hiyerarşileri, aşkın belirlenimler ve sahte ilişki formları (temasın baskı ve kontrol olarak kurulması) kötülüğün gündelik işleyişidir. Ontolojik düzeyde kötülük, yalnızca bir varlığı değil, onunla birlikte mümkün olan bir dünyayı da yok eder.

d) Kötülüğün Üç Biçimi: Bastırma, Yok Etme, Asimilasyon

Bastırma, farklı olanın görünmezleştirilmesi ve marjinalleştirilmesidir; ifade alanlarının daraltılması, temsiliyetin engellenmesi, yapısal eşitsizlikler, medya ve hukuk yoluyla kültürel sessizleştirme.
Yok Etme, farkın fiziksel ya da sembolik olarak ortadan kaldırılmasıdır; soykırım, nefret cinayetleri, siyasi infazlar gibi çıplak şiddet biçimleri.
Asimilasyon, farkın tanınıyor gibi yapılıp egemen normda eritilmesidir; tek dil, tek kimlik, tek din dayatan eğitim, medya ve hukuk politikalarıyla farkın “zararsızlaştırılarak” yok edilmesi.
Bu üç biçim sıklıkla iç içe işler: bastırma, yok etmenin eşiğidir; asimilasyon, bastırmanın rafine aracıdır. Hepsi, farkla ilişkiye giremeyen kapalı ontolojilerin semptomudur.

e) Tarihsel İfşalar: Yapısal Kötülüğün Somutluğu

Kötülük soyut değil, kurumsallaşabilir bir gerçekliktir. Nazi Almanyası’nda Holokost, “toplumsal saflık” ideolojisiyle farkın imhasını programlaştırdı. Amerika kıtasında yerli halklara yönelik yok etme ve kültürel asimilasyon birlikte yürüdü. Çin’in Kültürel Devrimi, farklı düşünce ve gelenekleri hafızasıyla birlikte silmeyi hedefledi. Güncel cinsiyet temelli şiddet ve kadın cinayetleri, farkı norm sapması diye cezalandıran ataerkil düzenin sürdürülebilir şiddetidir. Bu örnekler, kötülüğün niyetle değil, farkı reddeden yapı ve pratiklerle işlendiğini gösterir.

f) Sahte Farklar: Patoloji ve İktidar Kılığındaki Fark

Gerçek fark, karşılıklı açıklık ve dönüşebilirlik üretir; şiddet ve tahakküm içermez. “Sahte fark” ise eleştiriye kapalı, kendini mutlaklaştıran ve fark kisvesiyle ötekini ezen kimlik formudur. “Benim farkım” diyerek dışlayan, bastıran tutum, farkı ilişki zemini olmaktan çıkarıp üstünlük aracına çevirir. İlişkisel etik, farkı tanımak kadar, sahte fark temsillerini de eleştirel bilinçle ifşa etmeyi gerektirir. Gerçek etik açıklık, yalnızca ötekine açılmak değil; bu açıklığın sorumluluğunu taşımaktır.

g) Etik Tanıma İlkesinin Tanımı

Fark: Etik Tanıma İlkesi, varlığın başkasını bastırmadan tanıyabilmesi ve özdeşleştirmeden ilişki kurabilmesi yetisidir. İyilik, farkın kabulü; kötülük, farkın inkârıdır. Etik ilişki, hoşgörü değil; karşılıklı alan açma ve birlikte dönüşme iradesidir. Bu ilke şunu söyler:
“İyi, farkın bastırılmasında değil, farkın tanınmasındadır.”
Ve şunu ekler: Özgürlüğün cömertlik borcu vardır. Özgürlük, kendini kapatmak değil; farkla ilişkiye cömertçe açılmaktır.

h) Sonuç: Farkla Yaşamak – İyilik ve Kötülüğün Eşiği

Etik bir gelecek, farkın tehdit değil imkân sayıldığı zeminde mümkündür. Kötülük, farkı yok sayan kapalı sistemlerin, aşkınlıkların ve mutlaklık taleplerinin sonucudur; iyilik, farkla birlikte var olmayı mümkün kılan açıklığın ve çoğulluğun pratiğidir. Farkla yaşamak, yalnız etik bir görev değil, varoluşsal bir sorumluluktur: çünkü bir başkasının farkını reddetmek, yalnız onu değil, onunla birlikte mümkün olan bir dünyayı da ortadan kaldırmaktır. İyilik, başkasına yer açma; onunla birlikte dönüşebilme; farkı tanırken kendini de dönüştürmeye gönüllü olma cesaretidir. Bu cesaretin olduğu yerde etik canlı kalır; ve en nihayetinde anlarız ki: bizim aynılığımız, farklılığımızda yatmaktadır.

3-ÖZGÜRLÜK: ETİK SORUMLULUK İLKESİ

a) Özgürlük: Sorumlulukla Var Olmak
Ahlakın üçüncü ilkesi olan özgürlük, insanın yaptıklarının farkında olmasından ve bu farkındalığın yüklediği sorumluluğu omuzlarında taşımasından doğar. Özgürlük, sınırların olmaması değil, sınırların farkında olma ve bu farkındalığın yüklediği etik sorumluluğu kabullenme hâlidir. Gerçek özgürlük, bir eylemin etkisini bilmek ve bu etkinin sorumluluğunu taşımaktır. İnsanı özgür kılan şey irade değil; iradesinin doğuracağı sonuçları bilme, onları dönüştürme ve bu farkındalığın getirdiği yükü kabul etme kudretidir. Bu nedenle özgürlük, yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir etik yükümlülüktür. Bir varlık özgür oldukça fark yaratır; fark yarattıkça da dönüşümün ağırlığını hisseder. Özgürlük bu yüzden bir ayrıcalık değil, sorumluluktur.

b) Özgürlük Sınırsızlık Değil, Farkındalıktır
Klasik düşünce özgürlüğü, hiçbir engel olmadan istediğini yapabilme durumu olarak tanımlar. Oysa ilişkisel felsefe bu tanımı tersine çevirir: gerçek özgürlük, bağımsızlıkta değil, farkındalıkta yatar. Çünkü insan, öz-bilinçli bir varlıktır; yaptığı her eylemin bir ilişki doğuracağını bilir. Her karar, görünmez biçimde başka varlıkların alanına dokunur. Bu nedenle özgürlük, ilişkisizlikte değil, ilişkinin bilincinde olmada anlam kazanır. Özgürlük, farkın varlığını hissetmektir; eylemin sınırını, etkisini ve yankısını duymaktır. Sınırsızlık bir tür körlüktür; farkındalık ise özgürlüğün etiğe dönüştüğü yerdir.

c) Ormandaki Mangal ve Etik Seçim
Bir örnek üzerinden düşünelim. Issız bir ormanda kimsenin bizi görmediği bir yerde mangal yapma özgürlüğüne sahibizdir. Ancak bu özgürlük, öz-bilinçle birleştiğinde bir etik sorumluluk alanı açar. Çünkü biliriz ki orada yakacağımız küçük bir ateş bile ormanı yakabilir, canlıların yaşamını yok edebilir, doğanın dengesini bozabilir. İşte bu farkındalık anı, özgürlüğün etikleştiği andır. Mangal yapmamayı seçtiğimizde bir şeyi reddetmiş olmayız; tam tersine, varoluşun bütünüyle ilişkimizi onarmış oluruz. Farkı tanır, doğaya zarar vermemeyi seçeriz. Bu “yapmama” eylemi, özgürlüğün en yüksek biçimidir; çünkü eylemsizlik burada pasiflik değil, farkın bilincidir. Gerçek özgürlük, her şeyi yapabilmek değil, yapmamanın anlamını kavrayabilmek, sorumluluğu iliklerimize kadar hissedebilmektir.

d) Özgürlük ve İlişkisellik
İlişkisel felsefede özgürlük, izolasyon değil etkileşimdir. Her eylem bir ilişki yaratır; her ilişki de bir sorumluluk doğurur. Bu nedenle özgürlük, başkasının özgürlüğünü kısıtlamak değil, onun varlık alanını fark etme sorumluluğudur. Özgürlük, ötekinin varoluşuna alan açabilmektir. Ötekinin varlığı, bizim özgürlüğümüzün sınırlarını belirleyen etik bir fark alanı oluşturur. Bu sınır bir engel değil, bilincin aynasıdır. Bir varlık, kendi özgürlüğünün başkasına dokunduğunu fark ettiğinde, etikleşir. Böylece özgürlük, bireysel bir ayrıcalıktan çıkar, varoluşun ortak bir biçimine dönüşür.

e) Özgürlük ve Bilinçli Karar
Özgürlük, her istediğin kararı verebilmek değildir, verdiğin kararın bilincinde olmak ve sorumluluğunu taşımaktır. Eğer özgürlüğü her istediğini yapabilmek yada her istediği kararı verebilmek olarak tanımlıyorsak “Caligula “ bu gezegendeki en özgür adamdır. Bir karar, eylemin sonuçları bilinerek alındığında etik bir değere kavuşur. Karar, bilginin sorumluluğa dönüştüğü andır. İnsan, seçtiği şeyin dünyada nasıl bir fark yaratacağını bildiği ölçüde özgürdür. Dolayısıyla özgürlük, her istediğin kararı verebilme kudreti değil, verilen kararın yada yapılan seçimin doğurduğu sorumluluğu taşıyabilme cesaretidir. Bilinçsiz özgürlük rastlantısaldır; bilinçli özgürlükse dönüşümseldir. Bu yüzden özgürlük, yalnızca iradenin değil, farkındalığın ürünüdür.

f) Özgürlüğün Ontolojik Anlamı: Açıklığın Dönüşümü
Ontolojik düzlemde özgürlük, varlığın açıklığıdır. Kapalı bir varlık özgür olamaz; çünkü farkla temas edemez. Açıklık, farkı duyabilme ve ona yanıt verebilme yetisidir. Özgürlük, “kendinde kalma” değil, “ilişkiye açılma” hâlidir. Bir varlık özgürleştikçe açıklığa kavuşur; açıklığa kavuştukça da etikleşir. Bu nedenle özgürlük yalnızca politik değil, aynı zamanda ontolojik bir ilkedir. Varlığın özgürlüğü, onun geçirgenliğiyle, yani farkı duyabilme kapasitesiyle ölçülür.

g) Sonuç: Özgürlük Bir Hak Değil, Bir Ahlak Biçimidir
Özgürlük, yapılabileceklerin sınırını genişletmek değil, yapılmaması gerekenin anlamını kavrayabilmektir. Gerçek özgürlük, iradenin değil, iradenin etkisinin bilincidir. Bu nedenle özgürlük, bir mülkiyet değil, bir ilişkiselliktir; bir ayrıcalık değil, bir ahlak biçimidir. Özgürlük, insanı dünyadan koparmaz, tam tersine ona daha derin bir bağla bağlar. Her özgür eylem bir fark yaratır, her fark bir ilişki doğurur ve her ilişki bir sorumluluk çağrısıdır. Özgürlük, yalnızca “kendi için” değil, “başkasıyla birlikte” var olmanın adıdır. İnsanın en yüksek özgürlüğü, kendini sınırlama bilincidir; çünkü bu bilinç, hem varoluşun çoğulluğunu hem de etik bütünlüğünü korur.

KARAR: ÖZGÜR İRADE İLKESİ

Ahlakın dördüncü ilkesi olan karar, insanın sadece eyleyen değil, eyleminin bilincine varan bir varlık olmasını ifade eder. Karar, özgürlüğün en yoğun, aynı zamanda en sorumlu biçimidir. Çünkü karar anı, bilginin eyleme dönüştüğü, farkın sorumluluk aldığı, bilincin özgürlüğe taç giydirdiği andır. Bu nedenle karar, yalnızca bir tercih değil, varlığın kendini bilinçli biçimde gerçekleştirmesidir.

a) Klasik Tanımın Açmazı: Etkisizlik, İlişkisizlik ve İmkânsızlık

Özgür irade, felsefe tarihinin en kadim tartışma konularından biridir. Klasik tanıma göre özgür irade, herhangi bir içsel ya da dışsal etkiden bağımsız olarak karar verebilme yetisidir. Ancak bu tanım, yüzeysel bir cazibeye sahip olsa da, insana uygulandığında ciddi bir çelişki üretir. Çünkü insan her zaman doğanın yasaları, biyolojik yapısı, toplumsal bağlamı ve bilinçdışı süreçleriyle ilişki içindedir.

Herhangi etkiden bağımsız bir varlık düşünmek, aslında insanı insan yapan tüm boyutlardan soyutlamaktır. Dahası, tüm etkilerden bağımsız olmak, karar verememeyi de beraberinde getirir. Çünkü karar, her zaman bir bağlam, bir fark ve bir referans noktası gerektirir. Tamamen ilişkisiz bir durumda verilen karar mümkün değildir. Bu nedenle klasik tanım, özgür iradenin varlığını değil, özgür iradenin imkânsızlığını tarif etmektedir.

b) Yeni Bir Tanım: Bilinçli Sorumluluk

Bu açmazı aşmak için özgür iradeyi yeniden tanımlamak gerekir. Özgür irade artık “etkiden bağımsız bir seçme gücü” değil, “kararın bilincinde olma” durumudur.
Kısaca:

“Özgür irade, verilen kararın bilincinde olmaktır; yani bilerek karar vermektir.”

Bu tanım, seçimi reddetmez ama özgürlüğün özünü seçimde değil, bilincinde bulur.
Kararın bilincinde olmak, o kararın olası sonuçlarını da öngörmektir. Dolayısıyla özgür irade, kişinin kendi kararının farkında olmasından kaynaklı olarak, doğacak sonuçların sorumluluğunu üstlenebilmesidir. Bu tanım özgürlüğü, sorumlulukla çelişen değil, onu tamamlayan bir nitelik olarak yeniden temellendirir ve etik bir yük yükler. Sorumluluk olmadan özgürlük, boş bir soyutlamadır; bilinç olmadan sorumluluk ise mekanik bir zorunluluktur.

Özgür irade, işte bu ikisini birleştirir: bilinçli sorumluluk.

c) Nörobilimsel Destek: Bilincin Karar Sürecindeki Rolü

Bu yeni tanım yalnızca felsefi bir öneri değil, çağdaş nörobilim araştırmalarıyla da desteklenmektedir.

Haynes (2015), klasik Libet deneylerinin iddia ettiği gibi tüm kararların bilinçten önce verildiği fikrine temkinli yaklaşır ve “veto süreci”ne dikkat çeker. İnsan, başlamış bir kararı bilinçli biçimde durdurabilir. Bu, bilincin pasif bir gözlemci değil, aktif bir müdahil olduğunu gösterir. Dolayısıyla özgür irade, sorumlulukla iç içe bir bilinç işlevi olarak kavranabilir.

Schurger et al. (2012), hazırlık potansiyelinin (readiness potential) bilinçten önce verilen kararın sinyali olmadığına dikkat çekmiştir. Onlara göre bu potansiyel, beyindeki rastgele nöral dalgalanmaların bir eşiği aşmasıyla ortaya çıkan birikimdir. Bu, özgür iradenin yokluğunu değil, beynin eyleme hazır olma durumunu ifade eder.

Shum (2024) ise kararın başlangıç potansiyelinin bilinçle doğrudan ilişkilendirilebileceğini göstermiştir. Bu bulgu, kararların yalnızca bilinçdışı süreçlerden doğmadığını, bilincin sürecin en başından itibaren etkin olduğunu ortaya koyar.

Bu araştırmaların tümü, özgür iradenin bir “anlık sıçrama” değil, bir bilinçli süreç olduğunu desteklemektedir. Ancak unutulmamalıdır ki nörobilim, mutlak doğrular değil, eğilim ve yorumlar sunar; bu nedenle bu veriler felsefi olarak yorumlanmalıdır.

d) Özgür İrade Bir Süreçtir

Özgür irade, tek bir anlık seçim değil, bilinçli sorumlulukla işleyen bir süreçtir. Bu süreç üç aşamalı biçimde düşünülebilir:

  • Başlangıç (Niyet): Kararın doğuşu bilinçle yönlendirilebilir.
  • Sürdürme (Karar): Eylem seçilirken kişi sürecin farkındadır.
  • Veto (Durdurma): Süreç devam ederken bilinç gerekirse müdahale edebilir.

Bu üçlü yapı, özgür iradeyi soyut bir mutlaklık olmaktan çıkarır; somut, farkındalığa dayalı bir ilişkisel süreç hâline getirir. Karar artık yalnızca “seçmek” değil, bilerek seçmek, farkın sonuçlarını gözeterek eylemde bulunmaktır.

e) Karar: Bilinçli Özgürlük İlkesi

Bu perspektiften bakıldığında karar, bilincin özgürlüğe dönüşmesidir. Özgürlük, rastgele seçim değil, sorumluluktur. Karar, farkın eyleme dönüşmüş hâlidir  bilmekle olmak arasındaki köprüdür.
Gerçek karar, bilgiyle sorumluluğu, farkla özgürlüğü birleştirir. Bu nedenle “Karar: Bilinçli Özgürlük İlkesi”, yalnızca bir etik ilke değil, aynı zamanda bir ontolojik açıklıktır. Varlık, kendi kararlarının bilincine vardığı ölçüde sorumluluğu artar.

f) Sonuç: Özgürlük Bilinçtir, Bilinç Sorumluluktur

Sonuç olarak, özgür irade herhangi etkiden bağımsız olma hali değildir. İnsan, her zaman ilişkiler, farklar ve etkiler ağı içinde var olur. Gerçek özgürlük, bu ağın bilincinde olmaktır. Özgür irade, bu ağ içindeki kararlarının bilincinde olmak, olası sonuçlarını öngörmek ve bu sonuçların sorumluluğunu üstlenmektir.

Kısacası:

Özgür irade = Verilen kararın bilincinde olmak, bilerek karar vermek ve sorumluluğunu  üstlenmektir.

İLİŞKİSEL AHLAKIN SONUÇ BÖLÜMÜ

1) Ontolojik Zemin: “Olmak” Açıklığı
İlişkisel ahlakın kökü “olmak”ta, yani varlığın içkin açıklık kipinde yatar. Marcel’in “katılım olarak olmak” sezgisinden genişleterek: varlık, kendini ancak ilişkiye açtığında kurar; kapalı varlık etik taşımayan, yalnızca tekrar eden bir düzenek hâline gelir. Dolayısıyla ahlak, dışarıdan dayatılan bir buyruk değil, varlığın açıklığıyla mümkün olan bir katılım biçimidir. Açıklık, başkasını “nesne” değil “Sen” olarak tanıyan ve temasın dönüşümünü göze alan ontolojik geçirgenliktir.

2) Kurucu İlke: “Fark”ın Tanınması
Açıklığın ilk etik sınavı, fark karşısında verilir. Varlık, farkla örülür; ilişki farkla mümkündür. Bu yüzden iyilik, farkın bastırılmadan tanınması ve birlikte dönüşüme alan açılmasıdır; kötülük ise farkın bastırılması, yok edilmesi ya da asimile edilmesidir. Sahte fark, üstünlük ve tahakkümün maskesidir; gerçek fark ise karşılıklı açıklık ve dönüşebilirlik üretir. Etik, aşkın normların değil, karşılaşmaların tekilliğinde kurulur.

3) Etik Dinamik: Özgürlüğün Sorumluluğu
Açıklık ve fark, özgürlüğü salt “yapabilme” gücü olmaktan çıkarır; özgürlük, ilişkinin farkında olma ve etkisini üstlenme kapasitesidir. Özgürlük, sınırsızlık değil farkındalıktır; varlığın geçirgenliğidir. Her özgür eylem bir fark üretir; her fark bir sorumluluk çağrısıdır. Bu nedenle özgürlük, bir hak kadar bir borçtur: birlikte var olmanın açtığı etik yük.

4) Taçlandırıcı İlke: “Karar”ın Bilinçli Özgürlüğü
Özgürlüğün etikleştiği an karardır. Karar, bilginin eyleme, farkın sorumluluğa, açıklığın fiile dönüşmesi; “bilerek seçme”dir. Klasik “etkisizlik” özgürlük anlayışının aksine, karar bağlam içinde verilir ve bu yüzden anlamlıdır. Özgür irade, verilen kararın bilincinde olmak ve sonuçlarını üstlenmektir. Bu, nörobilimsel açıdan da (niyet–sürdürme–veto döngüsü) süreçsel bir yapıya işaret eder: özgür irade bir sıçrama değil, bilinçli sorumluluk sürecidir.

Dört İlkenin Korelasyonu: Etikten Ontolojiye Geri Besleme

  • Olmak → Fark: Açıklık, farkı duymayı mümkün kılar.
  • Fark → Özgürlük: Farkın tanınması, özgürlüğü keyfiyetten ayırıp ilişkisel farkındalık ve sorumluluk düzeyine taşır.
  • Özgürlük → Karar: Özgürlük, bilerek seçme ve sorumluluğu alma cesaretinde karara varır.
  • Karar → Olmak: Bilinçli karar, varlığın açıklığını yeniden kurar, “olmak” ilkesini güçlendirir.

Bu döngü tek yönlü değildir; her halka diğerini besleyen bir geri dönüş üretir. Yani ilişkisel ahlak statik bir ilkeler listesi değil, dairesel ve canlı bir oluş mimarisidir.

Kötülüğün Haritası: Kapanma Rejimi

  • Olmak kapanırsa: Ontolojik geçirgenlik biter, ilişki kuruma; ahlakın zemini çöker.
  • Fark bastırılırsa: İyilik imkânı kapanır, asimilasyon–yok etme döngüsü başlar.
  • Özgürlük keyfiyete indirgenirse: Sorumluluk yitirilir, güç seviciliği ve buna bağlı olarak ne istersem yaparım keyfiyeti oluşur.
  • Karar bilinçsizleşirse: Tepkiler ve alışkanlıklar “karar”ın yerini alır; etik kırılma oluşur.

Bu dört kapanma birlikte yapısal kötülük üretir: farkı reddeden, sorumluluğu yok sayan, bilinci edilgenleştiren rejimler.

Uygulama İlkeleri: Bireysel, Kurumsal, Kamusal

Bireysel pratik:

  • Günlük eylemler için “fark denetimi”: Kim/neyi etkiliyorum? Etkim, alan açıyor mu, daraltıyor mu?
  • Yapmama erdemi: Yapabilmek kadar, gerektiğinde yapmamayı bilmek (orman örneğindeki gibi).
  • Karar günlüğü: Niyet–sürdürme–veto aşamalarını bilinçle izleme.

Kurumsal pratik:

  • Fark-koruyucu tasarım: Eğitim/iş/medya politikalarında tekleştirici değil çoğullaştırıcı çerçeve.
  • Asimilasyon denetimi: Temsil, dil, erişim ve katılımda “tanıyorum ama eritiyorum” tuzaklarını ifşa.
  • Şeffaf sorumluluk: Karar mekanizmalarında etki analizi ve gerekçelendirme zorunluluğu.

Kamusal etik:

  • Hukuki çoğulluk duyarlığı: Tek model vatandaş yerine farkların eşit tanınması.
  • Şiddetsiz dil politikası: Bastırma ve damgalamayı çoğaltan söylemlere karşı “açıklık etiği”.
  • Ortak iyiyi, farkların birlikte yaşayabildiği alan olarak: yeniden tanımlama.

Ölçütler: İlişkisel Ahlak Testi (kısa kontrol listesi)

  1. Açıklık: Bu eylem başkasına alan açıyor mu?
  2. Fark: Farkı tanıyor ve koruyor mu, yoksa eritiyor mu?
  3. Özgürlük: Etkisini biliyor ve sorumluluğunu üstleniyor mu?
  4. Karar: Niyet–sürdürme–veto süreçleri bilinçle işletildi mi?

Dört “evet”, ilişkisel ahlakın asgari doğrulamasıdır.

Son Söz: Birlikte-Varlığın Etiği

İlişkisel ahlak, “olmak”ın açıklığını, “fark”ın tanınmasını, “özgürlük”ün sorumluluğunu ve “karar”ın bilinçli özgürlüğünü aynı yapıda birleştirir. Burada iyilik, farkla birlikte yaşayabilme cesaretidir; kötülük ise farkı bastıran kapanma rejimidir. Özgürlük, kendini kapatmak değil, cömertçe açılmaktır; karar ise bu açıklığın eylemde aldığı etik biçimdir. Sonuçta ahlak, dışsal buyrukların değil, birlikte-varlığın içkin ritmidir: açıklıkta doğar, farkta derinleşir, özgürlükte sorumluluk kazanır ve kararda dünyaya dokunur.

Bizim aynılığımız, farklılığımızda yatar; ve bu fark, açıklığın diliyle konuştuğunda, ahlak nefes alır.

 

30 Eylül 2025 Salı

ARİSTOTELES MANTIĞI VE İLİŞKİSEL FELSEFE BAĞLAMINDA ELEŞTİRİSİ

Giriş

Aristoteles’in kurduğu iki-değerli mantık, Batı düşünce tarihinin en güçlü, en sistematik ve en uzun süre etkili olmuş yapı taşlarından biridir. Bu mantık yalnızca bir düşünme aracı değil, aynı zamanda bütün bir metafiziğin temel dayanağıdır. Aristoteles’in üç büyük ilkesi “özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkânsızlığı” yalnızca mantıksal doğruluğu değil, aynı zamanda varlığın nasıl anlaşıldığını da belirler.

Bu sistem, yüzyıllar boyunca hakikat anlayışımızı, varlık kavrayışımızı ve bilgi kuramımızı derinden etkilemiştir. Ortaçağ skolastiğinde Tanrı’nın mutlak düzeni bu mantık aracılığıyla düşünülmüş; modern çağda bilimsel yöntemin kesinlik iddiaları yine bu mantığın mirası üzerine kurulmuştur. Kısacası Aristoteles’in mantığı, yalnızca felsefi bir yöntem değil, aynı zamanda düşünce tarihinin bütün bir zeminidir.

Ne var ki bu mantığın dayandığı temel ilkeler “değişmezlik, mutlaklık, aşkınlık, özcülük ve nesnellik” gerçekliği belirli bir çerçevede kavrar. Hakikati özlerde sabitleyen bu yaklaşım, kendi içinde güçlü bir içtutarlılık sağlasa da, bu gücünü tam da değişimi, belirsizliği ve ilişkisel gerçekleşmeyi dışarıda bırakmasından alır. Yani Aristoteles mantığı, sabit özler ve mutlak doğruluklar üzerinden işleyen bir kapalı sistemdir.

Bugün ise felsefe ve bilim bize göstermektedir ki gerçeklik, sabit özlerden ziyade ilişkiler, farklar ve gerçekleşmeler üzerinden anlaşılabilir, yani “değişmeyen tek şey değişimdir”. O nedenle Aristoteles mantığının tarihsel ve düşünsel önemini teslim etmekle birlikte, onun sınırlarını aşan yeni bir bakışa da ihtiyaç vardır. Bu yazıda önce Aristoteles mantığının temel ilkelerini ayrıntılı biçimde ele alacak, ardından ilişkisellik ve gerçekleşme felsefesi açısından bu yapının eleştirisini sunacağım.

Aristoteles Mantığının Temelleri: Değişmezlik, Mutlaklık, Aşkınlık, Özcülük ve Nesnellik

Aristoteles’in kurduğu mantık üç temel ilkeye dayanır ve bu ilkeler yalnızca mantığın işleyişi için değil, aynı zamanda onun ontolojisinin ve metafiziğinin taşıyıcı sütunlarıdır.

1. Özdeşlik İlkesi: “A, A’dır.”

Bu ilkeye göre bir şey, kendisiyle tam özdeştir. Bir varlık, kendi özünden farklı bir şey olamaz. Böylece öz, sabit ve değişmez olarak kabul edilir. Bu yaklaşım, varlığın sürekliliğini ve istikrarını garanti altına alır. Ancak aynı zamanda değişimin özsel bir gerçeklik değil, yalnızca “tesadüfi” bir eklenme olduğunu varsayar.

2. Çelişmezlik İlkesi: “A, aynı anda hem A hem de A olmayan olamaz.”

Bu ilke, bir şeyin kendi karşıtını aynı anda içeremeyeceğini söyler. Böylece dönüşüm süreçlerinde ortaya çıkan ara haller ve eşik durumları geçersiz kılar. Değişim, ya önce ya sonra olabilir; ama aynı anda hem önceki hem de sonraki durumda bulunmak mantıkça yasaktır. Bu nedenle gerçekleşme süreci kesintisiz bir akış değil, ayrık ve kapalı kategoriler halinde kavranır.

3. Üçüncü Halin İmkânsızlığı: “Bir şey ya A’dır ya da A değildir.”

Bu ilke, ara ihtimalleri, belirsizlikleri ve olasılık alanlarını dışlar. Hakikat yalnızca iki değere indirgenmiştir: doğru ya da yanlış. Dolayısıyla “hem A hem değil” ya da “ne A ne değil” gibi ara bölgeler imkânsızdır. Bu yaklaşım, mantığı keskin bir siyah–beyaz yapısına dönüştürür.

 

Bu İlkelerin Ontolojik Sonuçları

Aristoteles’in bu üç ilkesi, mantığın işleyişinin ötesinde, varlığın yapısını ve hakikatin doğasını tanımlayan birer ontolojik iddia haline gelir:

  • Değişmezlik: Varlık özünde sabittir. Değişim, özün dışında, yüzeysel bir görünüm ya da tesadüfi bir eklemedir. Hakikat özde saklıdır.
  • Mutlaklık: Doğru ile yanlış arasında üçüncü bir yol yoktur. Hakikat mutlak sınırlarla belirlenmiştir; bağlam ya da ilişkiler bu mutlaklığı etkilemez.
  • Aşkınlık: Hakikat, insandan ve zihinden bağımsızdır. O, özlerin dünyasında aşkın bir biçimde bulunur; insan aklı sadece buna uyum sağlamakla yükümlüdür.
  • Özcülük: Her varlığın özsel bir doğası vardır ve mantık, bu özleri dile getirmenin aracıdır. Mantığın görevi, varlığın özsel yapısını görünür kılmaktır.
  • Nesnellik: Doğruluk, öznel yorumdan bağımsızdır. İnsan ne düşünürse düşünsün, hakikat özün sabit yapısında bulunur ve değiştirilemez.

Bu çerçevede Aristoteles’in mantığı, hakikati özlerde temellenmiş, aşkın, mutlak ve nesnel bir düzen olarak kavrayan özsel bir yöntem haline gelir. Mantık, yalnızca düşünmenin aracı değil, aynı zamanda varlığın sabit özünü ifade eden bir dil konumundadır. Bu yüzden Aristoteles mantığı, tarihte sadece düşünce biçimimizi değil, hakikati kavrayışımızı da kalıcı şekilde biçimlendirmiştir.

İlişkisel ve Gerçekleşme Felsefesi Açısından Eleştiri

İlişkisel ve gerçekleşme felsefesi açısından temel sorun, Aristoteles’in mantığının değişimi dışlamasıdır. Aristoteles’in özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkânsızlığı ilkeleri, evreni sabit, özsel ve mutlak bir düzen içinde kavrar. Oysa ilişkisel felsefe, gerçekliğin özlerden değil, ilişkilerden ve farklardan doğduğunu savunur.

Özdeşlik İlkesi

Aristoteles için özdeşlik mutlak bir hakikattir: “A, A’dır.”
Ancak ilişkisel felsefede özdeşlik sabit bir özden değil, ilişkilerin sürekliliğinden kaynaklanır. Bir varlık, sürekli yeniden kurulan ilişkiler sayesinde kendisiyle özdeş görünür. Bu özdeşlik bir kez verilmiş bir hakikat değil, her an yeniden üretilen geçici bir dengedir.

Örneğin bir insan, biyolojik olarak hücrelerini sürekli yeniler, psikolojik olarak deneyimlerle dönüşür, toplumsal olarak bağlamlar içinde farklı roller üstlenir. Yine de biz onu “aynı kişi” olarak tanırız. Bu özdeşlik, mutlak bir özden değil, ilişkilerin sürekliliğinden doğar. Dolayısıyla ilişkisel felsefe açısından özdeşlik, statik değil, dinamik bir yeniden-kuruluş sürecidir.

Çelişmezlik İlkesi

Aristoteles’in çelişmezlik ilkesi, bir şeyin aynı anda hem kendisi hem de karşıtı olamayacağını ilan eder. Böylece ara haller, eşikler ve geçiş durumları mantığın dışında bırakılır.

Oysa ilişkisel ve gerçekleşme felsefesinde değişim daima ara haller üzerinden gerçekleşir. Su buza dönüşürken belirli bir sıcaklık aralığında “ne tamamen su ne de tamamen buz” olan bir eşik bölgesi oluşur. Bu, çelişki değil; doğanın kendi gerçekliğidir.

Aynı şekilde bir toplum, değişim süreçlerinde hem eski değerlerini taşır hem de yeni formlar üretir. Birey de bir karar anında hem eski düşüncesini hem de yeni eğilimini içinde barındırabilir. İlişkisel felsefe, bu ara halleri çelişki olarak değil, gerçekleşmelerin asli parçaları olarak kabul eder.

Üçüncü Halin İmkânsızlığı

Aristoteles’e göre bir şey ya A’dır ya da A değildir; üçüncü bir hal yoktur. Bu, düşünceyi keskin ikilikler içine hapseder: doğru/yanlış, var/yok, öz/özsüz.

İlişkisel ve gerçekleşme felsefesi ise hakikatin bu kadar basit ikiliklere indirgenemeyeceğini savunur. Gerçekleşme, ya/ya da mantığıyla değil, hem/hem de ya da ne/ne de biçiminde işleyen ara ihtimaller üzerinden gerçekleşir.

Modern bilim de bu noktada Aristoteles mantığını aşmıştır. Kuantum fiziğinde süperpozisyon, parçacığın aynı anda hem burada hem de orada olabileceğini gösterir. Bu durum Aristoteles’in mantığında imkânsızdır, ama ilişkisel felsefede doğal karşılanır. Çünkü burada hakikat sabit özlerde değil, ilişkilerin ürettiği olasılık alanlarında bulunur.

Aristoteles mantığı, evreni statik, özcü ve değişmez bir modelle kavrar. Hakikat, mutlak özlerde sabitlenmiştir. Buna karşılık ilişkisel ve gerçekleşme felsefesi, evreni dinamik, ilişkisel ve sürekli akış halinde bir süreç olarak görür. Hakikat, özlerde değil, farkların ve ilişkilerin yarattığı gerilimde doğar.

Dolayısıyla Aristoteles’in iki-değerli mantığı kapalı, özcü ve mutlak bir düzen kurarken; ilişkisel felsefe açık, bağlamsal ve sürekli gerçekleşen bir ontoloji önerir.

İçtutarlılık – Dışsal Eksiklik Ayrımı: Geometri ve Gödel Örneği

Bu meseleyi daha iyi anlamak için önce geometriden örnek alalım.

Öklid Geometrisi

Öklid, paralellik aksiyomunu şu şekilde kurar:
“Bir doğruya dışındaki bir noktadan yalnızca bir paralel çizilebilir.”
Bu aksiyomu kabul ettiğimiz anda sistem tamamen içtutarlıdır: üçgenin iç açıları her zaman 180° çıkar, teoremler birbirini destekler ve hiçbir çelişki ortaya çıkmaz. Ancak bu sistem yalnızca düzlem yüzeyler için geçerlidir. Yani içtutarlıdır ama gerçekliğin tümünü açıklayamaz.

Riemann Geometrisi

Riemann bu aksiyomu değiştirir:
“Bir doğruya dışındaki bir noktadan hiç paralel çizilemez.”
Bu yeni aksiyom da kendi içinde çelişkisizdir, yani yine içtutarlıdır. Fakat aynı zamanda evrenin eğriliğini, küresel yüzeyleri ve genel görelilikte uzayın yapısını açıklamada dışsal olarak daha geçerlidir.

Sonuç: Bir sistemin içtutarlılığı, onun dışsal geçerliliğini garanti etmez. Öklid sistemi kendi içinde kusursuz görünür, ama doğanın gerçek yapısını eksiksiz kavrayamaz.

Gödel’in Eksiklik Teoremleri

Geometri örneğini daha da derinleştiren bir diğer nokta Gödel’in eksiklik teoremleridir. Gödel 1931’de şunu göstermiştir:

  1. Yeterince güçlü ve kapalı bir biçimsel sistem kendi içinde çelişkisiz olabilir.
  2. Ama bu sistem, kendi doğruluğunu veya tamlığını içeriden ispatlayamaz.
  3. Her zaman sistemin içinde ifade edilebilen fakat kanıtlanamayan önermeler vardır.

Bu şu anlama gelir: Kapalı sistemler, ister matematikte ister mantıkta olsun, ya eksik kalır ya da çelişkiye düşer. Hem tam, hem tutarlı olmaları imkânsızdır.

Aristoteles Mantığına Uygulama

Aristoteles mantığı da tıpkı Öklid geometrisi gibi kapalıdır:

  • İçtutarlıdır çünkü değişmezlik, mutlaklık, özcülük ve nesnellik öncülleri üzerine kuruludur.
  • Ama dışsal geçerliliği sınırlıdır; çünkü değişimi, ara halleri, belirsizlikleri ve ilişkisel süreçleri dışarıda bırakır.

Gödel’in teoremleri bu noktayı daha da netleştirir: Aristoteles mantığı, kendi kabulleri içinde kusursuz görünse de, bu hiçbir zaman gerçekliğin bütününü kapsadığı anlamına gelmez. Tıpkı Öklid geometrisinin evreni eksiksiz temsil edememesi gibi, Aristoteles mantığı da gerçekleşme ve ilişkilerin gerçek doğasını tam anlamıyla kavrayamaz.

İlişkisel Felsefenin Alternatifi

İlişkisel ve gerçekleşme felsefesi, kapalı özsel sistemler yerine, ilişkilerden ve farklardan doğan açık bir sistem önerir. Burada hakikat, mutlak özlerde sabitlenmiş değildir; sürekli gerçekleşen ilişkilerin içinde ortaya çıkar. Belirsizlik ve değişim, sistemin dışında bırakılmaz; bilakis onun asli parçaları kabul edilir.

 Kısacası:

  • Öklid geometrisi = Aristoteles mantığı: İçtutarlı ama sınırlı.
  • Riemann geometrisi = İlişkisel felsefe: İçtutarlı ve dışsal olarak daha uygun.
  • Gödel’in teoremleri = Kapalı sistemlerin kaderi: Tutarlılık mümkündür ama tamlık asla sağlanamaz, Tamlık sağlanabilirse tutarlılık sağlanamaz.

Bu tablo bize gösterir ki, Aristoteles mantığı ne kadar güçlü görünse de, hakikati özlerde sabitleyen kapalı yapısı nedeniyle eksiktir. Gerçekliği kavramak için, tıpkı Riemann’ın Öklid’i aşması gibi, ilişkisel felsefenin Aristoteles mantığını aşması gerekir.

Sonuç

Aristoteles’in iki-değerli mantığı, Batı düşüncesine yalnızca bir yöntem değil, aynı zamanda bir düşünme kültürü kazandırmıştır. Hakikatin nesnel ve mutlak olduğunu güvence altına alarak, Ortaçağ skolastiğinden modern bilimin doğuşuna kadar uzanan geniş bir entelektüel miras bırakmıştır. Matematiğin kesinliği, fiziğin determinist yorumu, ahlakın evrensel kuralları ve teolojinin dogmatik yapıları hep bu mantığın sağladığı güven duygusu üzerine inşa edilmiştir.

Ancak bu paradigma, bütün gücünü tam da dışarıda bıraktıklarından alır. Değişim, belirsizlik, ara haller ve ilişkisel süreçler bu mantığın sınırları dışında tutulmuştur. Evrenin statik özlerden oluştuğu varsayımı, uzun süre düşünceye yön vermiştir ama modern bilimsel gelişmeler (özellikle kuantum mekaniği, görelilik teorisi, kaos kuramı) ve felsefi sorgulamalar bu varsayımın sınırlılığını açığa çıkarmıştır.

İlişkisel ve gerçekleşme felsefesi açısından bakıldığında hakikat, sabit özlerde saklı duran bir cevher değil; ilişkilerden doğan farklarda ve akışın içinde sürekli gerçekleşen bir süreçtir. Gerçeklik özsel değil, ilişkisel; statik değil, dinamik; aşkın değil, içkindir. Hakikatin kaynağı özlerin değişmezliğinde değil, ilişkilerin yarattığı gerilimde ve sürekli yeniden kurulan farklarda bulunur.

Dolayısıyla Aristoteles mantığı, kendi içinde içtutarlılığı güçlü, fakat dışsal gerçekliği açıklamada sınırlı bir modeldir. Onun gücü, önceden kabul edilmiş mutlaklık varsayımlarını korumasından gelir; fakat bu, evrenin akışkan doğasını bütünüyle kavramaya yetmez. Onu aşan bir bakış, hakikati mutlak özlerde değil, sürekli farklılaşan ilişkilerde ve gerçekleşme süreçlerinde aramak zorundadır.

Son söz: Aristoteles’in mirası küçümsenemez; çünkü o, düşünceye bir temel sağlamış ve mantığı sistemli hale getirmiştir. Fakat aynı zamanda bu mirasın sınırlarını görmek, bugünün görevidir. Onun bıraktığı kapalı, özsel ve statik mantığı aşmak; değişimi, belirsizliği ve ilişkisel gerçekleşmeyi merkeze alan yeni bir düşünce tarzı geliştirmek, hem felsefenin hem de bilimin geleceği için en temel zorunluluktur.

16 Eylül 2025 Salı

Bütünün Yanılsaması: Gerçekleşmelerin Ontolojisi

 

Giriş

Aslında temel hata ‘bütün’ diye bir özün var olduğunu sanmaktır. Bütün denilen şey, sınırları çizilmiş ve kurallara göre işleyen bir sistemdir; yani ilişkilerin belirli çerçevede örgütlenmiş hali olan bir gerçekleşmedir. Sözün özü: ‘Bütün’ yoktur, yalnızca gerçekleşmeler vardır.

Bu cümle, klasik metafiziğin binlerce yıldır üzerine kurulu olduğu bir aksiyomu tartışmaya açar. “Bütün” kavramı, Antik Yunan’dan modern bilime kadar düşüncenin merkezinde yer almış, parçaları kuşatan bir öz olarak kabul edilmiştir. Ancak bu kabul, özsel ve tamamlanmış bir birlik yanılsamasını da beraberinde taşır. Bu yazıda, “bütün” kavramının neden sorunlu olduğunu, yerine “sistem” ve “gerçekleşme” kavramlarının nasıl daha uygun bir düşünme zemini sunduğunu inceleyeceğiz.

1. Bütün Kavramının Metafizik Kökeni

“Bütün” fikri, Aristoteles’in “holon” kavramına kadar uzanır. Holon, parçaların üstünde duran, onları kuşatan, tamamlanmış bir birliği temsil eder. Bu yaklaşımda bütün, parçaların toplamını aşan ve parçaları anlamlı kılan özsel bir varlık olarak kabul edilir. Böylece, masa bir bütündür, orman bir bütündür, toplum bir bütündür.

Ne var ki bu bakış açısı, “bütün”ü sabit, değişmez ve özsel bir varlık gibi düşünmeye zorlar. Oysa doğada hiçbir şey tamamlanmış ve kapanmış bir bütün değildir. Evrende her şey ilişkiler içinde var olur, değişir ve dönüşür. “Bütün” fikri, işte bu akışkanlığı ve sürekliliği görmezden gelerek yanılsamalı bir özsellik yaratır.

2. Sistem Olarak Bütün: Sınırlandırılmış İlişkiler

Fizikte ve bilimsel düşüncede “sistem” kavramı, “bütün”ün yerini alabilecek daha tutarlı bir çerçeve sunar. Sistem, evrenden seçilmiş, sınırları belirlenmiş ve kurallara göre işleyen bir ilişkiler bütünüdür. Burada “bütün” kelimesi artık bir öz değil, sınırlandırılmış bir ilişkiler ağıdır.

  • İzole sistem: Çevresiyle hiçbir etkileşime girmeyen varsayımsal düzenek.
  • Kapalı sistem: Enerji alışverişine açık, madde alışverişine kapalı.
  • Açık sistem: Hem enerji hem madde alışverişine açık (örneğin canlı organizmalar).

Bu sınıflandırmalar bile bize gösterir ki, “bütün” dediğimiz şey aslında hiçbir zaman özsel bir birlik değildir; yalnızca ilişkilerin belli bir çerçevede sınırlandırılmış halidir.

3. Gerçekleşme: İlişkilerin Dinamiği

Burada asıl kritik nokta şudur: Sistem bile sabit bir varlık değildir. Sistem, ilişkilerin belli bir anda aldığı örgütlenme biçimidir. Yani sistem, bir gerçekleşmedir.

Örneğin, hidrojen ve oksijen atomlarının birleşmesi yalnızca parçaların toplamı değildir; ortaya çıkan su molekülü, yeni bir özellik, yeni bir gerçekleşmedir. Aynı şekilde, protonlar ve nötronlar çekirdekte birleştiğinde kütleleri azalır; çünkü bağlanma enerjisi açığa çıkar. Bu da bütünü parçaların toplamından farklı bir gerçekleşme haline getirir.

Demek ki “bütün” diye düşündüğümüz şey aslında parçaların ilişkilerinden doğan, süreklilik içinde değişen bir gerçekleşmedir.

 

4. İlişkisel Ontolojik Perspektif

İlişkisellik felsefesi açısından, “bütün” diye sabit bir öz yoktur. Varlık = ilişki, gerçekleşme = ilişkilerin ortaya çıkışı demektir. Dolayısıyla “bütün” dediğimiz her şey, aslında sınırlandırılmış ilişkilerin belirli bir anda aldığı biçimdir.

Bu noktada şu sonuca ulaşabiliriz:

  • Bütün = yanılsama (özsel, tamamlanmış birlik varsayımı).
  • Sistem = sınırlandırılmış ilişkiler ağı (bilimsel açıklamanın çerçevesi).
  • Gerçekleşme = ilişkilerin dinamik doğumu (ilişkisel felsefenin hakiki zemini).

5. Sözün Özü

Bütün kavramı, özcülüğün düşünceye sızdırdığı bir yanılsamadır. Gerçekte gördüğümüz şey, ilişkilerin belli çerçevelerde örgütlenerek yeni biçimler almasıdır. Yani “bütün” yoktur; yalnızca gerçekleşmeler vardır.

Bunu kavradığımızda, varlığı durağan bir öz olarak değil, ilişkisel bir akış olarak görürüz. Ve o zaman, her şeyin sabit bir bütün değil, sürekli yeniden gerçekleşen bir ilişkiler ağı olduğunu fark ederiz.

Son Aforizma:
“Aslında temel hata ‘bütün’ diye bir özün var olduğunu sanmaktır. Bütün denilen şey, sınırları çizilmiş ve kurallara göre işleyen bir sistemdir; yani ilişkilerin belirli çerçevede örgütlenmiş hali olan bir gerçekleşmedir. Sözün özü: ‘Bütün’ yoktur, yalnızca gerçekleşmeler vardır.”

BENLİK ÖRGÜTLENMESİ - BENLİK VE EGEMENLİK - BENLİK NE ZAMAN EGEMENLİK ÜRETİR

  BENLİK ÖRGÜTLENMESİ Bence benlik örgütlenmesi ne “ben”in üstünde bir iktidar yapısıdır ne de bedenin üstünde kurulmuş bir egemenliktir ....